Kurt Vonnegut'un 'Otomatik Piyano'su
Kurt Vonnegut, 1950’lerin başında yazmış “Otomatik Piyano”yu ve o yılların yaşam biçimi ve alışkanlıklarına göre kurmuş. Roman kahramanları, 1950’lerdekine benzer bir ortamda yaşıyor. Fabrikalarda da o günlerin makineleri çalışıyor. Bu da romanın inandırıcılığını, gerçeklik duygusunu artırmış kuşkusuz.
Metin Celâl
Otomatik Piyano, Kurt Vonnegut'un ilk romanı. 1952’de, İkinci Dünya Savaşı’na Avrupa’da katılıp esir düştükten sonra ABD’ye döndüğünde yazdığı iki bilimkurgu romanının ilki. Diğeri de Titan’ın Senleri.
Otomatik Piyano’da, ABD’de bir başka savaş sonrasında yaşananlar anlatılıyor. Üçüncü Dünya Savaşı bitmiş, ülkede yepyeni bir düzen kurulmuştur. Savaş sırasında hemen tüm işçilerin cephede olması nedeniyle geliştirilen hiç insan emeği kullanmadan üretim yapmak artık sistem olarak tüm ülkede kullanılıyor.
Yüksek IQ’ları olan müdürler ve mühendisler fabrikaları işletirken güvenlik güçleri de korur. Bunun dışına insan işgücüne hiç ihtiyaç yoktur.
İkinci Sanayi Devrimi olarak adlandırılır bu gelişme. Birinci Sanayi Devrimi’nde adele gücü, ikincisinde olağan akıl gücü değersizleşmiştir. Makineler artık hiç fire vermeden, hiç hata yapmadan talep kadar üretim yapar, sonra da durur. Maaş, tatil, daha az çalışma saati, daha iyi koşullar gibi istekleri yoktur. “Makineler Amerika’nın işini Amerikalılar’ın şimdiye kadar yaptığından çok daha iyi yapıyordu.
Daha çok insana, daha az fiyatla, daha az iyi mallar sunuluyordu, bunun fevkalade ve son derece tatmin edici bir şey olduğunu kim inkar edebilirdi?”
Üçüncü Sanayi Devrimi’nin de ilk adımları atılır. İnsanın yerine düşünen, insan düşüncesini tamamen değersizleştiren makineler, bilgisayarlar üretilmeye başlamıştır. Bu makineler tüm olasılıkları değerlendirerek, en küçük bir ayrıntıyı bile gözden kaçırmadan ve insandan çok daha hızlı düşünebiliyor. İşe almalar, yönetimle ilgili kararlar gibi bazı alanlarda da kullanılmaya başlamıştır. Vonnegut, bilgisayarlardan söz ediyor ve onların geleceği aşamayı 1950’lerden işaret ediyor ki yaklaşık yetmiş yıl sonra bu gelişmeyi yapay zekâ ile yaşıyoruz.
BİR DİSTOPYA
Kitabın arka kapağında da belirtildiği gibi “İlerleme... Kulağa pek hoş gelen bir kavram.” Yaşam ve çalışma şartlarını kolaylaştıran gelişmeleri destekliyoruz. Sanayide daha az işgücüne ihtiyaç duyulması, çalışma saatlerinin azalması ana hedefler arasında. Peki, makineler insana yapacak iş bırakmazsa ne olur? Çalışmak zorunda olmayan, tembellik hakkını kullanan insanlar ne yapar? Üçüncü Sanayi Devrimi’ni yapmış Amerikan toplumunda temel soru ve sorun bu.
Dev bir fabrikayı işletmek, çıkacak sorunları çözmek için bir kaç mühendis yeterli. İdari işler için de aynı şey söz konusu, müdürler var. “Bir işi makineden daha iyi yaparak geçinemeyen herkes hükümet tarafından ya Ordu’da ya da Yeniden İnşa ve Islah Kurumu’nda çalıştırılıyor.” Ordudakiler güvenliği sağlıyor ama silahları yok, aslında onların işlerini de makineler yapıyor. Diğerlerine ise o kadar az iş düşüyor ki yoldaki küçük bir çukuru tamir etmek için bile 20-30 kişi görevlendiriliyor. Ama çoğunun işsizlik parası alarak boş boş oturduğunu anlıyoruz.
Romanın geçtiği Ilium kenti üç kısım. Kuzeybatı’da müdürler, mühendisler, devlet memurları ve birkaç profesyonel, Kuzeydoğu’da makineler ve Güney’de Yuva adı verilen bölgede de halkın çoğunluğu oturuyor.
