İnsani zaafların babası: Alfred Hitchcock

İlklerin yönetmeni, insani zaafların babası Alfred Hitchcock, kendi filmlerini izlemekten korkardı. Kanundan ve annesinden de... “Park cezası alırım diye araba bile süremezdim” demişti.

Gamze Akdemir

“Kendi filmlerimi izlemekten korkuyorum. Kendi filmleri izlemiyorum bu nedenle. İnsanlar benim filmlerimi nasıl izleme cesareti buluyor, aklım almıyor. (...) Evet, filmlerimdeki korku unsurları son derece mantıksız. Ancak mantık dediğiniz şey nedir? Mantı kadar aptalca bir şey yoktur dünyada.”

“Külkedisi çeksem, millet arabada ceset arar!”

Alfred Hitchcock

Alfred Hitchcock denilince neredeyse herkesin malûmudur; filmlerinde tüm insani zaafları tedirginlik, huzursuzluk, kaygı ve gerilim içinde beyazperdeye ustaca aktaran öncü yönetmenlerden biriydi; suç, gerilim, psikoloji, mizah, röntgencilik, sapkınlık, tedirginlik, günah, suçluluk, ceza ve pişmanlık temaları filmlerinin ana ögelerindendi yanı sıra ilklere imza atmış kimi sinemasal tekniklerin öncüsüydü, bu net!

Edgar Allen Poe’nun eserlerindeki ürkütücü tavırdan etkilendiğini dile getirmiş, yönettiği kadar okumuş ve yazmış sıkı bir entelektüeldi, tartışmasız! Sarışınlara tutkundu, hem de nasıl! Eşek şakalarını severdi gözü kör olmasın! Sadist yönüyle oyuncularını bezdirmişti, ne kadar yazılsa o kadar az! Kaçık mı kaçıktı, kim itiraz edebilir!

PETER ACKROYD’UN HITCHCOCK’U!

Peki, bu adam nasıl oldu da böyle oldu? Bu sorunun yanıtı da bir o kadar nettir. Ailesinden ve okulundan başlayarak uzun kariyeri boyunca mutfağında çalışıp yetiştiği sinemada başına gelmeyen kalmamıştır. Yaşam pek çok sanatçıya olduğu gibi Hitchcock’a da hiçbir zaman güzel olmadı!

Garip bir çocukluğu oldu. Zihninde tam bir seyyahtı, düşlerinde trenle dünyayı dolaştı, Avrupa boyunca hayali bir rota çizmek için demiryolu tarifelerini kullanarak büyük yolculuklar planladı. Liste böylece uzayıp gider! Alfa Yayınları tarafından, Mehmet Gürsel çevirisiyle yayımlanan Peter Ackroyd’un, Alfred Hitchcock isimli kitabı çevresinde kaleme aldığım bu yazıda da tüm bu noktaları Hitchcock’un yaşamının izinde tuhaf gerçekler ve gerekçeleriyle süreceğiz.

FİLM GİBİ YAŞADI!

Karanlık bir dehaya sahip bu ilginç figür nasıl oldu da 20. yüzyılın en saygın film yönetmenlerinden biri oldu? Peter Ackyord, Hitchcock’un korkularını, güvensizliklerini, takıntılarını ve ilginç çalışma yöntemlerini incelediği kitabında, onun tarzından umutsuzluğa kapılan Grace Kelly, Cary Grant, James Stewart, Ingrid Bergman ve Tippi Hedren gibi ikonik film yıldızlarının da minyatür bir portresini tam ona yakışır şekilde net dilde ve gerilimli bir tempoda okuyucuya aktarıyor.

Hitchcock, 13 Ağustos 1899 tarihinde İngiltere’nin Leytonstone bölgesinde doğduğu andan itibaren film gibi yaşadı! Babası kümes hayvanları ticaretiyle uğraşıyordu.

ALTI YAŞINDA HÜCREYE ATILDI!

Otoriteden, askerlerden ve polislerden hep çok korktuğunu ifade etmiş Hitchcock’un bu korkusu aslında ilk olarak çocukluğunda birkaç saatliğine karakolda hapsedilerek cezalandırılmasıyla başlar.

Olay şöyle gelişir: O küçücük yaşında bir gün ailesine haber vermeden tek başına otobüsle Londra turu atıp eve döner. Hitchcock’u kapıda karşılayan babası hiçbir şey demez ama eline bir zarf verip mahallenin karakoluna götürmesini söyler. O da karakola gidip zarfı verir. Babası notta oğlunu bir süreliğine hücreye atmalarını istemiştir. Polis de kısa süreliğine hücreye kapattığı Hitchcock’a, “Yaramaz çocuklara böyle yaparız” der.

