Demir Özlü: Vedası olmayan bir anlatıcı! Feridun Andaç’ın yazısı…
Demir Özlü’nün ardı ardına yazılan iki anlatısında (Önünde Boş Bir Uzam, YKY, Feriköy, Mart 2012 / Senin Hayatın, YKY, Stockholm, 2014) karşımıza çıkan anlatıcı ses (ikinci kişi-anlatıcı), onun yansıttığı gerçeklik durumlarının dışavurumunda metne derin bir anlam katar. Bir yanıyla anlatıcının ötedeki yaşamsal öyküsüne tanıklık ederken, diğer yanıyla da imgesel yolculuklarının seyrine çıkarız. Özlü’nün, yer yer, kuşağının “kurucu anlatıcı” olma özelliğini taşıyan anlatıcı sesinin çoğullaşarak yazın yaşamı boyunca sürmesini adanmışlık olarak görmek gerekir. Evet, yazıya adanmış bir ömür…
Feridun Andaç / Cumhuriyet Kitap Eki“Yaşamım kısa bir yaşam olmadı. Ama ondan hatırlayacağım çok az şey kaldı geriye…”
Demir Özlü / “Serüven”
ANLATI DÜNYASINI ZENGİNLEŞTİREN
BİR BOYUT: SÜRGÜNLÜK!
“Gitmek”, “yerinden yurdundan olmak”, “yolda olmak”, “ötelerde olmak”, “sürgünde yaşamak” Demir Özlü’nün edebiyatının değişmeyen yanını oluşturur. Bir diğer belirgin yanı da budur. Kendisiyle bir konuşmamızda, sürgünlüğünden söz ederken, anlatı dünyanızı zenginleştiren bir boyuttur bu dediğimde, şunları söylediğini hatırlarım: “Bizim kuşağın hayata karşı tutumunda olan bir şeydir bu; saydamlık, kendine özgülük, politik duruş…”
Düşünce durakları olan bir anlatıcıdır o. Yaşama eksenidir yazın evreninin biçimleyicisi. Yazmak için vardır. Bakışı, sözü, düşüncesi hepten buna dönüktür. O nedenle sürekli gitmeyi, giderken de yazıda olmayı / kalmayı önceler.
“İyi yazılabilmiş her yazıda bu aksaklıklar da içinde olmak üzere, bütün haksızlıklara başkaldırmadır,” dediğinde; ötede görüp hissettiklerine de göndermeleri vardır: “Kimsenin sesi çıkmıyor. Kalabalıklar bastırılmış düşlerinin soluk imgeleri içinde sürüklenip gidiyorlar.”
ZAMANE SORGUSU VE KENDİ
ZAMANINA DOKUNAN BİR ANLATICI!
Hep “iyi yazı”nın ardında olan bir bakışla yazar Demir Özlü. Anlatının varoluşsal varlığına bağlılığını ortaya koyduğu yapıtlarıyla her dem göstermiştir. Kendi zamanına dokunan bir anlatıcı olması, onu zamane ve güncel kaygıların da ötesi taşır; insanın yeryüzündeki konumunu sorgulamaya yöneltir.
Sürgün kimliğinin yalnızlık adasında dille beslenen bakışına sinen aslında zamane sorgusudur. Öyle ki, birey olma hallerinden onun tekil durumu / duruşuna dönük içkin bir söylemi öne alması anlatılarının izleksel çeşitliliğini sağlar.
KARŞILAŞMA ZAMANI
Demir Özlü anlatısı bende Cibranlı Halit Bey’in Ölümü ile başlar (Memet Fuat’ın Seçtikleriyle: Türk Edebiyatı 1971, de Yayınları, Ocak 1971). Genç, yeniyetme çağında bir okurun okuma belleğine iz düşüren bu anlatı sonrasında, izini sürdüğüm bir yazardı artık Özlü.
Okurluk, yazarlık, yayıncılık yaşantımda kendisine yer açtığım Demir Özlü ile ilk kez yüz yüze gelmemiz sürgünlüğün başkenti Stockholm’deydi. Paris kafelerini anımsatan, Kraliyet Sarayı’na yakın bir mekânda buluşmuştuk. Henüz sürgünlüğü bitmemişti. Dahası kendisine getirilen yasak sürüyordu. İstanbul’u, Türkiye’yi konuşmuştuk…
Yolculuklarından söz etmişti. Ama daha çok da “kuşağını”, “1950 Kuşağı”nın nasıl ayrıcalıklı bir yazarlar topluluğu olduğunu… Bu kendine özgülüğü açıklarken, bir ara ‘kendi yurdunda yabancı olmak’ düşüncesine sözü getirmiş, şunları demişti: “Gidince anlaşılabilen bir şeydir; insan yalnızlığına sığınarak yazarken bunu daha iyi anlıyor…”
Dahası, bunun, toplumun-entelektüel hayatımızın oluşan enerjisinden oluşan; birbirinden çok farklı yazarların aynı dönemde ürün vermeleri, ülkenin ve insanının meselelerine kendi durdukları yerlerden bakmaları bir “kuşak” anlayışını doğurduğunu anlatmıştı. Dergilerdi bizi buluşturan mecra, bir de edebiyat kahveleri… Ferit Edgü, Orhan Duru dostluklarından konuşmuştuk. Ve Paris serüveninden.
