Nuri Bilge Ceylan: Hissetmek değil anlamak önemli

Türkiye'nin uluslararası alandaki en önemli sinemacısı olan Nuri Bilge Ceylan'ın yeni filmi "Ahlat Ağacı" bu cuma vizyona giriyor. İlk gösterimini Cannes'da yapan ve eleştirmenlerden yüksek not alan filmi Ceylan'la konuştuk.

Emrah Kolukısa
Ahlat filminden bir kare
 
* Doğu Demirkol'un oynadığı Sinan karakteri neredeyse her sahnede yer alan ve tüm filmi sırtlanan bir karakter. Bu kadar ağırlıklı bir karakteriniz olmamıştı sanki daha önce... Öte yandan filmografinizin en karmaşık karakterlerinden biri aynı zamanda. Sinan'ı biçimlendirirken aklınızda belli biri ya da birileri var mıydı? 
 
Sinan karakteri daha çok, yeğenim öğretmen ve yazar Akın Aksu’dan ilham alarak şekillendi. Onun hem yirmili yaşlarında üniversiteyi yeni bitirdiği zamanlarda yaşadıklarından, hem de çevresini oluşturan benim de bir yere kadar tanıdığım, yakın çevresiyle olan ilişkilerine dair notlarından yola çıkarak, Ebru, Akın ve benim birlikte çalışarak ortaya çıkardığımız ve detaylandırdığımız bir karakter.
 
* Sinan karakterini o kadar karmaşık yaratmışsınız ki, onu seviyor musunuz, yoksa ondan nefret mi ediyorsunuz, ya da ona acıyor musunuz anlamak zor. Tüm bu duygular izleyici için de geçerli elbette. Biz de nereye koyacağımızı bilemiyoruz Sinan'ı. Sizin için kim o?
 
Aslında bunu duyduğuma memnun oldum diyebilirim. Çünkü tam da hakkında ne hissetmemiz gerektiğine kolay karar verilemeyen, özdeşleşmenin zor olduğu bir karakter yaratmak istiyorduk. Tabi senaryoyu yazanlardan biri ve filmi yöneten kişi olarak ben, ona karşı bir şey hissetmekten çok onu anlamaya çalışmaya daha çok önem verdim hep. Çünkü onu ete kemiğe büründürebilmek için yaptığı en küçük jestin, mimiğin ya da ifadenin bile hesabını verebilecek şekilde birtakım sahici niteliklerle donatabilmem gerekiyordu onu. Duygu, imtiyaza yol açıp bunu zedeleyebilir. Karakterin bazı yönlerine karşı körleştirip taraf kılabilir. Ama yine de insan anladığını sandığı bir insana karşı bir tür yakınlık duyabilir. Ona da yapacak bir şey yok. Bu filmde belli bir hedefe ulaşmaya çalışan ve bu uğurda gerekirse acımasız da olabilecek pragmatik bir gencin dünyasını, böylesi kısıtlı bir coğrafyada onu kuşatan dünya, karşısına çıkabilecek engeller, kurumlar, düzen ve değer yargıları ile birlikte gösterebilmeyi denedik.
 
*Yine düş sahneleri bir hayli önemli bu filmde de... Karakterlerin bilinçaltına girmemiz açısından ama bir anlatım yolu olarak da... Kuyu olsun, ağaç olsun, köpek olsun ve intihar teması olsun hep metaforlara yaslanan bir sürek var sanki. Bunu nasıl tasarladınız aslında?
 
