Diyanet, dine de devlete de yük

Diyanet İşleri Başkanı, adli yılı duayla açması tartışılmaya devam ediyor. İlahiyat profesörü Mustafa Öztürk sürece dair soruları Cumhuriyet'e yanıtladı.

İpek Özbey

Neden Prof. Dr. Mustafa Öztürk? Diyanet İşleri Başkanı, adli yılı duayla açtı, eleştirilince “İnanç adalete, yargıya yansımasın istiyorlar, ortalığı ayağa kaldırıyorlar” yanıtı verdi, yetmedi Kuran kurslarının zorunlu eğitimden sayılması gerektiğini söyledi. Erbaş’ın her gün bir siyasetçi gibi sahnede olması ve iktidar dilini kullanmaya devam etmesi din adamlarına güveni gündeme getirip, laiklik tartışması başlatınca bize de akademik çalışmalarını yürütmek için Almanya’ya giderken “Yerli ve milli tımarhanede herkese ruh sağlığı dilerim” diye mesaj yayımlayan ilahiyat profesörü Mustafa Öztürk’e sormak kaldı. 

MUHAFAZAKÂRLARIN EVİNDE KIYAMET İLK SEÇİMDE KOPACAK

  • Muhafazakâr muhitte dünyaya gözlerini açıp bu muhitte yetişen gençlerin pek çoğu ebeveynlerin destekledikleri siyasi iktidarın yıpranmasına koşut olarak dini değer sorgulamasına başladı ve dolayısıyla siyasi iktidarla dini aidiyetin bütünleşmesi ölçüsünde kendilerini de kendi ailelerinden, çevrelerinden uzaklaştırma ve farklılaştırmaya yöneldi. İşte size kıyametin alametleri. Gençlerle ilgili bu kıyametin kopması ise kuvvetle muhtemel olarak ilk seçimde gerçekleşecek.
  • Giden gitti, dağılan dağıldı; artık elde avuçta, büyük ölçüde Milli Görüş zihniyetiyle de bağdaşık kitle kaldı. Bu kitleyi konsolide etmek, yani bu sabit seçmen kitlesinin de dağılmasını önlemek için dini temsil kartı yeniden açıldı. Diyanet İşleri Başkanı üzerinden laik seküler-dindar muhafazakâr ayrışmasını kaşıyan ve bu ayrışmayı toplumsal düzeyde yüksek gerilimli bir zıtlaşma ve kutuplaşma düzeyine taşımaya namzet olan atraksiyonlar devreye sokuldu.
  • Buranın teokratik bir devlet, bir İslam Cumhuriyeti olmasını isteyenlerin oranı yüzde 5-6’yı geçmez. Bu toplumda sevgi, merhamet, adalet, hoşgörü kültürünü geliştirmenin formüllerini bulmadan, isterseniz milletin başından aşağıya konfeti gibi ayet yağdırın, ne millet daha dindar olur, ne de gençlik! Yolsuzlukların, hırsızlıkların, arsızlıkların vaka-ı adiyeden sayıldığı bir siyasal ve sosyolojik vasatta Kuran bir kez daha nazil olsa yine kâr etmez.

Açılışta, protokolde, ilgili ilgisiz her yerde Erbaş... Hedefinde de hep laiklik... Diyanet İşleri Başkanı neden bu kadar görünür oldu ve neden bir siyasetçi gibi davranıyor?

Birkaç gün öncesine kadar bu sorunuzun cevabını salt siyasi iktidar merkezli yorumluyordum. Fakat birkaç gün önce bir haber düştü sitelere, “Diyanet İşleri Başkanı yeniden atandı” diye. Bu haberin ardından, DİB Başkanı’nın siyasi iktidara bir tür dini lojistik desteğinde bulunma ve büyük bir gayretle kendini öne çıkarma çabalarının makamı muhafaza, yani yeniden atanma odaklı olabileceğini de düşünmeye başladım. Ama sonuçta, Erbaş’ın son zamanlardaki siyasi atraksiyonlarını siyasi iktidar-bürokrasi arasında karşılıklı bir menfaat ilişkisine bağlamak sanki daha isabetli görünüyor. Bununla birlikte DİB Başkanı’nın adeta bir politik figür gibi davranmasının, özellikle siyasi iktidar açısından çok önemli bir destek gibi algılandığı seziliyor. Zira malumunuz siyasi iktidarın arkasında duran seçmen kitlesi çekirdek kitle seviyesinde adeta kemikleşti. Giden gitti, dağılan dağıldı; artık elde avuçta büyük ölçüde milli görüş zihniyetiyle de bağdaşık kitle kaldı. Bu kitleyi konsolide etmek, yani bu sabit seçmen kitlesinin de dağılmasını önlemek için dini temsil kartı yeniden açıldı. Bu noktada Diyanet İşleri Başkanı üzerinden laik seküler-dindar muhafazakâr ayrışmasını kaşıyan ve bu ayrışmayı toplumsal zeminde yüksek gerilimli bir zıtlaşma ve kutuplaşma düzeyine taşımaya namzet olan atraksiyonlar devreye sokuldu. Geçmiş siyasi tecrübelerden de kolaylıkla anlaşılabileceği üzere bu bir tuzaktı ve ne yazık ki muhalefet cenahındaki basın yayın organları bu tuzağa yine düştü.      

