Tarikatlar kıskacındaki Türkiye: İslam ve Tanrı şeyhler
Türkiye, 15 Temmuz 2016’dan beri tarikatlar etrafında şekillenen bir tartışmayı yaşıyor. Maalesef bu tartışma belli bir dairenin içerisinde kalan ve bu yüzden çözüm üretilmeyen bir kısırdöngüyle devam ediyor.
Prof. Dr. Esergül BalcıNeredeyse her ay tarikatlarla ilgili korkunç bir gerçek gün yüzüne çıkıyor, birkaç gün konuşuluyor ve sonra yoğun gündem içerisinde kaybolup gidiyor. Tarikat yurdundaki özgürlük kaybı, baskı, çaresizlik ve ümitsizlik nedeniyle yakın zamanda intihar eden gencimiz Enes Kara gibi...
Temel olguları baştan saptamak ve çözümü bu çerçevede ele almak gerekir.
1. Türkiye’de tarikatlar ve cemaatler birer çıkar örgütüdür.
2. “Tarikatlar ve cemaatler Türkiye’nin gerçeğidir” iddiası gerçekdışıdır.
3. Tarikat ve cemaatler; Türkiye’nin NATO’ya girişiyle başlayan, 12 Eylül’le dayatılan ve AKP ile iktidara gelen neoliberal Batı projesinin aparatlarıdır.
4. Bugün çok sayıda çocuğumuz bu çağdışı yapıların elinde esirdir.
5. Cumhuriyet kurumları tarikat ve cemaatlerin işgali altındadır.
İSLAM ENDÜLJANSI
Tüm tarikat ve cemaatler gizli ya da açık birer çıkar örgütüdür. Ana hedefleri olan kendi düşüncelerini hâkim kılmak, yani iktidarı ele geçirmek için kapitalizmin en temel aracı olan parayı hedeflemişlerdir. Bu yönüyle tarikat sistematiği, Ortaçağ Hıristiyanlığındaki endüljans sistemini andırır. Endüljans, papaların para karşılığı sattığı günahlardan arınma belgesidir. Kilise, iktidarını sürdürmek için paraya ihtiyaç duyar ve zamanla bu belge cennetten arsa satışına dönüşür. Kiliseye karşı gelmenin cezası ise dinden atılmak (aforoz) ve giyotindir. Bugünün Türkiyesi’nde de tarikatlar günahkâr kulları Allah’ın ateşinden koruyacak yanmaz kefenler satarak, İslam endüljansını yarattılar. Buna karşı çıkanlar lanetlenir, İslam düşmanı ilan edilir.
SAİD NURSİ VE GÜLEN
“Tarikatlar Türkiye’nin gerçeğidir” savunması tamamen uydurma ve gerçekdışı bir durumdur. İslamda ruhban sınıfı yoktur ve tek rehber Kuranıkerim’dir. Allah’ın ateşine karşı kulun yaptığı yanmaz kefeni satan tarikatlar, bunun İslamdaki en büyük günahlardan, Allah’a şirk koşmak olduğunu gayet iyi bilirler. Dolayısıyla Türkiye’nin gerçeği tarikatlar ya da cemaatler değil, işte bu sahtekâr düzendir. Çünkü tarikat liderlerinin neredeyse hepsi kendini Tanrı yerine koyar. Peygambere ait olduğunu söyledikleri hadislerle müritlerini ve toplumu afyonlarlar. Üstelik her birinin Kuran’a alternatif kendi “kutsal kitabı” vardır. Said Nursi’nin risaleleri buna en doğru örnektir. Gençler ve çocuklar risalelerde yazan hurafelerle eğitilirler. Said Nursi; Atatürk’e Deccal diyen, aynı zamanda F. Gülen’in rehber edindiği kişidir.
PARALEL DEVLETLER
“Tarikatlar siyasete karışmadıklarında zararsızdırlar” tezi temelden yanlıştır. Zira tarikatlar ve cemaatler kendileri başlı başına birer siyasi örgüttür. Bu örgütün temel hedefi de kendi düşüncelerini hâkim kılmak, dolayısıyla iktidarı ele geçirmektir. İktidar olmayı hedefleyen ve bu doğrultuda örgütlenerek faaliyet yürüten bir yapıyı eğitimden, sağlıktan, adliyeden, ordudan ve polis teşkilatından uzak tutabilmeyi düşünmek tam anlamıyla aymazlıktır. Az ya da çok, kamuya sızmış her tarikat ve cemaat, başlı başına birer paralel devlettir. Zira hiçbiri kendi şeyhi yahut önderi dışında bir amirden nihai emir almaz. Taktiksel olarak başka gruplarla işbirliğine girebilir veya amirinin emrini yerine getiriyormuş görünebilir. Nihai karar anı geldiğinde sadece tarikat liderinin emrini yerine getirecektir. Bunun en somut örneğini 15 Temmuz’da gördük. O gün Genelkurmay Başkanı olan, bugünün Milli Savunma Bakanı Org. Hulusi Akar’ın boynuna palaska dolayan ve yüzüne silah doğrultan, daha önce kendisinden aldığı yüzlerce emri yerine getirmiş yaveriydi.