Aslında gerçek hayatta da anlatılan bazı detaylar vardı. Mesela Akın’ın babası için, bebekken kundakta unutulmuş ve karıncalar sarmış her yanını diye. Bu ve bunun gibi detayların bir sinemacı tarafından bir defa duyulduktan sonra bir şekilde filme yedirilmemesi pek mümkün değil. Sonuçta rüyalar da hayatın bir parçası. Benim için gerçeği daha da gerçek, daha da sahici kılan şeyler. Kendi hayatımda, biraz da uyku sorunlarım nedeniyle, gerçek hayatla rüyalar o kadar içiçe girmiş durumdalar ki, filmlerimde de aynı içiçeliği korumaya çalışıyorum sanki biraz. Düşlerle gerçekler arasındaki sınırları bulanıklaştırarak, yani neresi rüya neresi değil, ya da rüya nerde başladı nerde bitti gibi hususlarda bir tür belirsizlik yaratarak belki.
                              Kültür servisi şefi Emrah Kolukısa (solda), yönetmen Nuri Bilge Ceylan (sağda)
 
* Müzik kullanımı da bir hayli dikkat çekici. Sinan'ın tek başına yürüdüğü sahnerde daha çok ortaya çıkıyor ve hep aynı kısa tema tekrarlanıyor. Müziği bir işlev için kullandığınız hissine kapılıyoruz, neydi işlevi sizin için?
 
Çok sayıda tema yerine aynı temayı tekrar etmeyi daha çok seviyorum. Bu doğru. Belli bir sahnenin, ya da yaşanan belli bir dramatik anın altını çizmekten kaçınayım derken, sahneleri birbirine bağlayan yürüme sahnelerinden başka neredeyse hiç bir yer kalmadı elimde müzik kullandığımda beni utandırmayan. Filmin genel duygusuna belli bir halet-i ruhiye katacak şekilde tehlikesiz yerlere koymaya çalıştım yani.
 
* Bir stand-up komedyeni olan ve geniş kitlelerce çok fazla tanınmayan, ya da yeni yeni tanınmaya başlayan Demirkol ile yolunuz nasıl kesişti? Sonrasında seçilme süreci nasıl oldu?
 
Doğu’yu TV'deki bir kısa stand up gösterisinde görüp test çekimine çağırdığımızda hazırlanması için senaryodan üç sayfalık bir bölüm de göndermiştik. Doğu bu bölümü çalışmakla kalmayıp arkadaşlarının yardımıyla cep telefonuna çekip gelmişti. Karikatür gibi oynanmış abartılı bir performanstı. Ona bunu unutmasını, kendi gibi olmasını söyleyerek test çekimine geçtik. Hala kötüydü. Oyunculuğun kendi tavırlarının üzerine ekstra birşeyler daha eklenmesi gereken bir şey olduğunu düşünüyordu kuşkusuz. Tekst bitince ona oyun veren Ebru ile karşılıklı oyuna doğaçlama olarak devam etmelerini istedim. Orada da Ebru’nun karşısında pek varlık gösterebildiğini söyleyemem. Belki sadece bir kaç küçük detay dışında. Sonra günler geçti. Pek çok farklı genç denedim. Çektiğim şeylere umutsuzca bakarken, Doğu’nun çekimlerindeki o küçük umut verici detaylar onu yeniden çağırmama neden oldu. Yeni bir üç beş sayfa gönderdik senaryodan. Bu kez karşımızda bambaşka bir Doğu vardı. Meseleyi düşünmüş ve anlamış görünüyordu. Bir süre daha geçti. Onu fena bulmuyordum ama daha önce sinema, tiyatro, dizi, hiç bir deneyimi olmayan birinin bu kadar uzun metinleri ezberlemek ve ağzına oturtmak konusunda sıkıntı yaşayacağını varsayıyor, bundan korkuyordum. Bir çok oyuncu daha denedik bu arada. Doğu’yu aradım tekrar. Ona yazar bölümünün en zor yerlerinden 4-5 sayfalık bir karışık  bir metin daha gönderdim. Fazla çalışmaya vakti olmasın diye de hemen ertesi gün çağırdım. Zaman azlığını hiç mesele yapmadan aldırmaz bir ifadeyle “tamam” dedi. Ertesi gün de her zamanki aşırı rahatlığıyla gelip hiç zorlanmadan çatır çatır oynadı. İlk günki abartılarından eser kalmadığı gibi, ezber konusunda da en ufak bir zorlanma hissedilmiyordu. Eksikliklerini, gediklerini yıldırım hızıyla onaran bir tür “alien” gibiydi. Kendine güveni tamdı. Bu güne dek filmlerimde yer alan performansı en zor karakterlerden biri olan Sinan karakterinin altından birlikte kalkabiliriz duygusu verdi bana tüm bunlar. 
 