Nasıl bir tuzak? 

DİB Başkanı’nın atraksiyonları derken, Ayasofya’nın minberine kılıçla çıkmak gibi komikliklerden, dinin siyasete de ticarete de adalete de müdahil olması gerektiği yönündeki demeçlere kadar, birçok şeyi bu kapsamda değerlendirebiliriz. İşte tuzak dediğim şey, geçmişteki Diyanet İşleri başkanlarında pek görmediğimiz bu tür atraksiyonlar karşısında laik seküler çevrelerin “Laiklik elden gidiyor” kaygısıyla kimi zaman abartılı bir laiklik savunuculuğu refleksi geliştirmesidir. İbrahim Kiras’ın son yazılarından birinde dikkat çektiği üzere “laik cenahtan gelen eleştirilerin kimi zaman iktidarla birlikte dini değerleri de hedef alabilen veya öyle yorumlanabilen- ölçüsüz dili dindar insanları inançlarıyla birlikte AK Parti iktidarını da savunmaya yöneltiyor. Tabanının psikolojisini iyi bilen iktidar partisinin pireyi deve yapabilme kabiliyeti de kuşkusuz bunu kolaylaştırıyor. Aslında bu tuzağa düşmemek gerekiyordu. Bunun için de yapılacak tek şey, ignore etmek, yani yok saymaktan ibaretti. Zira eğer olup bitenler karşısında dediğim tavır ortaya konabilseydi, tuzak boşa çıkmış olacaktı. Dolayısıyla Ayasofya’nın minberine kılıçla çıkmak salt bir komiklik, “Günaydın demek cahiliye âdetidir” şeklindeki beyan da çapsızlığın bir göstergesi olarak salt lafügüzaf olarak kalacaktı. 

Tabanları tarafından ‘tepki vermedikleri için’ eleştirilen muhalefetin tavrını doğru buluyorsunuz...

Evet, siyasi muhalefetin başını çeken liderler bu tuzağa düşmediler, tam da söylediğim gibi ignore etmeyi yeğlediler. Bu sağduyulu siyasi tavrın temel sebeplerinden biri, on yıllardan beri Türkiye’deki siyasetin farklı kültürel kimliklerin kaşınması ve siyasi iktidarların değişmesine bağlı olarak rövanş dönemlerinin yaşanması şeklinde cereyan etmesi ve bu durumun topyekûn siyasi kaderimizin mitolojideki Sisifos hikâyesinden pek farklı olmadığını düşündürmesidir. Bu memleket ve bu millet birbiri ardınca rövanş dönemleri yaşamaktan bitap düştü. İşte birilerinin aklıselim ve sağduyulu bir tavırla bu Sisifos hikâyesine son vermesi, siyasi zeminden rövanş ideolojisini kazıması gerek. Bu noktada CHP lideri Sayın Kılıçdaroğlu’nun böyle bir misyon üstlendiğini veya en azından bu konuda ciddi bir hassasiyet gösterdiğini söylemek mümkündür. Yine Sayın Akşener’in de kimlik siyaseti ekseninde kurulan tuzaklara düşmeme konusunda gayet duyarlı bir tavır sergilediğini söylemek mümkündür. Erbaş ekseninde ortaya çıkan din, diyanet, siyaset, laiklik gibi meseleler hakkında özellikle Sayın Davutoğlu ve Sayın Babacan’ın açık, net bir tavır koyması söz konusu tuzağın boşa çıkması açısından son derece etkili sonuçlar verebilirdi; ancak bu isimler nedense kendilerinden beklenen çıkışı yapmaktan imtina ettiler. Zira diyanet ve laiklik meselesi onlar açısından bakıldığında, “yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal” sözünde ifadesini bulan sıkıntılı bir mesele. Hal böyle olunca, siyasi tavır olarak müphem ve muğlak denebilecek bir pozisyonda kalmayı yeğlediler. Ancak böyle kritik meseleler karşısında takınılan müphem ve muğlak duruş ve pozisyonlar, seçmen nezdinde pek makbul karşılanmaz ve dolayısıyla seçim söz konusu olduğunda da “Araya gitmek” gibi kötü bir sonuca müncer olur.  