ULUFE DÜZENİ
Tarikat ve siyaset denklemi devlet-sermaye-tarikat döngüsü üzerine inşa edilmiştir. Önce tarikat ve cemaatlere alan açılır, dernek/vakıf gibi adlar altında örgütlenir, o alanda besledikleri kesimler doğal oy deposu haline getirilir; bunu kullanan tarikatlar da siyasete, milli eğitime, yurtlara, okullara, adliyeye ve orduya hâkim olur. Kurumlara hâkim olan tarikatlar hazineyi yağmalar ve yoksullaştırılarak çaresiz hale getirilmiş halka, yağmaladığı sermayeyi lütuf olarak sunar. Ekonomiyi giderek kötüleştiren kararlarda, neden bu kadar ısrar edildiğini anlamayanlar, konuya bir de bu pencereden bakmalıdırlar. Toplumu ulufeye alıştırarak yönetmek en kestirme siyaset yöntemidir. Stalin’in yolunmuş tavuk hikâyesinde olduğu gibi.
Kamuda sağlanan makam ve mevkiler de bu ulufe sisteminin bir parçasıdır. 15 Temmuz’da subaylar bu yüzden kendi komutanlarının emrini dinlemek yerine, gözlükçü, emlakçı vb. cemaat abilerinin talimatlarına göre hareket ettiler. Çünkü o makamların kendilerine şeyhleri tarafından lütfedildiğini biliyorlardı. Türk ordusu bunu tarihinde ikinci defa yaşamıştır. İlki Balkan Harbi’ndeydi ve tüm Balkanlar’ı kaybettik. Aynı durum ihalelerde, atamalarda, memur alımlarında ve sınavlarda da geçerlidir.
CUMHURİYETİN 31 MART’I
15 Temmuz bir yönüyle Cumhuriyetin 31 Martı’na benzemektedir. Bu yüzden bir cemaat gitmiş, yerine başkaları gelmiştir. O günleri yaşamış, İstiklal Savaşı komutanlarından Fevzi Çakmak, “Cemaat ve tarikatlar, Haçlıların Anadolu’da kurdukları ileri karakollardır” der. Çakmak’ın görüşünün temeli şudur: Doğuda kavgalar da savaşlar da mertçe olur. Sinsilik Batı’dan öğrenilen bir yöntemdir ve Bizans oyunu lafı buradan gelir. 31 Mart ayaklanması sırasında tarikat ve cemaatlerin yönlendirdiği yobaz güruh, mektepli subayları uykularında boğazlamıştı. Bunu ideolojilerinin gereği olarak ve ulufelerini veren padişahlarının iktidarlarını sürdürebilmek için yaptılar. Aynısını 21 Mart 1920 gecesi İngiliz işgalcilerin Şehzadebaşı karakolundaki askerlerimize uygulaması tesadüf değildir.
DÜZENİN İLLÜZYONU
Tarikat ve cemaatler gibi metafizik temelli tüm örgütlenmeler aslında birer illüzyondan ibarettir. Nitekim Davis, J. Nancy ve Robinson V. Robert’e göre, dünyada sesini duyuran, Mısır’da Müslüman Kardeşler, İsrail’de Sefarad Tevrat Muhafızları, ABD’de Kurtuluş Ordusu, İtalya’da Comunione e Liberazione, bizde FETÖ bunlara örnek gösterilebilir. Her birinin benzer stratejileri vardır. Devlet içinde devlet kurarak hedeflerine ulaşmak isterler. Uyanık siyasetçiler 21. asırda tarikatların beslediği kesimlerin geçmişteki kadar kolay yönlendirilemeyeceğini gayet iyi bilirler. AKP ile girdiği iktidar mücadelesini kaybeden FETÖ’nün seçimlerde hiçbir etkisinin olmadığının görülmesi bunun somut örneğidir.
Cumhurbaşkanlarının, başbakanların, bakanların, bürokratların, sanatçıların, yazar ve akademisyenlerin methiyeler düzüp peşinden koştuğu cemaatin nasıl bir illüzyondan ibaret olduğu kısa zamanda görülmüştü. Peki neden hâlâ partiler ve siyasiler tarikatlardan medet umar, neden her kötülüklerine hoşgörüyle yaklaşıp bir kılıf ararlar? Bu sorunun cevabı sadece tarikat müritlerinden oy alma amacında değil, “kökü dışarıda” olan tarikat ve cemaatlerin asıl patronlarına mesaj verme gayretinde saklıdır. Aslında bu mesaj, Soğuk Savaş’la birlikte kurulan sistemin devamını sağlama sözüdür. Bu sözü yerine getirme işlevi doğaldır ki beyinlerin küçük yaştan itibaren biçimlendirildiği, eğitim üzerinden gerçekleştirilecektir.
