Prof. Aykut Lenger'den kritik uyarı: Olası bir kapanma işsizliği, döviz kurunu ve enflasyonu yükseltecek

Ege Üniversitesi İktisat Profesörü Aykut Lenger: İşsizlik, gelir dağılımındaki bozukluk ve yoksulluk, Türkiye’nin en can yakıcı sorunlarının başında geliyor. İyi kötü bir gelire sahip olan insanlarımızın bile açlıkla karşı karşıya kalabildiklerine tanık oluyoruz. Türkiye ekonomisine güven azaldı ve kırılganlık arttı.

Şehriban Kıraç

Ege Üniversitesi İktisat Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Aykut Lenger, “Artan işsizlikle birlikte yoksulluğun çok daha fazla artacağını vurgulayarak “Yazık ki vatandaşı çok zor günler bekliyor. Yaz döneminde kapanmanın sona ermesiyle iş bulma olanakları artsa da salgın henüz sona ermediği için önümüzdeki dönemde büyük bir belirsizlik var. Yeni bir kapanmada bu insanların iş bulması çok zor” dedi.

Faizin idari kararla değil, ancak sermaye birikimini güçlendirerek düşürülebileceğine dikkat çeken Lenger, Merkez Bankası net rezervlerinin negatif düzeylere düşmesiyle, Türkiye ekonomisine güvenin azaldığını ve kırılganlığın arttığını vurguladı. Prof. Dr. Aykut Lenger ile Türkiye ekonomisinin yaşadığı krizi konuştuk.

- Türkiye ekonomisi bu noktaya nasıl geldi?

Bu noktaya gelişimizi, küresel salgının yanı sıra;  sistemik, yapısal ve yönetim pratiğine ait sorunlarla açıklayabiliriz. Sistemik sorunları anlayabilmek için egemen ekonomi anlayışına ve Türkiye’nin uluslararası üretim ilişkileri ağı içindeki rolüne odaklanmak gerekir. 1980 sonrasında küreselleşme eğilimiyle birlikte, Dünya ekonomisinde devletin ekonomik bir aktör olarak tamamen dışlandığı neo-liberal bir düzene geçilerek, dış ticaret ve sermaye akımlarının önündeki engeller kaldırıldı. Aşamalı olarak son kırk yıldır egemen olan küreselleşmenin felsefi arka planında, kutsanmış bir ‘piyasa her türlü ekonomik sorunu çözer’ anlayışı belirgindi. Piyasa, ekonomik sorunları çözer; ama güçlüyü daha da güçlendirerek, zayıf olanı daha da zayıflatarak, gerektiğinde yok ederek, çözer. Bugün ABD’de sokaklarda yaşayanlarla, uzaya gitmek için milyar dolarlar harcayan insanların bir aradaki varlığını bu şekilde anlayabiliriz. Böyle bir yapıda, üstünlükleri ve zayıflıkları farklı olan ekonomilerin de birbiriyle ilişkileri güçlünün daha güçlü, zayıfın daha zayıf hale gelmesine yol açar. Küreselleşme üretimin belli aşamalarını Batıdan Doğuya kaydırarak, küresel bir üretim zincirinin oluşmasını sağladı. Herhangi bir ülkenin ancak bu zincire katılarak gelişebileceği iddia edilse de, ortaya konan katma değerin aslan payı her zaman merkez Batı Ülkelerinde kaldı. Bu süreci iyi yöneten bazı Doğu ülkeleri olsa da, Türkiye bunlar arasında değildir. Bu küresel değer zincirine katılma çabasında olan Türkiye, zincir anlayışının gereği olarak üretimini gerçekleştirmek için temel aramalı ve girdilerini ithal etmek zorundadır, küresel katma değerin de çok küçük bir payını üretmektedir. Enerji ithalatının yanında, bu ithal girdi bağımlılığı kronikleşen bir dış ticaret ve cari açık sorununa yol açmıştır. Ekonomik sistem bu açıkların finansal sermaye akımları ile kapatılmasını sağlar. Böylece hem merkez ekonomiler, düşük üretim maliyeti sağlamak için üretimin bir kısmını ve zararlı çevre etkilerini de size devreder, bir yandan da, sermaye fazlasıyla sizdeki yüksek faizlerden nemalanır. Bu üretim zincirinde düşük üretim maliyeti için ithalatın ucuz olması, bu nedenle ülkeler arasında döviz kurlarının çok farklı olmaması önemlidir. Bu sistemin alamet-i farikası düşük kur-yüksek faiz ikilisidir. Sermaye ve üretim girdisi ithal etmek zorunda olan çevre ekonomileri de değer zincirinde yer alarak, üretimlerini arttırmış ve hatta bu yolla teknoloji transferi bile gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla piyasa bütün sorunları çözmüştür. 