Hitchcock uzun yıllar sonra mezar taşında ne yazmasını istediği sorulduğunda da “Yaramaz çocuklara böyle yaparız” yazılmasını istemiş. Fakat bu vasiyeti yerine getirilmemiş çünkü bir mezarı yok. Nedeni de 30 Nisan 1980’de, Los Angeles’taki evinde yaşama veda eden yönetmenin naaşı yakılıp küllerinin dağıtılması.

BURNU HAVADA BİR ÇOCUK!

11 yaşındayken ise taşındıkları Stepney’de sıkı disiplini ile tanınan koyu Katolik, Cizvit okulu St. İgnatius Kolejine gönderilir Hitchcock. Okul arkadaşları ona “Cocky” (burnu havada) ismini takar.

Suç ve ceza kavramlarıyla ilk orada yüzleşir ve o dönemlerin izini ömür boyu taşıdığını söyler:

“Muhtemelen Cizvitlerin yanında kaldığım dönemde bende bir korku kökleşti. Günah olan bir şeyi yapma endişesi şeklinde ortaya çıkan ahlâksal kökenli bir korku! Cizvitler çok sert lastikten yapılmış bir sopa kullanırlardı. Ceza öyle olur olmaz uygulanmazdı. Dersten sonra başrahibi görmeye gitmemiz söylenir, o da çok ciddi bir yüz ifadesiyle isminizi ve çarptırıldığınız cezayı deftere yazardı. Ondan sonra koca bir gün çarptırıldığınız cezanın infazını beklemekle geçerdi.”

Hitchcock ve François Truffaut

KANUNDAN VE ANNESİNDEN ÖDÜ KOPARDI!

Hitchcock yıllar sonra Fransız Yeni Dalgası akımının ustalarından François Truffaut ile gerçekleştirdikleri (bu yazıda da zaman zaman referans alacağım), sonrasında kitap haline getirilen ünlü röportajında da, polislere karşı olan korkusunu şu sözlerle ifade etmiş: “Kanunla ilgili her şeyden o kadar korkardım ki, park cezası alırım diye araba bile süremezdim.”

Tüm bu korkularını ve temaları filmlerinde sıkça kullanan yönetmenin ceza olarak kendisini yatağının önünde saatlerce tek ayak üstünde bekleten annesi de, filmlerinde kaçık anne tiplemesi ile yer bulur.

23 Temmuz 1913’te, Poplar’daki Mühendislik ve Navigasyon okuluna giden Hitchcock, mekanik, elektrik, akustik ve navigasyon üzerine eğitim alır. 12 Aralık 1914’te babasını kaybedince Henley Telgraf ve Kablo Şirketi’nde haftalık 15 şilin karşılığında işe başlar. Bir yandan da sanat tarihi, resim, ekonomi ve politik bilimler üzerine dersler aldığı bir akşam okuluna devam eder.

HENLEY TELEGRAPH MİLADI!

Birinci Dünya Savaşı sırasında 1917’de, Kraliyet ordusunun mühendis alayına alınır. Savaştan sonra yaratıcı yazarlık yapar. Haziran 1919’da, çalıştığı şirketin iç yayını olan Henley Telegraph’a gönderdiği birkaç kısa öykü sayesinde bir süre sonra bu yayının kurucu editörü ve işletme yöneticisi yapılır. Ayrıca şirketin The Henley Telegraphy adlı dergisinde yazılarını sürdürür.

Henley’de elektrik kabloları konusunda uzmanlaşmıştır, elektrik kablolarıyla ilgili reklamların tasarımlarını ve çizimlerini yapar. Truffaut’ya verdiği kitaplaşan o röportajında da, “Bu çalışmalarım, sinemaya doğru ilk adımlarım olarak, bu alana kaymamda büyük yardım sağladı” diyecektir.

Aynı dönemde sık sık sinemaya giden Hitchcock, özellikle Amerikan filmlerini, Chaplin, D.W. Griffith ve Buster Keaton ve Fritz Lang’a hayrandır. En çok Griffith’in ‘Hoşgörüsüzlük’, ‘The Birth of a Nation’ından ve özellikle Son Adam filmiyle hayran olduğu, ilerleyen yıllarda filmlerinde tekniklerini kullanarak geliştireceği F.W. Murnau’dan etkilenir.

