Türkiye'nin 'Batı'nın Sözcüsü' Konumu Değişti mi?..

cumhuriyet.com.tr

Türkiye’nin ilk kez “Batı’nın Sözcüsü” olarak nitelendirilmesi, 18 Nisan 1955’te Bandung’da toplanan “Bağlantısızlar Doruğu”nda gerçekleşmişti. O zamandan bu zamana acaba Türkiye’nin bu konumu değişmiş midir yoksa yine birçok devletin gözünde ülkemiz “Batı’nın uydusu” olarak görülmeyi sürdürmekte midir?

1950’li yıllara kısaca dönerek geçmişi biraz anımsayalım. İkinci Dünya Savaşı ertesinde, Avrupa devletlerinin sömürgesi olan birçok Asya ve Afrika ülkesi bağımsızlığını kazanmış ve bunlar, yeniden büyük devletlerin nüfuzu altına girmemek için kendi aralarında işbirliği yapmak istemişti. Asya ve Afrika’da bağımsızlığını yeni kazanmış devletlerin iki blok (Batı Bloku ve Sovyet Bloku) karşısındaki tutum ve davranışlarını saptamak, bu devletlerin aralarındaki örgütlenmeyi sağlayabilmek ve bağımsızlığını henüz kazanmamış ülkelerin bağımsızlık savaşımlarına yardımcı olabilmek amacıyla, Asya ve Afrika devletleri 18 Nisan 1955’te Bandung’da toplandı. Bu konferansa Türkiye de çağrılmıştı. Türkiye’nin Bandung’a çağrılması, dış politikadaki tutumu yüzünden değil, yalnızca Asya’da geniş topraklarının bulunması nedeniyleydi.

DP yönetimi

Türkiye, başlangıçta Bandung Konferansı’na katılmak niyetinde değildi ve kendisine yapılan daveti reddetmişti, çünkü Demokrat Parti yönetimi, tarafsız ve bağlantısız bir dış politika izlemenin mümkün olamayacağını düşünüyordu. Ancak müttefiklerinin ve özellikle ABD’nin baskısı sonucunda, Türk hükümeti 1955 Mart’ında konferansa katılma kararı aldı. Başbakan yardımcısı Fatin Rüştü Zorlu, 1956’da TBMM’de şöyle bir konuşma yapmıştı: “Biz Bandung’a son dakikada gittik. Bu iştiraki müttefiklerimiz çok arzu ettiler, aman gidin dediler, siz gitmediğiniz takdirde, çok fena olacak dediler.”
Şimdi sizlere sormak isterim: Bir hükümet, nasıl olur da, bir başka devletin ya da başka devletlerin kararlarıyla kendi kaderini çizebilir ve dış politikasını, diğer devletlerin iradeleri ve istekleri doğrultusunda biçimlendirebilir?..
Atatürk’ümüzün “tam bağımsız” olarak nitelendirdiği Türkiye Cumhuriyeti, nasıl olur da, bağımsız statüsünü bir yana iterek, kendini yarı bağımlı bir duruma getirmeyi yeğleyebilir?.. Böyle bir dış politika anlayışını anlayabilmek ve böyle bir politikayı hoşgörüyle karşılayabilmek mümkün olabilir mi?.. Devlet bakanı ve başbakan yardımcısı konumunda olan Fatin Rüştü Zorlu’nun yukarıda yer alan sözleri, devletin en üst kademelerinden birinde bulunan bir yetkilinin “vatan haini” olarak nitelendirilmesine yetmez mi?..
Türkiye’yi, Bandung’da, devlet bakanı ve başbakan yardımcısı Fatin Rüştü Zorlu’nun başkanlığında bir heyet temsil etti. Zorlu, 21 Nisan tarihli toplantıda yaptığı konuşmada, özellikle komünizm tehlikesi üzerinde durmuş ve tarafsızlık politikasını kınamıştı. Zorlu’nun bu açıklaması, hemen hemen tümü tarafsızlık politikasını benimsemeyi amaçlayan devletler nezdinde son derece olumsuz etki yarattı.

