Piano adam
“Müzisyen olmasaydım yazar olurdum,” diyen Glenn Gould, kitaplaştırılan birçok yazı da yayımlamış. Edebiyat ile müziğin paslaşmasından hoşlanıyormuş belli.
Oğuz Demiralp / Cumhuriyet Kitap EkiRilke’nin
kuzeni Anne Grosser Rilke ömrünün büyük bir bölümünü İstanbul’da geçirmiş.
Anılarını Avrupa Saraylarından Yıldız’a -
İstanbul’da Hoş Bir Sada kitabında (Çev: Deniz Banoğlu, İş B. K. Y.,2009, 2017)
okuyoruz. Grosser bir vesileyle tanışıp piyano dersleri verdiği Latife Hanım’ın
Almanca dil, yazın ve klasik müzik kültüründen övgüyle söz eder. “Bach’ın
Fügler’ini ne kadar net ve güzel çaldığını özellikle anımsıyorum.” der. Latife
Hanım Enis Batur’un aykırı / ayrıksı başyapıtı Acı Bilgi / Fugue Sanatı
Üzerine Bir Roman Denemesi’ni okusaydı ne düşünürdü acaba? Piyanonun başına
geçmek istemez miydi? Bach’ın yazarları çok etkilediği görülüyor. Sergio
Pitol’un Füg Sanatı, Sylvia
Houston’un Goldberg Variasyonları da
geliyor aklıma.
Ben
müzikten anlamam, ne yazık ki. Daha önce de yazmıştım. Müzisyenlere, müzikten
anlayanlara imrenerek bakarım. Başka bir iş yaparken müzik alanında da
yetkinleşen kişilere hayranlık duyarım. Bunlardan biri ünlü Albert Schweitzer’dır.
İyi bir müzisyen olmasının yanısıra Johann Sebastian Bach üzerine anıt
niteliğinde bir kitap yazmıştır.
MÜZİKTEN ANLAMAM AMA
MÜZİKSİZ DE YAPAMAM
Gün
boyu dinlerim her türlü müziği, keyfime göre. İnsan dinledikçe birtakım
tercihler oluşuyor. Klasik Batı müziği deyince Bach’ın yapıtlarından,
inceliklerine inemeden de olsa ayrı bir zevk alıyorum. Bach dinlerken Glenn
Gould’a takılmıştım. 1982 yılında 51 yaşında ölen efsane piyanist; ‘Bach’ın en
iyi yorumcusu’ derler. Gould’un birçok plağı bende var. Youtube’da seyrederek
de dinliyorum Glenn Gould’u. Sadece Bach’ı çalmıyor Gould, başka bestecilere
yönelmiş. Çok özel bir piyanoçalar. Bir yerden sonra besteciyi değil Glenn
Gould’u dinlemeye başlıyorsunuz, onun yapıtlarını arıyorsunuz. Ayrıca, Glenn
Gould’a ilişkin yayınlar da ilginizi çekmeye başlıyor.
Bunlardan
biri Jonathan Cott’un Gould ile söyleşileri içeren kitap (Glenn Gould - Entretiens avec
J.C., 1977). Türkçeye çevrilse meraklıların çok şey bulabileceği bu kitapta
bir ayrıntı özellikle ilgimi çekti. Gould, piyano çalmayı öğrenmenin ya da işin
teknik yönünün o kadar güç olmadığını öne sürer (oysa bana göre çook güç), asıl
piyanistliğin teknik virtüozluğun ötesinde başladığını imler. Benzer bir
ayırımı Xavier de Maistre’in Odamda
Çepeçevre Seyahat yapıtında okumuştur. Gövde ile ruhu birbirinden ayıran
yazar, iyi bir öğrenimden geçen parmaklar tuşların üzerinde makina gibi
dolaşırken ruhun başka yerlerde gezinebileceğini öne sürüyordu.