SESSİZ FİLMLERLE YETİŞTİ!

Bu dönemde sessiz filmlerde kullanılan ara yazılar için hazırladığı bazı kartları Londra’da bir stüdyo açacağını okuduğu Paramount Pictures’ın yapım kolu Famous Players-Lasky’ye gönderir ve işi kapar. 1919’da arayazı kartları tasarımcısıdır. En az 18 sessiz filmde deneyim kazanır.

13 Numara (1922) ve Always Tell Your Wife’ı (1923) yönetir. O günleri anımsadığında “Sinemayı öğrenmenin en etkili yolu sessiz film çekmeye çalışmaktır” diyecektir.

Truffaut’ya da, “Bence sessiz filmler sinemanın en saf biçimiydi. Tek noksanları insan sesleriyle diğer seslerdi. Ama bu küçük eksiklikler sesle birlikte gelen bütün o köklü değişikliklere değmezdi. Başka bir deyişle, sessiz filmlerde elde edilemeyen tek şey doğal sesler olduğuna göre, bu sefer de bir başka aşırı uca gidip sesli sinemayla birlikte saf sinemanın tekniklerinden tümüyle vazgeçmek gerekmezdi. Sesle birlikte vasatın yeniden geldiği söylenebilir. Günümüzde yapılan filmlerin çoğunda az sinema var. Sinemada ancak öyküyü anlatacak başka bir yol kalmazsa diyalog kullanılmalıdır. Ben daima bir öyküyü öncelikle sinemaya özgü bir yöntemle anlatmaya çalışırım.” (s: 57) diyecektir.

GERİLİMDE ANA DEĞİL SÜRECE ODAKLANDI

Bu arada yeri gelmişken Truffaut’nun, gerilim ile korku arasındaki farka ilişkin sorusuna Hitchcock’un yanıtını da atlamayalım:

“Şu anda ikimiz son derece masum bir sohbet yapıyoruz. Şimdi, aramızdaki şu masanın altında bir bomba olduğunu varsayalım. Ortada hiçbir şey yokken ansızın ‘Boooom!’ ve bir patlama... İzleyici korkuyor. Biz bu korkutmanın öncesinde izleyiciye son derce sıradan, hiçbir özelliği olmayan bir sahne gösterdik. Şimdi bir gerilim durumunu oluşturalım. Masanın altına bir bomba konmuş ve izleyici bunu biliyor. Belki de anarşistin onu yerleştirdiğini gördü. İzleyici bombanın saat 1 de patlayacağını da öğrenmiş; şu anda saat bire çeyrek var dekorda bir duvar saati yer alıyor. Böyle durumlarda aynı sıradan konuşma birdenbire ilginçlik kazanır, çünkü izleyicinin olaya katılımı vardır. İzleyiciler perdedeki oyuncuları uyarma özlemindedirler: ‘Böyle önemsiz konuları konuşmayı bırakın. Altınızda bomba var. Patlamak üzere!’ Birinci durumda izleyiciye patlama anında 15 saniyelik bir korku yaşattık. İkinci durumdaysa 15 dakika boyunca bir gerilim söz konusu. Bundan varacağımız sonuç, izleyiciyi her seferinde durum hakkında olabildiğince bilgilendirmek gerektiğidir...” (s.61,62)

STİLİNİ DENEDİĞİ İLK FİLMİ; KİRACI!

Paramount’un 1922’de, Londra’dan tamamen çekilmesi üzerine Gainsbrough Pictures’da yardımcı yönetmen olarak işe başlar Hitchcock. 1923’te, “Gerçekten elimden çıkan ilk filmdi” dediği ve Graham Cutts ile birlikte set tasarımından senaryosuna, sanat yönetmenliğinden yapımcılık aşamalarına kadar hemen her aşamanın sorumluluğunu üstlendiği Woman to Woman’ı çeker. Filmin editörü ve yardımcı senaristi ise daha sonra eşi olacak Alma Reville’dir.

The White Shadow (1924), The Passionate Adventure (1924), The Blackguard (1925) ve The Prude’s Fall (1925) filmlerinde yardımcı yönetmen olarak yola devam eder.

İlk gerilim filmi Kiracı (The Lodger: A Story of the London Fog / 1927) artık Hitchcock sinemasının karakterize özelliklerinin görülmeye başlar. Siyah paltolu, siyah çantalı, sadece salı günleri Londra’da sarışın genç kadınları öldüren bir katili anlatır. Hitchcock’un Almanya’da tanık olduğu Alman dışavurumcu tekniklerden yararlandığı ve “Stilimi denediğim ilk filmimdi. Aslında Kiracı’nın ilk filmim olduğunu her zaman söyleyebilirsiniz” dediği ilk filmidir.