Bu tablo gerçekten bir çözüm müdür? Hayır, bu ilişkiler Türkiye gibi ülkelerde yapısal sorunları derinleştirmektedir. Türkiye, göreli ucuz ve niteliksiz işgücü, teknoloji ve sermaye açığı, düşük teknoloji ürünlerinin üretiminde uzmanlaşma ile küresel düzende yer alan bir oyuncudur. Bu nitelikleriyle sürekli açık veren bir ülkedir ve dış kaynağa bağımlıdır. Açığı bulunan ülkelere akan kısa vadeli spekülatif sermaye, döviz kuru üzerinde baskı yaratarak, yerli paranın değerlenmesine yol açar. Döviz kuru ülkelerin satın alma güçlerinin bir yansımasıdır. Örneğin, 1 TL 1 dolara eşitlendiğinde, güçlü bir ekonomik yapıya sahipmişsiniz gibi aynı satın alma gücüne erişmiş; sistem de ekonomiler arasında eşitlik sağlamış gibi görünmektedir. Oysa yerli para, borç alınan sermaye akımıyla değil, güçlü üretim yapısıyla değerlenmelidir. Yani satın alma gücünüz üretime dayanmalıdır. Ancak, bu yapısal ilişkiler buna izin vermez. Düşük döviz, üretimde kullanılan girdilerin ucuza ithal edilerek, bağımlı üretimin önünü açar. Yapay olarak düşürülmüş döviz ile ihracatta fiyat avantajı kaybedilir, görünen ihracat artışları, değer zincirindeki ithalata dayalı üretimin artan satışıdır ve ithalatınız ucuz olduğu sürece olasıdır. Bu tablo bazı sorunları da beraberinde getirir. Bazı ürünlerin üretilmesi yerine, ithal edilmesi daha ucuza gelir. Son yıllarda çok sayıda tekstil ve giyim tesisinin kapanması, çok sayıda çiftçinin tarım ve hayvancılıktan vazgeçip kentlere göç etmesi nedeniyle, bize özgü çoğu tarım ürünün ithal edilmesi, bu çerçevede anlaşılabilir. İthalat ucuzlayınca, yalnızca üretim girdileri değil, son derece pahalı olan tüketim malları da ucuzlamıştır ve bolca ithal edilir. İhracatınız artar, ama ithalatınız daha fazla artar. Üretiminiz artar, ama tüketiminiz daha fazla artar. Aradaki makas açıldıkça sistem sürdürülemez hale gelir, sermaye kaçışları nedeniyle döviz kurunun değeri hızla yükselir, üretim daralır, dış ticaret dengesi azalır. Serbest kur sistemleri, sistemin krize girmesini önlemeye yöneliktir ve iyi kötü sistemin sürmesini de sağlar. Aslında kurun ani yükselmesi başlı başına bir krizin varlığını gösterir. Bir süre sonra başa dönülür, döngü yeniden işler, sermaye girişleri yeniden başlar, kur azalır, dış ticaret dengesi artar. Şimdi, sorunuzdaki yüksek kur-yüksek faiz kısmına, döngünün bulunduğumuz yerini göstererek yanıt verebiliriz. Kur yükselmiştir, dış ticaret açığı kontrol altına alınmıştır. İşler yolunda giderse, sermaye girişi hızlanır, bir süre sonra kurlarda yeniden düşme gözlenebilir. Sorunlar çözülmezse, kurlarda daha yüksek artışlar görülebilir.  

- Son dönemlerde kur da faiz de çok yükseldi, bu krizin de göstergesi yani?