Anladığım
kadarıyla Gould, ruhun da orada olması, piyanonun sadece becerikli parmaklarla
değil varlığın tümüyle çalınması gerektiğini savunuyor. Belki de bir piyanist
buna ruhun parmaklarda toplanması diyecektir. Glenn Gould’u seyrederken, o
kadar kendini veriyor ki ezgiye, sanki piyanoyla bütünleşmek, piyano olmak
istediğini düşünüyorsunuz.
Gould’u
daha iyi değerlendirebilmek için başka piyanistlerle karşılaştırmak yararlı
olur. Söyleşide Gould, Beethoven’in Opus 109 Sonatından söz eder. Bu parçanın
aslında özellikle zor olmadığını, ancak saniyeden az bir zamanda parmak
değişikliğiyle çalınacak bir ezginin hakkını verebilmenin onu ne kadar
uğraştırdığını anlatır.
Bu
parçayı Vlamidir Ashkenazy’den de dinledim. Kulağımın kabalığına karşın
Ashkenazy’nın tuşlara basmasının sesini duyar gibiydim, rahatsız oldum. Oysa
Gould çalarken sanki ağırlıksız bir kuş gezinir tuşların üstünde. Albert
Schweitzer, Bach çalarken elin ve parmakların gevşek olması gerektiğini söyler.
Belki de Gould’u Bach’a götüren şey tuşların üstünde kuş gibi dolaşabilmesidir.
Bach, tuşa tam anında dokunmak gerektiğini söylermiş. Belki bunu yapabildiği
için, uygun deyiş midir bilmiyorum, Gould notaları tane tane çalıyor sanki her
birinin hakkını vererek.
YAZIN MÜZİK İLİŞKİSİ
Kitabın
önsözünde Jacques Drillon, Gould’un gövdesi olmaması arzusundan söz eder.
Ruhbilimcilik yapacak değilim. Henüz okumadım, ama bu açıdan Michael
Clarkson’un Glenn Gould’un Gizli Yaşamı (Çev:
Suat Başar Çağan, Zoom k., 2016) ilginç olabilir.
Ben
Gould’da mistik bir yönelim görüyorum: Bir piyanistin salt müzik olma arzusu.
Nitekim Glenn Gould 31 yaşından sonra hiç konser vermemiş, stüdyo kayıtlarıyle
yetinmiştir. Biz müzisyeni sahnede görmek istiyoruz ama o müziğin göz, gösteri
değil kulak, dinleti işi olduğunu söylemek istercesine kaçmış başka
sanatçıların o kadar istediği alkışlardan.
Drillon
diyor ki: “Gould Kuzeydendir, yalnızlık ve vecd. Virtüoz ise Güneyli bir
müzisyendir, kalabalık ve zevküsefa.” Drillon’a göre, müzisyenlik parmak
becerisinden öte bir şey ama gene de Güneyin hakkını yemeyelim. Güney coşkusunun
tadı da başka.
Gould’un
da kuzeydeki fildişi kulesinden insanların arasına indiğini olmuştur. Cazı
severmiş, örneğin. Barbara Streisand için Maria Callas’dan sonra en iyi diyor.
Petula Clark ile Beatles’ı karşılaştırdığı ünlü bir yazısı var. Petula’yı
göklere çıkarırken Beatles’ı yere çalıyor. Evet, ‘müzisyen olmasaydım yazar
olurdum’, diyen Gould kitaplaştırılan birçok yazı da yayımlamış. Edebiyat ile
müziğin paslaşmasından hoşlanıyormuş, belli. Thomas Mann’ın Tonio Kröger’i, Haydn’ın kullandığı sonat
allegro kurallarına göre yazmış olmasından övgüyle söz ediyor.
Yazın müzik ilişkisine döndük. Beni Glenn Gould’a götüren bir başka yol Thomas Bernhard’ın Türkçeye Bitik Adam (YKY; 2000) başlığıyla Sezer Duru’nun aktardığı Untergeher romanı olmuştu. Thomas ile Glenn’in gerçekte arkadaş oldukları kanısına kapılmıştım. Oysa hiç görüşmemişler. Ne diyelim? Ruh kardeşliği ille fiziksel tanışmayı gerektirmiyor demek ki! Tanpınar da dinlemeliydi Glenn Gould’u.