* Din üzerine bu kadar kafa yorduğunuzu bilmiyordum doğrusu. Öte yandan değişen Türkiye'ye de bir hayli uyan bir yanı var filmdeki din olgusunun böylesine öne çıkışının. Filmde imamların uzun uzun konuştuğu ve din, varoluş gibi konuları enine boyuna tartıştıkları sahneyi yazarken neler vardı aklınızda?
 
Özellikle kırsal kesimde, yazar olmak isteyen ve bu konuda özgür olduğunu iliklerine kadar duyumsamak isteyen her gencin karşısına, özgürce ve tüm açıklığıyla fikir beyan etmenin kolay olmadığı tabulardan biri olarak din mevzusu eninde sonunda çıkar mutlaka. Sinan aslında genç imamın dedesine olan altın borçlarını almak ve bunu kitabını bastırmakta kullanabilmek düşüncesiyle yanaşıyor imamlara. Açıkça isteyemediği için de konuşmalar dolambaçlı yollara sapıyor. Din konusundaki tartışmalar bu niyetin gölgesinde gerçekleşiyor. Sinan, bir yandan borcu gündeme getirecek fırsatlar kollarken, bir yandan da erkekler dünyasına has bir üste çıkma mücadelesinin girdabına kapılmadan da edemiyor. Bu coğrafyada bu konulardaki ayrıksı düşünceleri açıklıkla konuşabilmeyi bir tür tabu gibi gören kemikleşmiş bir anlayışa başkaldırmak isteyen bir dürtüyle, düşündüklerini ve kuşkularını açıkça dile getirmenin yaratabileceği ummadık tehlikelerin tuhaf kaygıları arasında sıkışıyor. Bu da Sinan’ın söyleyeceklerini, daha dolaylı, soyut, imalı, iğneli ve ikircikli bir kıvama çekmek zorunda bırakıyor. 
 
* Mevsimler bir çok filminizde önemli rol oynuyor. Kış sahneleri, yağmurlu havalar, yaz güneşleri... Mevsimleri görselliğinden ötürü mü sık sık kullanıyorsunuz yoksa onlara atfettiğiniz başka anlamlar mı var?
 
Valla bu filmde o kadar başka zorluklar vardı ki bir de mevsim seçme konusunda diretecek lüksüm ve mecalim hiçbir zaman olmadı aslında. Artık karşıma ne çıkarsa o mevsimde çekmek durumuna mahkum kaldım bir yerde. Aslında havalar kapalı olsun istediğim için ekim ayında başladım çekimlere. Ama şansımıza hava hep güneşli gitti. Son sahneye geldiğimde baba oğul konuşma sahnesinin yarısında güneş birden dönmemecesine gitti. Tek derdim sahneyi aynı hava durumunda devamlılığı bozmayacak şekilde tamamlamak olduğu için kapalı havada bir kez daha baştan başladım çekmeye. Yine yarısına geldiğimde bu kez yağmur başladı. Hadi yeniden baştan başladık çekmeye çamur içinde. Yine tamamlayamadan bu kez kar başladı. Hadi yine sil baştan. Final sahnesinin birbirinden farklı zaten en az üç versiyonu olduğu için aynı hava koşulunda tüm versiyonları tamamlamak epey uzun sürüyordu. Neyse sonuçta kurguda baktım, ancak karlı versiyon en eksiksiz ve doğru oynanmış şekilde tamamlanabilmişti. Aslında filmin sonunda zamanın ve iklimin değişerek, değişen ruh hallerine eşlik etmesi hoşuma gitmedi diyemem ama kar yağmakta biraz daha gecikip karsız halin çekimlerini tamamlamam mümkün olabilseydi, kar mar bekleyecek durumda da değildim doğrusu, onu da söyleyeyim. 
 
