Kanadoğlu: Cumhuriyetin savcısıydım | Bir yurtseverin Cumhuriyet karşıtları ile savaşı

Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, anılarını ve yakın geçmişin bunalımlı süreçlerini Cumhuriyet’e anlattı.

Işık Kansu

Uzun yıllar savcılık, yargıçlık, Yargıtay üyeliği ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı görevlerini yürüten Sabih Kanadoğlu’nun yaşamı, bir aydın yurtseverin Cumhuriyet karşıtları ile yürüttüğü çetin savaşımın da güncesidir aynı zamanda. 

Yakın tarihimizdeki önemli siyasal süreçlere tanıklık etmiş, onların doğrudan içinde bulunmuş, zaman zaman da gelişmelere yön vermiş olan Sabih Kanadoğlu’nun yaşamından kimi kesitler sunan dizimiz, aynı zamanda laik, demokratik sosyal hukuk devletinin bugün düşürüldüğü duruma ve geleceğe de büyük ölçüde ışık tutmaktadır.

İktidarlar, demokrasiyi özümsememişse gücü ancak ayrıştırmada, ötekileştirmede buluyor

60 YIL SONRA AYNI MANZARA

Hukukçu olma kararımı 1949’da Ayvalık Ortaokulu 1. sınıf öğrencisiyken verdiğimi anımsıyorum. İdol saydığım savcı Fatih Keçik, hâkim Muhsin Ergüney, avukat Vefik Bartu ve doğal olarak babamı, kararıma etkili olduğu için rahmetle ve saygıyla anıyorum. 

Yıl 1958, fakülte 3. sınıftayım. Anayasa hukuku hocamız, Prof. Dr. Hüseyin Naili Kubalı, bakanlık emrine alındı. Bu karara tepki göstermek üzere öğrenciler olarak bir büyük grup fakültenin içerisinde protesto eylemi yaptık. Aradan bir süre geçti. Dekanlıktan bana bir yazı geldi. Hakkımızda soruşturma açılmış. İsmine gerek yok, bir profesör hocamız ifademizi alacak. Gittik yanına, masaya Emniyet’in çektiği fotoğraflar konmuş. Baktım fotoğraflara, en önde bağıra çağıra gidiyorum. Profesör hocamız “Ne diyorsun buna” diye sordu ve benim ağzımdan bir savunma yazdırmaya başladı. Hakkımızdaki idari soruşturma sonuçsuz bırakıldı. Üniversiteye girmiş, belli bir noktaya gelmiş bir gencin geleceğini söndürmek gerçekte ülkenin geleceğini söndürmek anlamına gelir. Bugün Boğaziçi Üniversitesi’ndeki gibi olaylar ve soruşturmalara baktığım zaman bu olayı üzülerek anımsıyorum...

Babam dava vekiliydi. Amacım onunla birlikte avukatlık yapmaktı. 1959’da hukuk fakültesi son sınıfında babamı ve amacımı kaybettim. 1961 sonuna doğru Adalet Bakanlığı’na hâkimlik için başvurdum ve mesleğe hâkim adayı olarak başladım. İlk kurayla Bursa’nın Orhaneli ilçesine savcı olarak atandım.

TEDBİRLER YASASI

Talat Aydemir’in 22 Şubat darbe girişimi bastırıldıktan sonra 5 Mart 1962’de 55 sayılı bir yasa çıkarıldı. Tedbirler Yasası diye anılan bu yasa, 27 Mayıs hareketini kötülemeyi, devrilen Demokrat Parti’yi (DP) ve onun mahkûm olan üyelerinin övülmesini suç sayıyordu.

DP’nin son döneminde “Vatan Cephesi” adı altında bir ayrıştırma, ötekileştirme dönemi yaşanmıştı. 55 sayılı yasanın çıkmasından sonra bu kez CHP’liler, DP’lileri, DP dönemini ve onun mahkûm olan yöneticilerini kötülemeye başladılar. Orhaneli savcısı olarak bana DP’lilerin 27 Mayıs’ı kötüledikleri, DP’yi övdükleri suçlamasıyla ihbarlar ulaşmaya başladı. Bu ihbarlarla ilgili olarak takipsizlik kararları verince Bursa’da DP’li savcı damgası yedim. Hatta İhsan Sabri Çağlayangil, DP’nin devamı olan Adalet Partisi’nden senatör seçilmişti. 7 AP’li milletvekilini yanına alarak beni ziyarete geldi. Böylece benim DP’liliğim de tescillenmiş oldu!

Bu olayı şunun için anlatma gereği duydum: Siyasi iktidarlar, demokrasiyi özümsememişse o zaman gücü ancak ayrıştırmada, ötekileştirmede buluyorlar. Bugün de benzer gelişmeleri yaşadığımızı 60 yıl sonra görmek, beni fevkalade üzmektedir.

NURCU İMAMA SORUŞTURMA

Ailevi nedenlerle 1965 yılı başında Bingöl’de savcılık istedim. Boş savcılık kadrosu yoktu. Erzurum’da yetkili olarak görevlendirildim. Bu görev yaşantımın bir dönüm noktası oldu. 

3. Ordu’nun merkezi Erzurum’daydı. 1965’te nöbetçi savcı olarak görevdeyken 3. Ordu Kurmay Başkanı’ndan bir şikâyet dilekçesi geldi. Kuyucu Murat Paşa Camii imamının, bayram vaazı sırasında irticai nitelikte ve çirkin ithamları da içeren ve o dönemde yürürlükte olan TCK’nin 163. maddesine aykırılık oluşturan sözler sarf ettiği yolundaki bir şikâyetti bu.