BİR HITCHCOCK KLASİĞİ; CAMEO ROLLER!

Filmin bir özelliği de yıllar içinde bunu bizzat bir alışkanlık haline getireceği, alametifarikası haline gelecek ilk “cameo”suna (oyun, film, video oyunu, televizyon gibi gösteri sanatlarında insanlar tarafından çok bilinen birisinin kısa süreyle görülmesi) ev sahipliği yapmış olmasıdır.

Hitchcock, 1927’de çektiği Kiracı filminden itibaren 50 yıllık kariyerinde toplam 35 filminde beşer saniye gözüküp yok olur. Sapık’ta kovboy şapkasıyla yol kenarında bekler. Kuşlar’da dükkândan küçük köpeklerle çıkan adamdır.

Cameo rollerini şöyle değerlendirir: “Perdede görünmem tamamen yaratıcılık zihniyetiyle yapılmıştı, perdeyi doldurmak zorundaydık. Sonradan bir batıl itikada, hatta bir ‘gag’a dönüştü. Ama artık oldukça sıkıntılı bir ‘gag’a dönüştü, ben de ilk beş dakikada görünmeye dikkat eder oldum, izleyici filmin gerisini rahat rahat izleyebilsin diye.”

Hitchcock ve eşi Alma Reville

EN BÜYÜK DAYANAĞI EŞİ ALMA’YDI

Bu arada 2 Aralık 1916’da e vlendiği, kızı Pat’in annesi Alma Reville’i anmamak Hitchcock’u eksik anlatmak olur kuşkusuz. Sinemanın her alalında Hitchcock’tan çok daha deneyimli olan Alma, Hitchcock’un en yakın çalışma arkadaşıydı. Hitchcock hiçbir kadını onu sevdiği kadar sevmedi, hiçbir kadına ona saygı duyduğu kadar saygı duymadı:

“Bana en çok şefkat gösteren, takdir eden ve cesaret veren, sürekli birlikte çalıştığım dört kişi vardır. Bu dört kişiden birincisi bir film editörü, ikincisi bir senaryo yazarı, üçüncüsü kızım Pat’in annesi ve dördüncüsü mutfakta mucizeler yaratan bir aşçıdır. Ve onun adı Alma Reville’dir.”

Amerikan Film Enstitüsü’nün verdiği Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü alırken de, “Eğer, genç ve güzel bayan Miss Reville, 53 yıl önce yaşam boyu sürecek bir kontrata imza atıp Mrs. Hitchcock olmasaydı, Mr. Alfred Hitchcock bu gece burada olamazdı” diyecektir.

HITCHCOCK’UN İLKLERİ....

Hitchcock, kariyeri boyunca olduğu gibi ilklere imza atmaya devam eder. Onuncu filmi Şantaj (Blackmail / 1929) da ilk İngiliz sesli filmi olarak tarihe geçer. Bu filmde ünlü yer işaretlerini gerilim sekansları için fon olarak kullanma geleneğini başlatır. Filmde Hitchcock’un en uzun cameo görüntülerinden biri de yer alır. John Buchan’ın 1915 tarihli romanından 1 935’te filme çektiği 39 Basamak (The 30 Steps) uluslararası alanda tanınmasını sağlar.

Şantaj, sarışınlara takıntılı olduğu bilinen Hitchcock’un soğuk, mesafeli, zarif ve zeki “Hitchcock sarışını”nı yarattığı ilk filmidir. İlk sarışını da Madeleine Coral’dır. En ünlü “Hitchcock sarışını” ise Grace Kelly’dir. Filmin bir özelliği Hitchcock’un birçok filminin senaryosunu yazan İngiliz Angus MacPail’in icat ettiği “MacGuffun” (kahramanın çok değer verdiği; ancak anlatıda hiçbir değeri olmayan bir öğe) ögesinin kullanıldığı ilk film olmasıdır.

Hitchcock, bu tekniği 1954’te çekeceği Cinayet Var (Dial M For Murder) ve Gizli Teşkilat (North by Northwest/ 1959) filmlerinde de kullanacaktır. Yöntem yıllar sonra Yüzüklerin Efendisi ve Titanik gibi birçok filmde de kullanılmıştır.

