Şiir Erkök Yılmaz'dan 'Aile İçi Muhabbet'
1978’den bu yana yazdıklarını yayımlayan ve daha çok öykü verimleriyle tanınan Şiir Erkök Yılmaz, ikinci romanı “Aile İçi Muhabbet” ile okur karşısında. Roman, 1960’ların Ankarası’na doğru yapılan bir yolculuğun ürünü ve dönemin tüm renklerini, sınıf atlamak için çabalayan bir aile üzerinden veriyor. Erkök Yılmaz ile kitabını ve kırk yıllık edebiyat yolculuğundan yansıyanları konuştuk.
Eray Ak / Cumhuriyet Kitap Eki
- 1978'den bu yana yazdıklarınızı yayımlıyorsunuz. Dolayısıyla kırk yıllık bir edebiyat yolculuğu söz konusu dünden bugüne... Bu yolculuktan konuşarak başlayalım söyleşiye. Nasıl geçti bu kırk yıl sizin için? Yazı yolculuğunuzda ne gibi kırılmalar, ne türden dönemeçler aştınız? Yazıyla ilişkinizi de işin içine katarak dinlemeyi çok isterim...
-Yolculuğum düz bir çizgide ilerlemedi. Somut ile soyut anlatımlar arasında dalgalı bir seyir izledi diyebilirim. Ancak biri bitip diğeri başlamadı, iki anlatım biçimi, bir arada, eş zamanlı olarak yürüdü. Öykülerimi kitaplaştırırken somut/soyut ayrımına dikkat etmeye çalıştım. Sıradan insanların gündelik yaşamlarından kesitler anlatırken somut; daha evrensel, sosyo-politik diyebileceğim öykülerimde soyut anlatıma sığındım. Keskin dönemeçler, yol ayrımları olmadı. Başlangıçta biçim denemelerine daha sıklıkla yer veriyordum: iki sütun üzerinde ilerleyen öyküler, iç seslere karışan konuşmalar, sırf diyaloga dayalı metinler, hem yatay hem dikey okunabilen öyküler gibi… Giderek yazılarımda teknik yeniliklere daha az yer vermeye başladım. Son yıllarda yazdıklarım iyiden iyiye kısaldı, hap kadar küçüldüler. Bunu iyiye mi kötüye mi yormalı, bilemiyorum.
- Daha çok öyküler okuduk kaleminizden. Kırık yıla sığmış beş öykü kitabı... Ancak henüz okur karşısına çıkan Aile İçi Muhabbet'le beraber iki de roman var. Bu iki türle ilişkinizi de öğrenmek isterim. Farklı disiplinler gerektiriyor sonuçta. Yazacaklarınızın hangi yolda ilerleyeceği kararını metinler mi belirliyor? Yoksa daha farklı bir ilerleme yönteminiz var mı?
-Ben roman yazmaktan çekinmişimdir. Altından kalkamayacağım kaygısı sürekli hep içimde. Yazdıklarımı hep öykü olarak kafamda kurguladım. Abdullah’ın Ablası da bence uzun öykü. Aile İçi Muhabbet’i de uzun öykü olarak düşünmüştüm. Derine inince roman oldu. Her yazı kendi kalıbını ve uzunluğunu yazarına dikte ettiriyor gerçekte. Yazmadan önce kafanızda kurguladıklarınızla yazdıktan sonrakiler arasında ister istemez farklılık yaşanıyor. Bu söylediklerimin, dizginleri tamamen kalemime kaptırdığım anlamına gelmesini istemem. Kalem kadar, belki kalemden çok makas kullanırım.
“ÖYKÜ YAZMAK TİTİZ BİR ÇALIŞMA İSTİYOR”
- Peki, öykü dili ve şeklini iyi bilmenizin, öyküyle aranızın iyi olmasının romanlarınıza nasıl bir katkısı olduğunu düşünüyorsunuz ya da bir katkısı olduğunu düşünüyor musunuz?