Soruşturmaya başladım ve imamın tutuklanmasını istedim. Talep reddedildi.

Soruşturmayı yürüttüğüm tarihlerde İsmet İnönü hükümeti düşmüş, yerine Suat Hayri Ürgüplü’nün başbakan olduğu koalisyon hükümeti göreve başlamıştı. CHP ile TİP dışındaki tüm partilerin il başkanları benim görevden alınmam için Ankara’ya gidip hükümete baskı yapmaya başladılar.

İrfan Baran, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nden Adalet Bakanı’ydı. Ankara’ya beni şikâyete gelen il başkanlarına, “Müfettiş gönderirim, eğer savcı gerçekten görevine uygun hareket etmemişse gereğini yaparım. Ama müfettişin raporu sizin iddianız gibi değilse yapacağım hiçbir şey yok” diyerek adaletten yana tavrını koydu. Olayı inceleyerek raporunu hazırlayan, ayrıca Orhaneli teftiş raporlarını düzenleyen, teskiyeleri ile meslekte ilerlememi sağlayan Adalet Başmüfettişleri Necdet Akkan ve Orhan Okçu’yu saygıyla ve rahmetle anıyorum.

Mücadeleye devamla sorgu hâkimliğine dava açtım. Konu ağır ceza mahkemesine geldi. Ağır ceza mahkemesi başkanı Adil Güllapoğlu tutuklama kararı verdi.

BÜYÜK TEHLİKE

Bu dava, Nurculuğun gerçekte Cumhuriyet ve laiklik ilkesi için ne kadar büyük bir tehlike olduğu iddiasıdır. Konuya ilişkin ilk incelediğim ve yararlandığım eser, o tarihte doçent olan Neda Armaner’in Nurculuk üzerine yaptığı çalışmasıydı.

Aynı yıl sonunda hâkimlik sınıfına girerek Bingöl Sulh Hâkimliği’ne, oradan Tokat’a atandım.

KIZILDERE’YE TANIKLIK

Tokat Asliye Ceza Mahkemesi hâkimiydim. 1972’nin mart ayıydı. Savcı İsmail Oğuz (yıllar sonra Yargıtay 8. Ceza Dairesi Başkanı), “Niksar’da anarşistleri kuşatmışlar. Ben oraya gidiyorum, işin yoksa sen de gel” dedi. Çok ısrar edince kıramadım, kalktık Niksar’a, oradan da olay yeri olan Kızıldere’ye gittik. Kızıldere’de bir ev çember altına alınmış, muhtarlık binasını da operasyon için karargâh yapmışlar. Biz oradayken, simsiyah arabalar geldi, o arabalardan simsiyah adamlar indi. “MİT müsteşarı geldi” dediler. MİT müsteşarı, sonradan 12 Eylül’ü gerçekleştirenlerden Korgeneral Nurettin Ersin indi. Tam Amerikan filmleri gibiydi. İçeri girdiler, konuşulanları duyuyordum. Ankara ile iletişime geçiyorlardı.

İLK EMİR: ÇEVREYİ KUŞATIN 

Duyduğumuz kadarıyla Ankara’dan gelen ilk emir, “Evi çevirin bekleyin, içeridekileri nasıl olsa teslim alırsınız” yönündeydi. Ancak daha sonra evin arkasının orman olduğu için akşam olunca arkadan ormana doğru kaçılmasının önlenmesi gerektiği bildirildi. Akşama doğru da zaten silah sesleri gelmeye başladı. Harekât bittikten sonra eve gittik, savcı arkadaşla. Bir de samanlığı vardı, orayı da gezdik. Samanlıkta hiç kimseyi görmeden çıktık. O sırada, Ertuğrul Kürkçü’nün samanlıkta saklandığını sonradan öğrendik.

İDAM CEZASI KARARININ EZASI

Tokat’ın ardından sırasıyla Kırşehir, İzmir ve Bakırköy’e atandım. 

Bakırköy 1. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı’na başladığımda odama gittim. Odada oymalı şahane bir masa var. Bu masanın nereden geldiğini sordum. Meğer Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın makam masasıymış...

Kırşehir’de de böyle bir olayla karşılaşmıştım. Ağır ceza duruşma salonunda dört koltuk vardı. Kürsü, bu koltukların yanında küçücük kalıyordu. Bu koltukların Demokrat Parti’yi yargılayan Yüksek Adalet Divanı’nın koltukları olduğunu öğrendim.

Bakırköy’de verdiğimiz idam kararları meslek hayatımın en zor kararlarıydı. Yüze karşı, “Evladım seni idama mahkûm ettik” demek kadar zor bir ifade olamaz. “Seni idama mahkûm ettik” derken sesim titrerdi. Duyardık, artık ölüme mahkûm edilmiş birisinin korkacağı hiçbir şey olmadığından, kararı açıklayan heyet sövgüyle karşılaşırmış genellikle. İdam cezası verilen, o anının acısını öyle çıkarmak istermiş. Ben böyle bir şeyle karşılaşmadım, ama daha ağırını yaşadım. İdam cezası açıkladığım kişi, “Reis baba gördüm ki çok üzülüyorsun” dedi, “Biz bu cezayı hak ettik, sen üzülme” dedi ve çıktı gitti. İdam cezası vermiş bir yargıca çektirilebilecek en büyük eza budur. Bunu söyleyince ancak insan nasıl bir iş yaptığını anlar. Yani, bir insanın bir başka insanın hayatını ortadan kaldırma cezasına mahkûm olması demektir ki bu ve çok berbat bir şeydir.


YARIN: CUMHURİYET İÇİN YARGITAY BAŞSAVCILIĞI