Yani aslında iktidar “dindar/dinsiz” kutuplaşması yaratarak kaybettiği oyların peşine düştü…

Kanımca, öyle. Bununla birlikte, Diyanet İşleri Başkanı Erbaş’ın siyasi içerikli demeç verme hususunda kendisine biçilen rolden daha iştiyaklı ve iştahlı davranması muhtemelen bir yönüyle de yeniden atanmasını kendince garanti altına almaktı; bu yüzden son günlerde siyasi demeç katsayısını giderek artırdı. Ancak ortaya çıkan profil ve performans hem kendisinin hem de Diyanet müessesesinin itibarını ciddi ölçüde örseledi. Geçmişte, yani 1990-2000’lerde Sakarya İlahiyat’ta akademisyen olarak görev yaptığı yıllarda, o zaman cemaat diye anılan ve devlet katında dahi akredite olmanın önşartı gibi algılanan FETÖ’nün söz konusu fakültedeki önde gelen isimleriyle yakın ilişkisi, keza aynı yıllarda Kimse Yok mu Derneği gibi yapılarla ilintisi ve kültürler/dinler arası diyalog projelere gönüllü katkı vermesi gibi veriler dikkate alındığında, Erbaş’ın kendi hayat çizgisini her dönemde güç, iktidar ve nüfuz mercilerine kolayca intibak ve inkıyad prensibine göre çizdiğini söylemek mümkündür. Bu mesele bir tarafa, gerek akademik müktesebatı ve ilmi çapı gerek başında bulunduğu kurumu temsil tarzı itibarıyla Erbaş’ın sözgelimi bir Ali Bardakoğlu’yla kıyaslandığında, kifayetsiz bir profile sahip olduğunu söylemek kanımca pek haksızlık olmaz. Dahası, bir Diyanet İşleri Başkanı’nın Türkiye gündemine mevzu teşkil edecek beyanı veya görüşü “günaydın, tünaydın” meselesi olmamalıydı; meselenin çapı, bir Diyanet İşleri Başkanı’nın ilmi ve entelektüel çapı hakkında da az çok bir fikir oluşturur. 

Madem siz konuya girdiniz, sorayım: “Günaydın” demek cahiliye dönemi âdeti mi sahiden?

“Günaydın” demek cahiliye âdetidir hükmü, muhtemelen bir rivayetteki bir ibareden hareketle verilmiş gelişigüzel bir hüküm ve ne yazık ki ucuz bir retorik. Fakat özellikle siyasal İslamcı söylemden tevarüs edilen bu ucuz ve fakat süslü retoriklerin her zaman hatırı sayılır bir alıcısı var bu memlekette. Hadis ve siyer kitaplarında yer alan bir rivayete göre, vakti zamanında sıkı bir müşrik olup “Kureyş’in şeytanlarından biri” olarak kabul edilen, fakat daha sonra İslamı benimseyen Umeyr bin Vehb adlı kişi Hz. Peygamber’in huzuruna girdiğinde, “en’imû sabâhen”, yani “Sabahınız hoş olsun” der. Hz. Peygamber de bunun üzerine “Bizim selamımız, selamünaleyküm” şeklinde bir söz söyler. Hz. Peygamber’in selamlaşma konusunda özel bir hassasiyet göstermesi, Umeyr bin Vehb’in esenlik dileği olarak dillendirdiği sözün çirkin olması veya cahiliye devrine aidiyetinin özellikle vurgulanması değil, Müslüman olmak için gelen bu şahsa en başından yeni bir dini kimlik kazandırma ve bu konuda muhatabının zihninde duyarlılık ya da farkındalık oluşturma çabasıyla alakalıdır. Kaldı ki Kuran’da cahiliye devrindeki onlarca uygulama Kuran’ın beyanlarıyla İslam dinine aktarılmış ve bu uygulamalar “genel kabul görmüş örfler/âdetler” anlamında maruf diye adlandırılmıştır. Bütün bunlar bir yana, İslam kültüründeki “selamünaleyküm-aleykümselam” şeklindeki selamlaşmanın ecdadı da dindar Yahudi gelenekteki “Şalom alehem-Alehem şalom” şeklindeki selamlaşmadır. 