- Öykü yazmak titiz bir çalışma istiyor, sözcükleri tam yerinde ve zamanında kullanmayı gerektiriyor, yani öykü yazarken savurganlık yapma hakkınız yok. Sürekli az, ama öz söylemeniz gerekli. Romanda yayılabildiğiniz kadar yayılabilirsiniz. Hatta yayılmalısınız belki… Öykü yazarı olarak ben ne kadar yayılabildim, yayılmalı mıydım? Derinlik nereye kadar, nasıl olmalı? Roman yazmak farklı bir teknik gerektiriyor. Öykücülükten getirdiğim alışkanlıkla kurgu ve sözcük kullanımında sıkıntı yaşamadım ama öyküdeki titizliği sürdürerek roman kaleme almayı hiç kimseye öğütlemem… Tam bir işkence!
- Buna paralel bir soru daha; öykülerden sonra roman yazmaya başlamış yazarların kaleme aldıklarında da öykünün etkisini duyumsayabiliyor musunuz? Bu etkinin olumlu ve olumsuz alınabilecek yanları neler sizce?
- Öykü etkisi kendini sıkı bir anlatımla duyuruyor bence. Buna olumsuzluk denemez. Ancak ben öykücülerin çok uzun roman yazabileceklerini düşünemiyorum, doğrusu. Gene de bu konuda iddialı konuşmak istemem. Benim bilmediğim çok iyi örnekler vardır kuşkusuz.
- Peki, Aile İçi Muhabbet'i, bir öykücünün romanı olarak adlandırabilir miyiz?
- Olabilir, neden olmasın? Bu romanı kurgularken şöyle düşündüm aslında; ya olay eksenli yazacaktım ya da kişi eksenli... Ancak ikisinin de dışına çıkmak istedim. Okurlarımın tek bir olaya, ya da tek bir kişiye kapılmasını istemedim. O zaman da bir ailenin on küsur senelik bir dönem içinde karşılaştıkları olaylar çıktı ortaya. Aile olarak toplumsal bir geçiş yaşandı. Bu romana on küsur yılın öyküsü de diyebilirsiniz.
“DİBİ BULMAK, SU YÜZÜNE ÇIKMAK...”
- Bu romanla üzerine gitmek istediğiniz meseleler neydi? Hangi başat dert bu romanı yazmanızı tetikledi? Bu derdin iç dünyanızdaki karşılığını da merak ediyorum ayrıca...
- Evlenme çağına gelen kız çocuklarını evlendirmek, yalnız kız çocuklarını mı oğlanları da baş göz etmek ailelerin hatta çevrenin başlıca derdidir. Sonra da çocuk, diye tutturulur. Kız çocukları içinse ayrı bir ev açmak bir bakıma özgürleşmenin yoludur. Ne denli zavallı bir özgürlük olduğu bir süre sonra anlaşılır tabii. Bu baskılar bugün büyük kentlerin belli kesimlerinde zayıflamış görünse de hâlâ sürüp gitmekte. Tabii bana bu romanı yazdıran tek başat dert bu değildi. Aile içi ilişkilerin bireye özgürlük alanı bırakmayan iç içe geçmişliği iyi bir dürtü oluşturdu.
- Aile İçi Muhabbet, adından da anlaşılacağı üzere en başta aile üzerine düşünen bir roman. Peki, bu ilginç ve zengin malzeme veren sosyolojik yapıya karanlık mı, yoksa aydınlık mı bir ışık tutmayı amaçladınız? Bir yazar için nasıl bir kaynak söz konusu burada?
- Sizin de belirttiğiniz gibi aile zengin malzeme verebilecek bir sosyolojik yapı. Aile içi ilişkiler koruyucu, sarmalayıcı, güven verici olduğu kadar sıkıcı, tutucu, bunaltıcı olabilir. Aile ile birlikte dibi boylamak, dipten su yüzüne çıkmak da mümkün. Tek bir yanına ışık tutmak istemedim ancak ışık ne yana kaydı, ona siz karar verin.
- Ortasınıf bir aile romanınıza konu olan; Güven Ailesi... Fakat bulunduğu konumdan -özellikle bazı üyeleri- rahatsız ve sınıf atlamak için çabalamaktalar. Bu sınıf mücadelesi ne anlatır bize? Özellikle tıpkı Güven Ailesi gibi taşradan kente göç etmiş ailelerde neyin simgesi hâlini alır bu sınıf bilinci? Aynı şekilde romanınız özelinde nasıl bir zemin kaplıyor?
