Nasıl okunmalı(yız)? Feridun Andaç’ın yazısı... (30.04.2021)

Karşımıza vicdan duygusuyla yazan, meselesi olan bir romancı kimliğiyle çıkar Marquez. Marquez’in de, Yaşar Kemal’in de zenginliği buradadır. Görünürde bir “edebî teori”ye göre yazmasalar da; kendilerinin bir edebî bakışı/dünya görüşü ve yaşama felsefesi var. Bu da, işte yapıtlarına yansıyan en temel olgudur. Etkileri, hatta kalıcılıkları buradadır. Tıpkı bir Dostoyevski, Flaubert, Kafka gibi. Orhan Pamuk’un gör(e)mediği, asla olduramadığı da budur. Özgün dil, biçem, hikâyesi ve meselesi olmaması. Bunlardan kaygı duyduğu için olsa gerek pazarlamacı gibi davranıp “ürün”ünü pazarlamanın derdine düşmesi.

Feridun Andaç / Cumhuriyet Kitap Eki

Son yazılarımdan birini okuyan okurun iletisinde şöyle bir ifade vardı: “Nedense hep okuyup kavrayıp geçtiğim bir yazı gibi değil! Sözcük listesi yapıyorum kendime, hiç kullanmadığım, üstelik dağarcığımda da olmayan. Sizin bu yazınızda yeni sözcükler yazınızdan yeni sözcükler not aldım, bunlar size özel sözcükler mi? Burgaç, dalınç, delicoş gibi…”

Bu bakış, yaklaşım ister istemez yazdıklarımızın nasıl okunması gerektiğini düşündürttü bana. Elbette bu “niçin okumalıyız” sorusunu da içeriyordu. Öyle ya; bir okur olarak siz herhangi bir yazarı niçin okumalısınız?

Herhangi bir yazar ifadesini öne alırsak; aslında iyi okurun ölçüsü başlangıçta bu “herhangi bir yazar” olmamalı. Seçilmiş bir “yazar okuması” yapıyorsanız yöneliminizde karşılığını bekleme olduğu kadar kendini verme de var.

Sıklıkla altını çizerim şu sorunun: “Ben sizi neden okumalıyım?”.

Dil tutumunuz, düşünce yapınız, bakış açınız, dünya görüşünüz, vicdani ve ahlaki duruşunuz, tarih bilinciniz, ufuk açıcı birikiminiz... Evet, bunları çoğaltabiliriz. Bizi bir okur olarak yazara götürenler aşağı yukarı bunlardır.

Feridun Andaç, ‘Nasıl okunmalı(yız)? başlıklı yazısında, iyi bir yazarın “ürün”ünü pazarlamanın derdine düşmemesi ve okur avcılığı yapmaması gerektiğini; özgün dil, biçem, hikâyesi ve meselesinin olması gerektiğini imliyor.

İYİ YAZAR NASIL OKUNMAK İSTER?

Peki, iyi bir yazar kendisinin/yapıtının nasıl okunmasını ister?

Yapıtını ortaya koyduktan sonra, okurunun karşısına çıkarak; “‘ey okur’, bakın şunları şunları yazıp anlattım, bunu şöyle okumalısınız, şunlara dikkat etmelisiniz,” gibisinden salvolarda bulunarak bir çağrı mı yapmalı bunun için?

Bu “okur” (bulma) telaşı neden? Bu görünme isteği, “kendimi heder ettim yazmak için” çırpınışı niye?

Toplumlar, hele kitleler öylesine dinamiktir ki; bir söz, bir kıvılcım için yeterlidir!

Her durumda uyaran, yönlendiren olabilseniz de; işte o kitlelerin tepkisini yabana atmamanız gerekir. Bu konunun başka bir yönü elbette.

Geçen gün, dostumuz Metin Celâl de yazdı: “Salgın koşulları yazarın okurla yüz yüze buluşmasını olanaksız hale getirdi.” Bu nedenle de dijital mecra, sosyal medya öncelik kazanarak yazarın okur karşısına çıkma, kitabının tanıtımının bir parçası olma durumunu yarattı.

Bence, yazarın okur(un)a karşı söylediklerinde değişen pek bir şey yok, hatta bu koşullar daha fazlasını da anlatıp gösterebilme olanağını verdi.

Böylesi tanıtımın ucu tamamen satışa dönüktür. Gelin görün ki bununla da yetinmeme hali, yani yazdığını okutmak/okunur kılmak ötesi bir çabayı içermesi aksi tepkilere de neden olabiliyor. Dün sayfalarında överek öne çıkardıklarını, hemen ardından yapıttan cımbızlayarak habere dönüştürdükleriyle karalayabiliyordu.

