Tıp tarihimizin en değerli parçası önce çürütüldü, sonrası malum...

İngiliz General Townshend’in esir tutulduğu binada nice hasta şifa buldu. İsmet İnönü, Rıfat Ilgaz, Ece Ayhan sadece birkaçı. Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) müşavirlerinden Dr. Donald R. Thomson Heybeliada Sanatoryumu’na hayran kalmıştı

Mustafa K Erdemol

Türkiye’de verem hastalığına karşı verilen mücadelenin en önemli sembollerinden biri olan Heybeliada Sanatoryumu’nun, 2005’ten beri kapalı olmasına rağmen bir gün en azından bir müze olarak tıp tarihimizin bir parçası olmaya devam edeceği umuluyordu. Umulan olmadı. Heybeliada Sanatoryum’u Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredildi.

Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde, günün koşullarının tüm zorluklarına rağmen İsviçre’deki bir sanatoryumu model alarak yapılan kurum sadece tedavideki başarısıyla değil, tedavi sırasında ve sonrasında sunduğu hizmetle de benzersizdi. Verem hastalarına ayakkabıcılık, çorapçılık, fotoğrafçılık, heykeltıraşlık, saatçilik, daktilo kursları veriliyordu. Hastayı hayata bağlamanın bundan güzel yolu olabilir mi? Kaldı ki bu kurslara katılanların çoğu bir meslek sahibi de olmuşlardı.

SADECE 50 BİN TL

Aynı zamanda çok da uzman yetiştirdiği için Dünya Sağlık Örgütü’nce “araştırma eğitim hastanesi” olarak kabul edilmişti. Hastane hizmete açılana kadar hastaların, tabii durumu iyi olanların, yurtdışına gitmek zorunda kaldıkları dönemde Sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam, tahsis edilen 50 bin TL gibi çok az bir parayla bir profesör ile bir uzmanı Heybeliada’da sanatoryum kurmak üzere görevlendirdiğinde tarih 15 Ağustos 1924’tür. Ada’nın seçilmesi rastlantı değildir tabii. Bölgenin verem tedavisi için en uygun yer olduğu, 1500’lü yıllardan beri bilinmekte, bu kimi gezginlerin yazdıklarında da vurgulanmaktadır.

Sanatoryum yapılıncaya kadar ülkede veremle savaş, dernekler aracılığıyla sürdürülüyordu. Sağlık Bakanlığı, o zamanki adıyla Sıhhiye ve İçtimai Muavenet Vekâleti, Heybeliada’nın Çamlimanı’ndaki Yeşilburun bölgesi ile buradaki bir binayı tesis için uygun gördü. Binayı almak da öyle kolay olmadı. Dönemin Muhacirin İdaresi’nin çıkardığı zorlukların üstesinden gelinerek sanatoryum inşa edildi, 01.11.1924 tarihinde de hizmete girerek hasta kabulüne başladı. Yeni yeni eklemelerle genişleyen hastanede 1954 yılında rehabilitasyon merkezi ile hemşire okulu faaliyete geçti.

1947 yılında Dr. Ahmet Erbelger ile 1951 yılında da, Dr. Siyami Ersek’in tam gün kadrolu çalışmaya başlamaları hastanenin çalışmalarını hızlandırdı. Hastane zamanla ülkenin ilk göğüs cerrahisi merkezlerinden birine dönüştü.

THOMSON HAYRANDI

Dr. Gökçe, kitabında Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) müşavirlerinden Dr. Donald R. Thomson’un sanatoryuma olan hayranlığından da söz ediyor: “Bilhassa müessesemizin hayranlarındandır. Ve sanatoryumumuzu Dünya Sağlık Teşkilatı’nda ve milletlerarası sahada ileri sürmekte ilk defa müessir olan bir zattır. Burası benim ziyaret edip de hasta olarak yatmak istediğim ilk sanatoryumdur” diyecek kadar mübalağalı bir şekilde izhar edecek derecede ileri gitmiştir”.