- Güven ailesi için sınıf atlama “ev” ve “çevre” değiştirme şeklinde yaşanmakta. Taşra ile ilişkisini özellikle koparan bir aile reisi var. Ailenin diğer bireyleri de geldikleri kenti ve orada bıraktıkları ailelerini aramıyor, bilmiyor, tanımıyorlar. Neden sonra aile “kibar” bir semte taşınınca, kızları “iyi” bir evlilik yapınca taşrada bıraktıkları akıllarına geliyor. Yeni yeni yerleşmeye başladıkları “ev” ve “çevre”nin hiçbir biçimde riske atılmaması gerekiyor: Alt sınıfla kazara kurdukları ilişkiyi ânında silip atıyorlar. Üst sınıftakilerin de aileye pek yaranabildiği söylenemez. Onlar, aile tarafından özenilen ama benimsenmeyen kişiler.
“ANKARA’NIN YAKASI HEP İLİKLİDİR”
- Aile İçi Muhabbet’in şehri Ankara; sizin şehriniz... Bir yazarın şehriyle kurduğu ilişkiyi anlatır mısınız bize? Bir de bu romanın üzerine düşündüğü en önemli sorunlardan biri olan “suyun başında olma”anlayışıyla nasıl bir ilişkisi var Ankara’nın?
- Ankara yakası hep ilikli, hep kravatlı şehirdir. Kendini bu haliyle benimsetip sevdirir. Kendine âşık etmez ama alışkanlık yaratır. Severim Ankara’yı. Beni biçimlendiren öğelerden biridir, nasıl vazgeçerim. “Suyun başı” meselesine gelince… Bu soruya izninizle iktisatçı olarak yanıt vereyim. Kaynaklar kamu eliyle dağıtıldığı sürece Ankara “suyun başı” olmuştur. 1980 sonrası piyasa ekonomisinin başat kılınmasıyla birlikte Ankara’nın kaynak transfer işlevi zayıfladı ama ihaleler ve memuriyet dağıtımı gene de transfer mekanizmalarının başında geldiği için Ankara tamamen önemini yitirmiş değil. Bir de bunlara milletvekillikleri ve bakanlıkları eklerseniz, her bahtı kara (!) Ankara’dan yardım umar.
- Kentlilik-Taşralılık... 1960'ların kentli bakışına, en azından kentli olmak için çabalayan bakışına güzel bir örnek romanınız. Nereden bakarsanız bakın, hangi sorundan bahsederseniz bahsedin bir nezaket yumağına sarılı her şey. Bugünün kentli bakışını sormak isterim size... Dünden bugüne bir erezyon yaşadığımızı düşünüyor musunuz bu bakışta ve sizce bunda neler etken?
- “Nezaket yumağı” dediğiniz şey demin Ankara’dan söz ederken anlatmak istediklerimde saklı aslında. Bürokrat kimliğinizle “suyun başına” oturuyorsanız, o kimliğin gerektirdiği bir “mesafe” ve “ciddiyet” takınmanız gerekiyor. Kuşkusuz artık kravat takılmıyor, yakanın ilikleri de çözüldü. Dışa açılma ve piyasa ekonomisi “suyun başı”nı Ankara’dan İstanbul’a taşıdı. Güven Ailesi de İstanbul’a göç etti, dikkat ederseniz. Nasıl bir erozyon yaşayacaklar kim bilir… Beni 1980 sonrası için bir roman yazmaya zorluyorsunuz sanırım.
- Peki bu zaman dilimi, 1960’lar neden önemliydi sizin için? Anlatmak istediklerinize nasıl bir zemin meydana getirdi?
- 1960’larda eğitim, diploma, yüksek okul mezunu olmak, sizi toplumsal hiyerarşinin üst basamaklarına taşıyabilen etmenlerdi. Kamuda yükselmek, iyi bir maaş ve ev, araba, hatta yazları kamplardan yararlanmak demekti. Romanımdaki aile bireyleri de “üniversite” okuyarak bir yere geldiler ve seslerini duyurdular. Parasal sıkıntıları hep vardı ama yarışabiliyorlardı. Benim özelimde ise 1960’lar fakülte yıllarım, gençliğim, özlemlerim, umutlarım…
- Son olarak romanla geçirdiğiniz süreci sorayım. Zorlu, keyifli, yorucu... Nasıldı?
- Yazmak her zaman için keyifli ve matrak. Yazdıklarınızı defalarca “soğuk gözle” okumak ise sıkıcı.
Aile İçi Muhabbet / Şiir Erkök Yılmaz / 208 s.