Yüksek kur, süregiden yapısal sorunlarla birlikte üretim üzerinde olumsuz etkiler doğurmaktadır. Dövizin yükselmesi ithal girdi maliyetini arttırdığından bu bağımlı ekonomik yapıda büyümeyi sınırlar. Teknoloji, niteliksiz işgücü talebini düşürürken, nitelikli işgücü talebini arttırır. Nüfusa yeterli düzeyde beceri ve nitelik kazandıramadığımız için işsizliğin bir kısmını buna bağlayabiliriz. Küresel salgının da üretim ve işsizlik üzerinde çok olumsuz etkileri var. Bu kaygan zeminde, salgının getirdiği ekonomik sorunlarla başa çıkabilmek için ekonomi yönetiminin çok üstün bir performans göstermesi gerekir. Oysa Türkiye, daha ekonomi kurumlarının yönetimindeki istikrar sorunuyla başa çıkamamaktadır. 

EĞİTİM REFORMU ŞART

- Şu anda Türkiye ekonomisinin temel kırılganlıkları, en can yakıcı sorunları nelerdir? Çözüm için neler önerirsiniz?

İşsizlik, gelir dağılımındaki bozukluk ve yoksulluk ilk sıralarda gelir. İyi kötü bir gelire sahip olan insanlarımızın bile açlıkla karşı karşıya kalabildiklerine tanık oluyoruz. İthal girdi bağımlı üretim yapısı, dış kaynak bağımlılığı, düşük katma değer ve bazı alanlardaki üretimsizlik nedeniyle yüksek döviz kurunun neden olduğu yüksek enflasyonu da unutulmamalı. Dışarıya verdiğimiz nitelikli beyin göçü ve kayıt dışı ekonomi diğer önemli sorunlar. 

Çözüm önerilerini, kısa ve uzun vadede yapılacaklar olarak ayırmak gerekir. Kısa vadede dengesizlikleri ortadan kaldırarak, istikrarlı bir ekonomik ortam sağlanmalıdır. Uzun vadede ise, bağımlı üretim yapısının ortaya koyduğu kısıtları aşarak, yüksek katma değer üretimi sağlayacak adımlar önerilebilir. İthal girdi bağımlılığını azaltmak için yeni yatırımlar, Ar&Ge’ye önemli kaynak ayrılması yoluyla teknoloji açığının kapatılması akla ilk gelen önlemler. Diğer yandan, üretimde imalat ve montaj artık 1970’lerin aksine, katma değerin çok azını oluşturuyor. Bu nedenle, güçlü üretim ve ihracat yapısı için markalaşma ve Ar&Ge büyük önem taşıyor. Ancak, markalaşma için, dünyanın büyük bölümündeki Türkiye imgesi iyileştirilmeli. Ekonomide ucuz işgücüne dayalı düşük verimli sektörlerden, yüksek verimliliğe sahip sektörlere doğru bir yeniden yapılanma için kaynakların yeniden dağıtımı gerekiyor. Özellikle yüksek teknoloji ve bilişim sektörlerinde rekabet gücümüzü arttırabilirsek, ekonomiye katkısı büyük olur. Yüksek teknoloji alanındaki bazı küresel firmaların cirolarının çoğu ülkenin gayri safi hasılasından daha fazla olduğunu anımsarsak, bu alanda uluslararası bir marka çıkarabilmek, başlı başına bir sıçrama demektir. Taşıdığı yüksek risk ve belirsizlik, gereken yüksek bilgi birikimi ve buna bağlı olarak, yüksek yatırım maliyeti gibi nedenlerle özel sektör yüksek teknolojiye yeterli yatırım yapmıyor. Risk ve belirsizlikleri azaltmaya yönelik olarak, belki de özel sektörle ortaklık halinde, kamunun yüksek teknoloji yatırımları yapması, bu alanda insan kaynağının yetişmesini ve bu yatırımlardan yeni teknoloji firmaları doğmasını sağlayarak, uzun dönemde ekonomide yapısal bir dönüşüm sağlayabilir. 