KENDİSİNİ OKTAY AKBAL’IN ANLATICI
DUYARLIĞINA DAHA YAKIN BULURDU!
Sürgünlük ve gezginlik onun edebiyatını zenginleştiren en temel olguydu. Özlü, Sait Faikvâri bir “flaneur” değildi. Kendisini Oktay Akbal’ın anlatıcı duyarlığına daha yakın bulurdu. Öyküleri, günlükleri, hatta kısa romanları da o yöndedir. Güncele bakışı, yorumu, politik duruşunu orada çok net dile getirdiği siyasal / edebi denemeleriyle de okuruna uyanış bilinci taşıyan Demir Özlü’yü o uzun “edebi yolculuk”umuzda tanıdıkça; onun yazıya adanmış ömrünün bir kitabının kurulması gerektiğini düşünmüşümdür hep.
En son, kendi adına düzenlenen bir toplantı için, geldiği İzmir buluşmamızda iki şeyi de konuşmuştuk: Kendisiyle yapılan söyleşileri ve edebiyatına dair yazılanları bir kitapta toplamak... Kardeşi Tezer Özlü ile mektuplaşmaları...
Demir Özlü edebiyatını tanıma / anlama yolculuğu için bir başlangıç olabilirdi bu. Bugün, bu kitapların hazırlığını yapmak sanırım ailesine düşüyor.
FERİT EDGÜ İLE MEKTUPLAŞMALAR
VE ‘ÖZ YURDUNDA YABANCI OLMAK’
Ferit Edgü’nün çabasıyla, aralarındaki edebi kardeşlik duygusunun ilk gençliklerinden beri nasıl kurulup geliştiğini anlatan mektuplaşmaları Öz Yurdunda Yabancı Olmak (Yayına Hazırlayan: Mısra Gökyıldız, Sel Yayınları, 2017), hem iki yazarın dünyasını hem de “1950 Kuşağı”nı anlamak / tanımak için iyi bir başlangıç kitabı olarak bizi karşılamıştı. Mektupların getirdiği tanıklığın zenginliğini iki yazarın hayata/yazıya bakışlarını yansıtması açısından değerli buluyorum.
Demir Özlü’nün 24 Kasım 1988’de Ferit Edgü’ye yazdığı mektubuna yansıyan şu düşünceleri sanırım o tanıklığın önemli bir kanıtıdır: “Sen iyi bir yazarsın Ferit. Eline aldığın her kurgu özgürleşiyor, çok ayrı, sana has bir hava alıyor. O metinlerin birçok iyi yanlarını görüyorum. Ama sanıyorum ki, ileride, başka nitelikler de kazanacaklar…”
Edgü’nün yazdığına yansıyan şu tümceler ise Demir Özlü’yü anlamamıza iyice kapı aralar niteliktedir:
“Biliyorum, dilinden yazdığın toplumda bir ışık, hiç değilse seni de aydınlatan bir ışığın yanmasını bekliyorsun. Ve bu ışığın yanmaması yeni bir kırıklığı yaratıyor. Yurttaşlıktan atılan sürgündeki Demir Özlü’nün gördüğü ilgiyi Demir Özlü’nün kitapları görmüyor. Toplumun, okur / yazar kesiminin, senden, durumun dolayısıyla beklediği yazdıkların değil yazmadıkların. Ve hiçbir zaman yazmayacakların.” ( 1 Haziran 1988)
Fotoğraf: Uğur Demir
DİL BİLİNCİ, DİL DUYGUSU, BİR YERİ
YAŞAMAK / ANLATMAK TUTKUSU
EDEBİ MİRASININ RENGİ SOLUĞUYDU!
Oysa o, o günden sonra da durmadı yazdı, anlattı insanın yeryüzü serüvenini kendi serüvenine katarak bir dünya kurdu. Kendini zaman içinde zamanlara taşıyan bir dilin anlatıcı oldu hep. Gören, hisseden, gidip yeniden yeniden dil-içinden hayata bakan bir anlatıcı oldu.
Zaman zaman da anlatılarına sinen “buruk ama derin bir sevgi olan nostalji” duygusuyla karşıladı bizi Demir Özlü. Oradaki dil bilinci, dil duygusu, bir yeri yaşamak / anlatmak tutkusu onun edebi mirasının rengi soluğuydu…
İzmir buluşmamız son bir veda gibiydi. İstanbul’a birlikte gidelim dediğimde; içinin artık o kenti kaldıramadığını söylemişti. Oysa ne çok bağlıydı İstanbul’a, kentin ruhunu anlatan metinlerini hatırladıkça Demir Özlü’nün tek veda edemeyeceği kentin İstanbul olduğunu düşünüyordunuz ister istemez…