EĞİTİMDE TARİKAT KUŞATMASI
Bakanlıkların tarikatlarca paylaşıldığı ortamda Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) da bundan nasibini almış ve adına yakışmayan birtakım protokollere imza atmıştır. Daha önce belirttiğimiz gibi bu yapıların amacı, eğitimle toplumu istedikleri biçime sokmaktı ve yasadışı oldukları için amaç doğrultusunda kurulan dernekler/vakıflar işe koşuldu.
Bunların belli başlıları, Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA), İlim Yayma Cemiyeti, Ensar Vakfı, Birlik Vakfı şeklinde sıralanabilir. Öte yandan MEB, DİB ile de okulöncesi eğitim kurumları açma konusunda protokol yaparak, okulöncesi eğitiminin sorumluluğunu DİB’ye devretmiştir. Yine bir cemaate yakınlığı ile bilinen Server Gençlik ve Spor Kulübü ile MEB Yenilik ve Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü arasında yapılan protokolle “Namazını camide kıl, puanları topla, ödülünü al” adıyla bir yarışma düzenlenmiştir.
Bunlarla imzalanan protokollerin genel amacı, en yaygın eğitim sistemindeki öğretim programlarını kullanarak her düzeydeki öğrencilere ve yaygın eğitim kurumundakilere kulüp çalışmaları, sosyal, sanatsal, kültürel, sportif, bilimsel, teknolojik etkinlikler, yarışmalar ile mesleki ve teknik kurslar düzenlemektir. Bu bağlamda Osmanlıca kursu açmak, ortak projelerle her tür faaliyeti yapmak, Değerler Olimpiyatı, Namaz Bilinci ve Diriliş temalı konferanslar düzenlemek söz konusudur. Vakıflar bu kurs, konferans ve çeşitli faaliyetlerle hem öğrencilere hem de vatandaşlara ideolojik propaganda yapma fırsatı yakalamıştır.
Eğitimler, öncelikle cemiyete bağlı merkezlerde düzenlenecektir. Eğitimlerin cemiyete bağlı merkezlerde düzenlenememesi halinde, kurslar MEB tarafından belirlenen mekânlarda yapılacaktır. Açılacak kurslarda MEB kendi öğretmenini görevlendirecek, görev alan vakıf personelinin de ücretini MEB ödeyecektir. Protokoller, üç ya da beş yıllık olup bunlardan Ensar Vakfı dışındaki protokolleri, MEB iptal edebilmektedir. Ensar Vakfı’na bu konuda ayrıcalık sağlanmıştır.
MEB’de bakan yardımcılığına, Türkçenin devrini tamamladığını belirterek bütün okulların imam hatip olmasını, okulda Arapçanın esas dil olarak kullanılmasını savunan birisinin atanması, ülkemizin geldiği noktayı göstermektedir.
Son söz; AKP’nin kuruluşundan itibaren uyguladığı programla öncelikle Cumhuriyetin ekonomik yapısı ve eğitimini hedef alması tesadüf değildir. Kamu kaynaklarından beslenen tarikatlar, yoksullaştırılmış halkın cemaatlere terk edilmiş bir eğitime mecbur bırakılması ve o eğitimle yetiştirilmiş cahil kalabalıklardan güç devşirmek üzerine kurulmuş düzen, zirveyi gördü ve bitti. Yakın gelecekte Siyasal İslam Koalisyonu’nun tüm parçalarıyla birlikte çöküşünü yaşayacağımızı söylemek, kehanet olmasa gerek. Burada dile getirilen iki endişeden söz edebiliriz:
1. Türkiye yıkılan iktidarın altında kalırsa ne olur?
2. Aynı sistemi sürdürecek bir irade iktidar olursa ne değişir?
Birinci yaklaşımın sahipleri sistemin devamını savunanlardır. Zira siyasal İslamla birlikte asıl çökmekte olan Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı neoliberal yağma düzenidir. Çünkü Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tarikat kıskacı bir sebep değil, bu sistemin doğal sonucudur. Bu nedenle aynı sistemi sürdürme taahhüdündeki bir irade iktidar olsa bile uzun süre orada kalamaz.
Unutulmamalı ki Emre Kongar’ın da sıklıkla belirttiği gibi, “tarihin tekerleği, zaman zaman kesintiye uğrasa da geriye doğru dönmez”. Bu enkaz temizlendikten sonra Atatürk Cumhuriyeti’nin ışığı herkese yol gösterir.