En önemli reformu, eğitim reformunu, sona bıraktım. Eğitim insan sermayesinin niteliğini belirliyor. Peki, eğitim reformu nasıl olmalı? Teknolojik işsizlik sorunu, eğitimin bireylerin bilgi ve becerilerini bugünkünden çok farklı bir düzeye taşımasını zorunlu kılıyor. Reform öncelikle bunu hedeflemeli. Daha önemlisi, önce toplumsal zihin yapısını değiştirerek, ekonominin yapısını dönüştürmede bir araç olarak kullanılmalıdır. Bakınız, İktisat Literatürü ekonomik büyümenin en önemli kaynakları arasında insan sermayesi ve teknolojik gelişmenin yer aldığını ortaya koydu. Teknolojik gelişmenin motoru olarak da yeni fikir üretimini ön plana çıkardı. Yeni fikir üretiminin kurumsal altyapısı ise koşulsuz bir düşünce ve ifade özgürlüğüdür. Bunun için gerçek anlamda hukuk ve adalet reformu ve yargı bağımsızlığına ihtiyaç var. Oysa bizde Osmanlı’dan miras kalan kul zihniyetinin yansımalarını hala gözleyebilirsiniz. Toplumsal belleğimizde, "İcat çıkarma!" ya da "Eski köye yeni adet getirme!" gibi atasözleri vardır. Yeniliğe ve farklılığa açık olmayan ve yurttaşı temel haklarından yoksun toplumların var olanın ötesine geçmesi, içinde bulunduğu sınırların ardında daha iyi fırsatların bulunabileceğini düşünmesi zordur. Böyle toplumlar kalıplar içinde düşünür, üretimi başkalarının ürettiklerinin adaptasyonudur. Ezbere dayalı bütün eğitim hayatını, neredeyse askeri bir disiplinle tamamlayan biri, var olanın ötesine geçme, onu temelinden sarsma, çok çarpıcı şekilde yeni ve farklı bir fikir üretme konusunda yeterli kapasitede olamaz. İnsan sermayesinin gelişmesi ve teknolojinin üretilmesi için, farklı olanın dışlanıp aykırılaştırılmadığı; sorgulamanın temel kural olduğu, ezber yerine anlamanın; taklit yerine, özgün ve farklı olanın yüceltildiği bir eğitim anlayışı gerekiyor. Toplumdaki bireylerin Osmanlı’dan miras kalan kul geleneğindeki rollerinden sıyrılıp kendilerini değerli ve önemli hissedebildikleri bireylere dönüştürülmesi için önce felsefi arka planda bir reform, aslında bir devrim gerekiyor. Bu devrim yalnızca ekonominin düze çıkması için değil; bu ülkenin insanı bunu koşulsuz hak ettiği için yapılmalı.    

FAİZ İDARİ KARARLA DÜŞMEZ

- Son 2 yılda gerek Merkez Bankası gerek TÜİK ve ekonomi ile ilgili bakanlıklarda peş peşe görev değişiklikleri oldu. Bu kadar sık görev değişiklikleri ekonomiyi nasıl etkiliyor?

Yönetme erkinin paylaşımı ve fren-denge mekanizması olmadığından, yönetimin başka bir kuruma ait olduğu izlenimi oluşuyor, karar alma ve uygulamada iradenin kırılmasına neden oluyor. Merkez Bankalarının birinci görevi fiyat istikrarını sağlamaktır. Gelen baskılarla, enflasyon yerine, faiz hedeflemesine geçildi. Dikkat ediniz, literatürde böyle bir kavram yok. Bu görev değişiklikleri faiz hedeflemesinde ısrarcı olduğu mesajını verdiği için, ekonomide kırılganlık artıyor. Elbette bir ekonomi için zararlıdır; ama yüksek faiz aslında bir göstergedir, sermaye birikiminizin yeterli olmadığını gösterir. Faizi idari kararla değil, ancak sermaye birikiminizi güçlendirerek, düşürebilirsiniz. Enflasyonun altında faiz belirlediğinizde, altına, dövize talep artar, TL değer kaybeder. Faizi ekonominin gereklerine göre değil de, öyle istediğimiz için idari kararla düşürdüğümüzde, başımıza ne geleceğini aslında 1994’de görmüştük. TÜİK de politikaların doğru tasarlanması için bilgi altyapısı sağlayan kurum. Ancak, enflasyon ve büyüme rakamları hakkında kuşkular var. Güven sağlamak için oluşturulan komiteler de, son görev değişikliğinden sonra dağıtıldı. Çok fazla görev değişikliği bütün kurumlar için her zaman olumsuz mesaj verir. 