Selam, en nihayet bir esenlik dileğidir; bu dilek hangi sözcükle dile getirilirse getirilsin, mühim olan kelime veya tabir değil, niyettir. Kaldı ki “günaydın” sözcüğü de bir iyi dilek ve temenni olarak bu topraklarda bu milletin malı olmuştur. Evet, dindar çevreler “Selamünaleyküm” veya “sabah-ı şerifleriniz hayrolsun” gibi dini kimlikli ifadelerle selamlaşmayı tercih edebilir; buna karşın başka birtakım insanlar da “günaydın, merhaba” demeyi tercih edebilir. Salt esenlik dileği olarak söylenen sözleri bile İslami ve cahili diye kategorize etmek ve kelimelerin kültürel sicillerinden dahi Türkiye’deki laik seküler-dindar muhafazakâr farklılığını kutuplaşma moduna dönüştürme gayretkeşliğine girmek, bir Diyanet İşleri Başkanı’nın zihninden dahi geçirmemesi gereken bir iş olsa gerektir. Sen ki Diyanet İşleri Başkanı sıfatıyla kalkıp “Günaydın demek cahiliye âdetidir” gibi bir görüş beyan ederek Necip Fazılcı, Şevket Eygici ve aynı zamanda Kadir Mısıroğlucu muhafazakâr, mukaddesatçı ve aynı zamanda ortaya karışık İslamcı gözüne girip onların gözde hocası olmak adına böyle ucuz retorikler üretmek yerine, bu ülkenin Sünnisinden Alevisine kadar tüm farklı kimlikleri kucaklayıcı ve kuşatıcı bir dille bir araya getirmenin ve söz konusu kimlikler arasında uzun tarihsel geçmişten bugüne tevarüs eden derin çatlakları kapatıp asırlardır kanayan yaraları sarmanın yollarını arasan daha hayırlı bir iş yapmış olmaz mıydın? Ama ne yazık ki hayırlı işlerin mükafatı bu dünyada pek alınamadığı, hatta çoğu zaman da hayırlı işlerle iştigal etmek pek cezasız kalmadığı için, Diyanet İşleri Başkanı bu dünyada acilen ödüllendirilecek işlere imza atmayı, bu yüzden de “günaydın demek cahiliye âdetidir” gibi görüşlerle memleketteki malum kutuplaşmanın üzerinde tepinmeyi yeğlemiş görünmektedir. 

İSLAM CUMHURİYETİ İSTEYENLERİN ORANI YÜZDE 5-6’YI GEÇMEZ

Türkiye’de ciddi sorunlar var. Belki de en önemlisi geçim derdi… İnsanlar çocuklarına mama alamazken, icra dosyaları mahkeme odalarına sığmıyorken, mütedeyyin kesim için Diyanet İşleri Başkanı’nın açıklamaları bir anlam ifade ediyor mu?

Görünen o ki 2018’de tatbik alanına sokulan yeni siyasi sistemle birlikte, devlet ve devletin kurumsal işleyiş mekanizması adeta tel tel dökülür hale geldi. Söylediğiniz gibi ekonomi tamamen çöktü, çökmek üzere denebilecek bir raddeye geldi. Toparlanmaya çalışılıyor, ancak bir tarafı toparlanırken diğer tarafı dağılıyor. Üstelik devlet mekanizmasının darmadağınık hali siyasi iktidarı dahi topyekûn toparlamanın imkânsız olduğu kanaatine sevk etmiş görünüyor. Kısacası, süt dökülmüş, bu yüzden de dökülen süt kap doldurmuyor. Ama bu raddede ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak da zorunluluk arz ediyor. Ülkeyi uçurma vaatleri tutmadı, tutmuyor; 2023 vaatleri ise 2010’lu yıllardaki ekonomik tablonun dahi gerisine düşmüş görünüyor; beka tehdidi ve söylemi de eskisi kadar rağbet görmüyor. İşte böyle bir vasatta, elde avuçta kalan mevcut seçmen kitlesini zapturapt altına alabilmek için, CEHAPE zihniyeti, laiklik, Kemalistlik gibi söylemlerle dindar muhafazakâr kitlenin 28 Şubat sürecindeki kötü anılarını da yeniden canlandıracak ve bu sayede kendilerini belki kerhen, çarnaçar desteklemeye mecbur bırakacak dini temsil üzerinden kimlik siyaseti kozunu bir kez daha oynamak gerekiyor ve bu kozu oynamak siyasi olarak işe yarayacak bir taktik olarak görülüyor. Fakat benim kişisel gözlemim ve kanaatime göre, din kozu bu defa kendisinden beklenen neticeyi vermeyecek. Ayrıca İslamın tüm şeri kuralları ve sembolik uygulamalarıyla kamusal alana taşınmasıyla daha mutlu bir Türkiye’de yaşanacağına inanan kitle, bugünkü toplam Türkiye nüfusunun yüzde 5-6 kısmından fazla bir kitleye tekabül etmediğini bilmek için kamuoyu araştırmacısı olmak da gerekmiyor. 