Türkiye’nin tutumu

Konferansta Türkiye, NATO’yu ve Batı Bloku’nu savunmakla, NATO’yu yeni-sömürgeciliğin bir aracı olarak gören, her türlü blokun aleyhinde olan ve tarafsızlığı dış politika ilkesi olarak kabul eden devletlerin karşısında yer almıştı. Bu devletler, Türkiye’yi Batı’nın sözcüsü olarak algılamıştı. Fatin Rüştü Zorlu’nun kendisi de, Türkiye’nin, Bandung’a Batı’nın sözcülüğünü yapmak üzere ve Batı’nın diretmesi üzerine gittiğini açıkça söylemişti.
Türkiye, Batılı devletlerin sömürgesi olan ülkelerin bağımsızlık savaşımlarına ilişkin BM’de yer alan görüşmelerde de, ne yazıktır ki, Batılı devletlere karşı verdiği Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı unutarak, sömürgeci konumunda olan Batılıların yanında yer almıştı! Örneğin, Türkiye, 1955 yılında BM Genel Kurulu’nda, Asya-Afrika devletlerini karşısına alarak Cezayir’in bağımsızlığı konusunun gündeme alınmaması için oy kullanmıştı. Öte yandan, Aralık 1958’de BM Genel Kurulu’nda, Cezayir halkının bağımsızlık hakkının tanınması ve Fransa ile Cezayir Cumhuriyeti Geçici Hükümeti arasında görüşmelerin gerçekleştirilmesi çağrısına yer veren kararın oylamasında da, Türkiye ve ABD çekimser oy kullanmıştı. Oylamada Türkiye’nin çekimser kalması, hem Fransız hem de Cezayirli liderler tarafından Fransız tutumuna verilen diplomatik destek olarak algılandı. Bu sığ görüşlü dış politika, ilerideki yıllarda Kıbrıs konusunda BM’de yapılan görüşmelerde ve oylamalarda, Türkiye’nin Asya-Afrika devletlerince yalnız bırakılması sonucunu doğuracaktı.

Atatürk’ün sözleri

Burada, Mustafa Kemal Paşa’nın, 23 Ocak 1923 tarihinde “The New York Herald” isimli gazeteye verdiği röportajda, dünyadaki sömürge-karşıtı ve ulusal bağımsızlık hareketlerine ilişkin söylediği sözleri anımsatmakta yarar olacağı görüşündeyim: “Sürekli barış ve silahsızlanmanın gerçekleşebilmesi, ancak büyük güçlerin devlet adamlarının, tüm ulusların, küçük ya da büyük, bağımsızlığa ve kalkınmaya eşit haklarının olduğunu kabul etmeleri durumunda mümkün olabilir.”
Büyük Atatürk’ün bu sözleri sarf etmesinden 20 yıl sonra ise, Türkiye, Cezayir’in bağımsızlık savaşımına karşı Fransa’nın yanında yer almayı yeğlemişti. Oysa, Cezayir ulusal kurtuluş hareketi liderleri, hareketlerinin başlangıcında Türkiye’nin verdiği ulusal bağımsızlık savaşını kendilerine örnek almıştı. Cezayir kurtuluş hareketinin önderlerinden
Messali Hadj, Mustafa Kemal Atatürk’ün Müslüman dünyası için bir ilham kaynağı olduğunu dile getirmiş ve kendi hareketlerinin Atatürk’ün yolunu izlediğini belirtmişti.
Demokrat Parti döneminde uygulanan Batı yanlısı dış politika, Türkiye’de dış politikayı oluşturanların ulusal çıkarlardan çok, Batı’nın çıkarlarını gözettiklerinin açık bir göstergesiydi. Ne yazık ki, 1950’li yıllardan bugüne değin Türkiye’yi yönetenler, dış politikada aynı yanlış tutumu sürdürmüş ve devletimizin ulusal çıkarları ikinci plana atılmıştır!