EKONOMİYE GÜVEN SAĞLANMALI

- Türkiye ekonomisinin bir kurtuluş reçetesi yok mu, acil olarak atılması gereken adımlar nelerdir?

Kısa vadede yapılması gerekenler, ekonomide güveni ve istikrarı sağlamaya yönelik adımlardır. Ekonomi kurumlarına siyasi müdahale olmayacağının duyurulması bunun ilk adımı olmalıdır. Bunun için kurumların bağımsızlığının en üst makam tarafından vurgulanması gerekiyor. Bu yapılırsa, ekonomi kurumları kendi vizyon ve misyonları çerçevesinde uygulamaları gereken politikalarla kısa vadede istikrarı sağlayacaktır. 

-  Döviz kurunu kontrol altına almak için, Merkez Bankası’nın 128 milyar dolarlık rezerv tüketildi. Bu ne tür sonuçlar doğuracak?

Net rezervler negatif düzeylere düşünce, Türkiye ekonomisine güven azaldı, ekonomide kırılganlık arttı, sermaye çıkışı ve döviz kurunda artış beklentisi oluştu. Merkez Bankası çalışanları, Türkiye’nin en seçkin iktisatçıları arasındadır. Döviz kurlarının rezerv satarak kontrol altına alınamayacağını biliyorlar. Önceki yönetimler bu yola başvurmadı. Faiz seçeneği dışlanınca bu yola başvurmak zorunda kalındı.  

İŞ BULMAK ZORLAŞACAK

- Kısa çalışma ödeneği sona erdi. İşten çıkarmalar da arttı. Ekonominin genel gidişatını göz önünde bulundurursak vatandaşı nasıl günler bekliyor?

Yazık ki, çok zor günler bekliyor. Artan işsizlikle birlikte yoksulluğun çok daha fazla artacağı öngörülebilir. Yaz döneminde kapanmanın sona ermesiyle iş bulma olanakları artsa da, salgın henüz sona ermediği için önümüzdeki dönemde büyük bir belirsizlik var. Yeni bir kapanmada bu insanların iş bulması çok zor.

KAPANMADA DAHA OLUMSUZ TABLO OLACAK

- Yıl sonu, büyüme, işsizlik, enflasyon, faiz, kur öngörüleriniz nelerdir, bu alanlarda ne tür riskler görüyorsunuz?

Sonbaharda yeni virüs dalgası nedeniyle kapanma yaşanmazsa, ekonomik canlanma ve baz etkisiyle büyüme oranında artış, işsizlik oranında az da olsa azalma görülebilir. Faizin bu düzeylerde tutulmaya çalışılacağını tahmin ediyorum. Eylül ayı ile birlikte, enflasyonda biraz yükselme olsa da, yılsonunda çok büyük bir artış olacağını sanmıyorum. Döviz kurunda ise sınırlı bir artış görülebilir. Olası bir kapanmanın getireceği ekonomik daralmayla birlikte, bizi daha olumsuz bir tablo bekler. 

ASIL RİSK KUR RİSKİ

- Batık krediler açısından ne tür riskler görüyorsunuz?

Türkiye Bankalar Birliği verilerine göre, Mart 2021 üç aylık bilanço döneminde, bankacılık sektörünün tahsil imkânı sınırlı krediler, tahsili şüpheli krediler ve zarar niteliğindeki krediler toplamı yaklaşık 164,8 milyar TL’dir. Bu miktar toplam 3,8 trilyon kredinin yaklaşık yüzde  4’üdür. Mart 2020’de bu oran yüzde  5,6 idi. Firmalar için olumsuz olan bu tabloda, salgının batık krediler üzerinde bir risk oluşturmadığını söyleyebiliriz. Bankacılık sektörü açısından asıl risk, kur riskidir. Bankalar Birliğine göre, Mart 2020’de 307,4 milyar TL olan döviz açık pozisyonu, Mart 2021’de 435,4 milyar TL’ye yükseldi.  Bu döviz açık pozisyonunun kurda artış baskısı oluşturduğunu söyleyebiliriz.