 Sadece yüzde 5-6…

Evet, “İstiyorlar ki din ticarete girmesin, istiyorlar ki din siyasete girmesin” cümlesinden hareketle söylüyorum bunu. Yani buranın teokratik bir devlet, bir İslam Cumhuriyeti olmasını isteyenlerin oranı yüzde 5-6’yı geçmez. Diyanet İşleri Başkanı’nın sorun ettiği hususlar milletin kahir ekseriyetinin sahici gündeminde yer almadığı gibi, ideal devlet düzenine ilişkin özlemleri arasında da yer almıyor. Bu noktada ben kendi adıma söylersem, din ticarete girsin, din adalete de girsin; söz gelimi Diyanet, “Allah’a ve ahret gününe inanan bir mümin, fahiş fiyatlarla insanları mağdur etmez, alışverişte fiyatları kızıştırmaz… Yüce dinimiz İslam, helal ve meşru yollarla kazanç temin etmemizi emreder” diye hutbe okutsun; tamam ama yolsuzluk nedir, bunun hükmünden de konuşsun ya da sözgelimi, milyonlarca insanın açlık sınırının altında yaşadığı bir memlekette, 3-5 ayrı yerden maaş almanın helal veya fahiş kazanç olup olmadığı hakkında da beyanı olsun. Kısacası, mademki din ve diyanet ticarete, siyasete, adalete müdahil olacak, o zaman Diyanet “Hem pastam dursun, hem karnım doysun” diyen ve aynen de böyle yiyip içen bir kısım ayrıcalıklı zümrenin başkalarının tabağından, yani milletin vergisinden yediklerini de ayetli, hadisli şekilde kamuoyuna güzelce bir duyursun… 

Daha önce “Kurumsal din itibarını yitirecek, sekülerizmin baharı olacak” demiştiniz. Hâlâ aynı fikirde misiniz?

Hâlâ aynı fikirdeyim. Muhafazakâr kitlenin kendi hanelerinde ve harimlerinde kıyametin kopuş alametleri belirdi. Özellikle bu kitlenin kendi çocuklarıyla arasında ciddi çatışmalar baş gösterdi. Söylem ile eylem arasındaki tutarsızlıklardan ötürü, muhafazakâr ailelerde yetişen gençler hem kendi ebeveynlerinin yapıp etmelerine hem de onların destekledikleri siyasi harekete bakarak dini değerleri dahi sorgular hale geldi. Başka bir ifadeyle, muhafazakâr muhitte dünyaya gözlerini açıp bu muhitte yetişen gençlerin pek çoğu ebeveynlerin destekledikleri siyasi iktidarın yıpranmasına koşut olarak dini değer sorgulamasına başladı ve dolayısıyla siyasi iktidarla dini aidiyetin bütünleşmesi ölçüsünde kendilerini de kendi ailelerinden, çevrelerinden uzaklaştırma ve farklılaştırmaya yöneldi. İşte size kıyametin alametleri, gençlerle ilgili bu kıyametin kopması ise kuvvetle muhtemel olarak ilk seçimde gerçekleşecek.

Diyanet İşleri Başkanı’na da birçok noktada“Şeyhülislam” benzetmesi yapılıyor, ne dersiniz?

Tarihte kırılma noktası Ebussuûd’un 30 yıllık dönemidir. Malum saray entrikalarıyla meşhur Osmanlı Devleti’nde bir şeyhülislamın 30 yıl bu makamda kalabilmesi her babayiğidin harcı değildir. Ebussuûd ile birlikte şeyhülislamlık makamından sâdır olan fetvaların hatırı sayılır bir kısmı siyasi iradenin yapıp ettiklerini onaylayıcı mahiyette olmuştur. Bu dönemde şeyhülislam ve şeyhülislamlık, sultanın irade-i seniyyesini ve örfi sultanisini büyük ölçüde dini argümanlarla meşrulaştırma makamına dönüşmüştür. Bu durum aslında dine yüktür; bugünkü Diyanet İşleri Başkanı  Ebüssuûd dönemindeki şeyhülislamlığa özenir izlenimi vermektedir. Bu haliyle, Diyanet’in hem dine hem devlete yük olduğu kanaatindeyim. 