İyi bir yazarın buna pek prim vermemesi gerektiğini düşünürüm. Bilirim ki; bu okur avcılığıdır, bir zaman sonra da okuru/nu karşıya almadır. Yani özcesi; özgürleşerek, ön yargılardan arınarak okumak. Asıl beklentilerinizin ne olup olmadığı işte o vakit karşınıza çıkacaktır.

OKURLUĞUNUZU BİLMEK

Bir yapıtı/yazarı okurken beni alıp nerelere taşıyabileceğini düşünürüm ilkten. Ne türden olursa olsun; bilirim ki, seçerek masama taşıdığım bir yapıt bana bir şey/ler söylemek için vardır. Bu da benim okuma biçimimle ortaya çıkabilecek bir şeydir. O nedenle okurluğum çeşitlidir. İlgi, merak, çalışma alanlarım belirleyicidir daha çok.

Bilirim ki; hiçbir kitap yazıldığı gibi okunmaz. Yazarın sözünün ilkin kendine, o tek okura olduğunu düşünecek olursak; ne için/ne adına/nasıl konuştuğu da asıl burada önem kazanır. Yani yazdığını önce kendine okutabilmeli ve inandırabilmelidir. Eğer böylesi bir inancı yoksa, işte ortaya düşüp okur avcılığına çıkar.

İnandığı, düşündüğü gibi yazmalıdır bir yazar. Bahçesinden, dilinden, duygu ve düşüncesinden ayrı düşmemelidir.

Eğer böylesi bir duyuncu yapıtınıza yansıtabilirseniz, okuru da kendi başına bırakabilirsiniz. İlle de yazdığınızı onaylamak, benimsemek zorunda değildir. Ama burada aslolan sizin yazar olarak söylediğinizle okurun alımlama bilincinin nerede/nasıl buluştuğudur. O nedenle yazarın okura müdahalesi gibi görürüm bu türden okur avcılığını.

Eninde sonunda kitap bir “ürün/nesne”, bunun tanıtımından yayınevi sorumludur. Yazarını bunun öznesi/nesnesi, hatta aracına dönüştürmesi okur sapmalarına da neden olabilir.

Veba Geceleri romanı daha kitabevi raflarına taşınmadan, okurun eline ulaşmadan kitabın yazarının adeta “reklam yıldızı” gibi kitabını dijital mecrada anlatıp durması da başka bir sapma örneği!

Doğrusu artık Nobel’e taşınmış bir yazarın, ne olursa olsun, kitabının önüne geçip bir pazarlamacı gibi davranması giderek inandırıcılığını da yitirtiyor okur gözünde.

KURMACAYI OKUMAK

Okurla dönüşen yazardan söz edebilir miyiz? Günümüzde bunu evetlemek pekâlâ mümkün.

Murakami, bir konuşmasında kendisinin böyle biri olduğundan, arza göre yazdığından söz ediyordu.

Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ı okurda bu denli kabul görmeseydi, bugünkü yerine erişebilir miydi? O romanı yazdığı için Marquez var olurdu, ama gerçek okurunu beklerdi.

Sonraki serüvenine bakınca, hiç de o romanın izinden gidip okur avcılığına çıkmadı. Bunun hemen ardından yazdığı romanlarına (Labirentindeki General, Kolera Günlerinde Aşk) bakarsak kurmaca evreninin eksenini genişletmiştir hep.

Bunu da şuna bağlamak gerekir: Söylemek, anlatmak istediği çok şeyin olması, yalnızca kitaplara bağlı kalarak, onlardaki kurmaca dünyaların tutsağı olarak yazmadığı için her yeni romanı farklıdır, özgündür, onun kurmaca dünyasını her açıdan zenginleştirir. Karşımıza da vicdan duygusuyla yazan, meselesi olan bir romancı kimliğiyle çıkar Marquez.

ORHAN PAMUK'UN GÖREMEDİĞİ

Marquez’in de, Yaşar Kemal’in de zenginliği buradadır. Görünürde bir “edebî teori”ye göre yazmasalar da; kendilerinin bir edebî bakışı/dünya görüşü ve yaşama felsefesi var. Bu da, işte yapıtlarına yansıyan en temel olgudur.

Kendilerine özgülüğün bir yansımasıdır bu, dahası bunu var edendir. Onları başkalarından ayıran, vasatın ne olduğunu da bize gösterip öğretendir. Etkileri, hatta kalıcılıkları buradadır. Tıpkı bir Dostoyevski, Flaubert, Kafka gibi.

Orhan Pamuk’un gör(e)mediği, asla olduramadığı da budur. Özgün dil, biçem, hikâyesi ve meselesi olmaması.

Bunlardan kaygı duyduğu için olsa gerek pazarlamacı gibi davranıp “ürün”ünü pazarlamanın derdine düşmesi.