Vonnegut, 1950’lerin başında yazmış Otomatik Piyano’yu (İkinci Baskı Haziran 2018, İrma Dolanoğlu Çimen, APRİL Yay.) ve o yılların yaşam biçimi ve alışkanlıklarına göre kurmuş. Roman kahramanları 1950’lerdekine benzer bir ortamda yaşıyor. Fabrikalarda da o günlerin makineleri çalışıyor. Bu da romanın inandırıcılığını, gerçeklik duygusunu artırmış kuşkusuz. Distopya romanlarının klasiklerinden George Orwell’in 1984’ü, 1949’da, Zamyatin’in Biz’i 1924’de, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı 1932’de yayımlanmış. Otomatik Piyano, zaman ve mekânı kullanım açısından kendisinden bir kaç yıl önce yayımlanan 1984’ü düşündürse de Biz ve Cesur Yeni Dünya’ya daha yakın Otomatik Piyano. Zaten Vonnegut da bildik açık sözlülüğüyle, “Konusunu, konusu güle oynaya Biz’den araklanmış Cesur Yeni Dünya’dan güle oynaya arakladım” demiş. Anlatımı klasik bir roman şeklinde gelişse de satır aralarında Kurt Vonnegut’un sivri dilini, ince mizahını, alaycılığını hissediyorsunuz.
Romanın anakarakteri bir mühendis, Doktor Paul Proteus. Yüksek IQ’su ile çok başarılı işler çıkartmış, otuz beş yaşında Ilium Fabrikası’nın başına getirilmiş, yakında da daha da önemli bir göreve terfi etmeyi bekliyor. Ülkenin gelecekteki yöneticilerinden biri olarak görülüyor. Yaptığı hatalar hoşgörüyle karşılanıp hep destekleniyor. Doktor Paul Proteus önündeki geleceğin, sonunda hangi konuma varacağının farkında. Bunu ulaşılmaz bir şey olarak da görmüyor. Kendi için çizilmiş bir kader. Ama bu kaderden de içinde bulunduğu yaşama koşullarından da rahatsız. Bu durumdan nasıl kurtalacağını, kendi kaderini kendinin nasıl belirleyebileceğini düşünüyor uzun süredir. Paul’ün bulacağı çözümün aynı zamanda yazarın da önerisi olduğunu düşünebiliriz.
1950’LERDEN GELEN BİR UYARI
Teknolojiye karşı doğaya dönmek, en ilkel koşullarda, beden gücüyle ter dökerek doğada yaşamak. Paul’ün bir çiftlik satın alıp her işini el emeğiyle kendinin yapmak istemesi bunun işareti. Ama işler onun istediği gibi gelişmiyor.
Vonnegut, bir de epik unsur koymuş ve bu çok mükemmel olarak sunulan sisteme farklı ve yabancı bir gözle bakmamızı sağlamış. Bratpuhr Şahı, altı milyon nüfuslu küçük bir Asya ülkesinin hem yöneticisi hem de ruhani lideri. Dünyanın en güçlü ülkesine halkının iyiliği için neler yapabileceğini öğrenmek için gelmiş. ABD Dışişleri Bakanlığı da onu sanayi tesislerinde ve halkın arasında gezdiriyor, ülkeyi tanıtıyor. Şahın yorumları hem espri dolu hem de bazı durumların farklı terimlerle tanımlandığında ideal yaşam biçimi olarak sunulanın aslında modern kölelik olduğu örneğindeki gibi ne kadar dehşet verici olduğunu da düşündürüyor.
Bir çıkış yolu yok mu? İnsanın olduğu yerde umut tükenmez. Bu umudu da Paul Proteus’un yakın arkadaşı, ülke yönetiminin en yüksek yerlerinden birindeyken işinden istifa edip halkın arasında yaşamaya karar veren Ed Finnerty simgeliyor. Finnerty’nin düzenin mükemmelliği konusunda şüpheleri var ve halkta da kendi gibi düşünenler olduğunu anlayınca harekete geçmeye karar veriyor.
Otomatik Piyano’nun Türkçedeki ilk baskısı 1997’de yapılmış, bir daha da basılmamış. O nedenle Türkçe baskı nadir kitap sayılmış, hem bilimkurgu meraklıları hem de Vonnegut fanatikleri mumla arıyor, bulduklarında büyük rakamlar ödüyormuş. Yirmi yıl sonra meraklıları yeni baskıya kavuştu.
Otomatik Piyano ilgi ve merakla okunan, akıcı anlatımlı bir distopya. Gelecek konusunda endişeleri olanlara da geçmişten, 1950’lerden gelen bir uyarı. Çünkü romanda öngörülen değişimi hâlen yaşıyoruz. “İlerleme her zaman iyi midir? İdeal olarak sunulan gelişmelerle insanlığımızdan neler kaybedeceğiz? Teknolojik gelişme ne kadar insan dostudur?” gibi birçok soruya da kaynaklık edebilecek iyi bir roman.