POLİTİKACI DA ŞAİR DE YAZAR DA YATTI

Türkiye’nin ilk verem hastanesi olan Heybeliada Sanatoryumu’na İsmet İnönü, Rıfat Ilgaz, Ece Ayhan başta olmak üzere edebiyat, sanat, politika dünyasından tanınmış insanların da yolu düştü. Şimdi Diyanet’e devredilen sanatoryum 1980 sonrasının sağlık politikaları karşısında ayakta kalamadı. Yakıtı, gıda, elektrik, su masrafları Sağlık Bakanlığı tarafından ödenirken hepsi kesildi bunların. 1999 depreminde binaları hasar gördü. Sonunda “denizyoluyla ulaşımın zorluğu ve yeterli hasta bulunmaması” gerekçe gösterilerek 2005’te tamamen kapatıldı.

BAŞHEKİMİN ANILARI

Hastanenin 1925 - 1955 yılları arasında başhekimliğini yapan, kurulması için de hayli çaba gösteren Dr. Tevfik İsmail Gökçe’nin “Heybeliada Sanatoryumu, Kuruluşu ve Gelişimi” adını taşıyan bir kitabı var. Biz bu kitaptan kendisi de doktor olan Baki Çokneşeli’nin 6 Ocak 2011 tarihi Adalar Postası’ndaki yazısı sayesinde haberdarız. Dr. Çokneşeli’nin “474 sayfalık çok nadir bir eser” olarak tanıttığı kitapta Dr. Gökçe şunları yazıyor: 

“Bize verilen bina Birinci Dünya Harbi sıralarında Mektebi Harbiye Müdürü olan Vehip Bey tarafından Harbiye mektebi talebelerine nekahethane olarak yapılmıştı. İngiliz generali Tawnshend’in esaret yeri olmuş ve daha sonra görülen zaruret üzerine muhacirin idaresine devredilmiştir. Bina, uzun müddet muhacir iskân edilmiş olmak itibarile çok harap bir halde idi.

Tapusu olmadığı gibi kendine mahsus bir arazisi de yoktu. Hatta yanı başında bir de gazino vardı. Gazinocunun iddiasına göre bu arazi, binanın arsası da dahil olmak üzere, Kudüs Manastırına aittir ve kendisi de kirasını oraya yollamaktadır. Bu iddiaların hiçbir esasa istinat etmediği ve senelerce buraların fuzuli olarak işgal edildiği anlaşılınca, kendileri derhal çıkarıldılar ve tur yolu hudut olmak üzere, o zaman için kafi bulduğumuz 3850 metre murabbalık yeşil burun kısmı sanatoryum arazisi olarak kabul edildi ve tel örgü ile çevrilerek tahdit edildi.”

ÇÖP DEDİKODUSU

Yıllar geçmekte, hastane gelişmektedir ama her zaman mali sıkıntı yaşamaktadır tabii. Bu sıkıntılar hastane yönetimini kendi araç gerecini yapmak zorunda bırakır. Dr. Gökçe, hastanenin çöpleri konusunda dedikodular çıkınca, “Nihayet 1940 senesinde bir çöp fırını yaparak meseleyi esasından halletmiş olduk” diyor. Bakın ne yazmış: “O zamandan beri çöplerimiz, yemek artıkları da dahil olmak üzere, bu fırında yakılmaktadır. Bu fırında yemekler de yakıldığı için duman ve kokulardan mıntıkayı korumak üzere ilk ocaktan çıkacak dumanı yakacak tertibat da vardır. Bu ilhamı bana veren arkadaşım Zühtü Erman’ın Avrupa’da görmüş olduğu bir tertibatı hikâye etmesidir. Bir Macar firmasına ait olan bu fırın getirilmek istenmiş, fakat harp sebebiyle bu imkân görülmediğinden ondaki esas nazarı itibara alınarak kendi teknisyenimiz Kadri Eriş tarafından yapılmıştır.”