* Filmde öne çıkan bir başka oyuncu da Murat Cemcir. Onda böylesi bir potansiyel olduğunu nasıl gördünüz?
 
Youtube’da “Kardeş Payı” dizisinin final bölümüne rastladım. Bildiğim bir dizi değildi ama burda Murat’ın uzun bir monologu vardı. Ordaki vurguları ve enerjisi çok hoşuma gitti. Orda bir daha aklımdan çıkmamacasına bir şekilde bizim babayı gördüm. Başka birini de hiç denemedim o saatten sonra.
 
* Bir defasında "İnsanın her yeni filmde bir takım meydan okumalara, aşılması zor görünen engellere ihtiyacı oluyor motive olabilmek için" demiştiniz. Ahlat Ağacı'nda bu engeller nelerdi sizin için?
 
Aslında, "Kış Uykusu"nda da olduğu gibi, daha da fazlalaşan diyaloglarıydı galiba yine.
 
* Dostoyevski, Çehov gibi favori yazarlarınızın yanına bu kez Yunus Emre, Peyami Safa, İbn-i Arabi, Hz. Muhammed, Şems Tebrizi, hatta Kuran-ı Kerim gibi isim ve kaynaklar eklenmiş. Bu sefer bir hayli yerli kaynaklardan beslenmişsiniz sanki. Neydi sizi bu yerli sulara iten?
 
Özellikle iki köy imamının, Neitzsche ve Dostoyevski gibi batılı kaynaklar yerine, saymış olduklarınız gibi yerli ve doğulu kaynakları referans göstererek konuşma eğilimi duymaları daha gerçekçi ve inandırıcı olur diye düşündüğümüz için bu kaynaklara yöneldik. Ama Sinan karakteri sözkonusu olduğunda, dolabına yapıştırdığı fotoğraflar da dikkate alınacak olursa, düşünce dünyasının biraz daha farklı kaynaklardan besleniyor olabileceğini varsaymak hiç de zor sayılmaz.
 
* Cannes Film Festivali'ne önce seçilmeyip, son anda dahil edildiniz. Ne hissettiniz bu konuda?
 
Seçilmemek, beklemediğim bir şey değildi. Zaten üç saatin üzerinde bir film yapıp, sonra da bu nedenle hiçbir şey olmayacak ya da başınıza hiçbir şey gelmeyecek diye düşünüyorsanız, biraz saf olmanız gerekir.
 
* Bu kez montajı tek başınıza yapmış gibi görünüyorsunuz. Bunun özel bir sebebi var mı?
 
Yok. Montaj neredeyse bir yıla yayılan uzun bir süreç benim için. Çeşitli mekanlara benimle birlikte taşınan, seyahat eden. Birinin daha bu uzun sürece eşlik etmesi, hem epey pahalı oluyor, hem de bu kadar uzun süre iki insanın birbirine katlanması kolay olmayabiliyor. Tabi biriyle çalışmak verimi arttırmıyor diyemem, ama sinemanın yalnız çalışma olanağı veren neredeyse tek sürecinde, bu fırsatı tepmek de hiç kolay değil benim için. 
 
* Hakkınızda Metis Yayınları etiketiyle -İngilizce aslından çevrilerek- yayınlanmış bir kitap var. "Nuri Bilge Ceylan Sineması" başlıklı kitap bir hayli derinlikli analizler içeren ve her filminizi felsefi referanslar eşliğinde inceleyen makalelerden oluşuyor. Kitabı nasıl buldunuz?
 
Kitabı okumadım, ama fena görünmüyor.