“Diyanet olacaksanız ve bir dini temsil iddiası taşıyorsanız, milleti ‘sen batılsın, sen hakikatsin’ diye sorgulamak yerine senden önce de bu topraklarda var olan en az senin kadar vergisiyle bu devlete katkıda bulunan kim varsa hepsini temsil edeceksiniz, hakikat iddiası yapmayacaksın. Sünnilik böyledir diyeceksin, Alevilik böyledir... Ama sen öyle yapmıyor, normatif bir hüküm kuruyorsun. Kendi varlığını tahkim eden maddi imkânları sağlarken o beğenmediklerinin de imkânlarını kullanıyorsun. Onların vergilerini alıyor ama dini söylemle sövüyorsun.”

İSTERSEN KONFETİ GİBİ AYET YAĞDIR, BU MİLLET DAHA DİNDAR OLMAZ

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, üniversite kampusları, öğrenci yurtları, hapishaneler ve hastanelerde Kuran kursları açacaklarını duyurdu. 31 Aralık 2020 verilerine göre zaten 19 bin 503 Kuran kursu var. Yeterli değil mi? Bu arada arşiv tararken rastladım. 8 Şubat 2017’de Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, “İlahiyat ve imam hatip lisesi mezunu sayısı kontrolsüz” demiş.

Vaktiyle İslamcıların Kemalistleri ve Kemalist söylemleri eleştiri biçimleri “Halka rağmen halk için” sözünde karşılık bulurdu ancak bunlar da kendi dini-siyasi-ideolojik icraatlarını sanki “Halka rağmen Hak için” yapıyorlar. Yine vakti zamanında İslamcılar Kemalistleri jakobenlikle eleştiriyorlardı. Şimdi kendileri “Hak” uğruna jakobenlik yapıyorlar. Memleketin 100 küsur ilahiyat fakültesine ihtiyacı var mı? Çok küçük yaşta Kuran kursu eğitim-öğretimi hususunda millet ne diyor? Anadolu liselerinin yerine imam hatip liseleri açma konusunda halkın genel kanaati ne yönde, gibi hiçbir soru sorma ihtiyacı duymaksızın ve milletin genel fikrini/zikrini zinhar dikkate almaksızın “Ben yaptım oldu” tarzında icraatlar adeta sökün ediyor. Ancak şunu unutmamak gerekir ki bu toplumda sevgi, merhamet, adalet, hoşgörü kültürünü geliştirmenin formüllerini bulmadan, isterseniz milletin başından aşağıya konfeti gibi ayet yağdırın, ne millet daha dindar olur, ne de gençlik… Yolsuzlukların, hırsızlıkların, arsızlıkların vaka-ı adiyeden sayıldığı, kim melanet işlerse yanına kâr kaldığı, cezasızlığın hükümferma olduğu bir siyasal ve sosyolojik vasatta Kuran bir kez daha nazil olsa yine kâr etmez. Oysa bu milletin gönlünü kazanmanın, hele de topyekûn millet ve memlekete sevgi, merhamet ve adalet duygusu aşılamanın yolu o kadar kolay ve basit ki… Bunun için samimiyet, saf ve temiz bir yürek ve bir Yunus diliyle konuşabilmek kâfi.

Bunu bilmiyorlar mı?

Bilmezler mi, biliyorlar. Gayet iyi biliyorlar. 

Öyleyse neden yapmıyorlar?

Devlet, tüm kurumlarıyla adeta darmadağın ve bu saatten sonra topyekûn toparlama imkânı da yok; ama işin kötüsü siyasi iktidarda böyle bir mecal de yok. Haliyle ne şahlanma ne de uçma şansımız var; zira kol kanat yok artık. Göründüğü kadarıyla elde avuçta tek bir mermi kaldı. O da din, iman, Allah, kitap söylemi üzerinden kimlik siyaseti yapmak ve kronik yaraları kaşıyarak dindar muhafazakâr seçmen kitlesinin saflarını sıklaştırmaya çalışmak… Fakat bana göre bu mermi toplumun geneli nezdinde bu defa hedefi bulmayacak. 

Mustafa Öztürk