Hitchoccok’un 39 Basamak’tan (The 30 Steps) sonraki büyük başarısı, Philip French tarafından “bu türün altın çağında yapılmış en büyük tren filmlerinden biri” olarak nitelenmiş ve New York Critics Circle’ın En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazandığı Kaybolan Kadın (1938) filmidir.

DELİ KRAL SELZNICK VE HITCHCOCK!

Kaybolan Kadın’ı çektiği sıralarda ünlü yapımcı David O. Selznick’ten bir telgraf alır Hitchcock. Kelimenin tam anlamıyla bu “iki deli”, 1939 Mart’ında yedi yıllık bir sözleşme imzalarlar ve İngiltere’den ayrılıp Hollywood’a yerleşir. Selznick sürekli maddi sorunlardan yakınır, Hitchcock da Selznick’in film yaratım sürecine fazlasıyla müdahale etmesinden rahatsızdır.

Hitchcock yıldızlarının hiçbir zaman tam olarak barışmadığını şu sözlerle ifade eder: “O büyük bir yapımcıydı... Yapımcı kraldı. Benim hakkımda söylediği en gurur verici şey bir filmi yaparken güvenebileceği ‘tek yönetmen’ olduğumdu, ki bu da size ne kadar çok kontrol etmek istediğini gösteriyordu.”

HITCHCOCK’A OSCAR YOK!

Fakat bu durum dev yapımlar üretmelerine engel olmaz. Selznick’in yapımcısı olduğu bir Hitchcock kültü olan ve Daphne du Maurier’in romanından uyarlanan Rebecca (1940), En İyi Film dalında Akademi Ödülü alır. Hitchcock ise beş kez daha aday gösterilmesine karşın hiç Oscar kazanamaz.

1941’de çektiği ve Hitchcock’un hem yapımcı hem yönetmen olarak görüldüğü ilk film, Francis Illes’in Olaydan Önce kitabından uyarlanan Suspicion’dı. Dört kez çalışacağı Gary Grant başroldeydi. Film Joan Fontaine’e En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazandırdı. Hitchcock’a gene ödül yoktu. 1979’da ise nihayet Amerikan Sinema Enstitüsü’nce Yaşam Boyu Başarı Ödülü ile onurlandırıldı. 1980’de de Kraliçe II. Elizabeth tarafından “Sir” ilan edildi.

GELENEKLERE ÖLÜM!

Alfred Hitchcock sonrasında çektiği Sabotör’de de Hollywood geleneklerini yıkmaya devam eder. Geliştirdiği çekim ve kurgu teknikleriyle ‘auteur’ sıfatını sonuna kadar hak eder. Stüdyo dışında, özellikle New York’ta bolca çekim yapar, hatta filmin bir sahnesinde sabotajcı olduğundan şüphe edilen kişi ile (Robert Cummings) ile gerçek bir sabotajcıyı (Norman Lloyd) Özgürlük Anıtı’nın tepesinde karşı karşıya getirir.

Hitchcock, savaşın sona ermesinden sonra Haziran ve Temmuz 1945’te de Müttefik Devletler’in Nazi toplama kamplarının temizlemesi görüntülerini kullanan Holocaust belgeselinde “geliştirme danışmanı”dır. Ancak İngiliz hükûmeti topluma gösterilemeyecek kadar travmatik olduğuna karar verince film 1952’de, İngiliz Savaş Ofisi tarafından İmparatorluk Savaş Müzesi’nin deposuna kaldırılır ve 1985 yılına kadar yayınlanmaz. 1985’te kısmen edit edilmiş olarak PBS kanalında “Kampların Anısı” ismiyle yayınlanacak, tam versiyonu ise müzedeki bilim adamlarınca 2014’te “Alman Toplama Kampları Olgusal Araştırması” ismiyle restore edilecektir.

USTA EDEBİYATÇILARIN PEŞİNDEYDİ! DALİ’Yİ İKNA ETTİ

Raymond Chandler ve John Steinbeck gibi yazarlarla da çalışan Hitchcock, Ernest Hemingway ve Vladimir Nabokov’u senaryolarına yardım etmeleri için ikna etmeye çalışmıştır.

David O. Selznick ile Öldüren Hatıralar’ı (Spellbound) 1945’te çeken yönetmen, psikinaliz üzerine kurulu olan filmdeki karmaşık rüya sahneleri için de ünlü ressam Salvador Dali’den yardım alır. Filmdeki rüya sekansı Dali tarafından tasarlanır. Selznick, yine Hithcock’u kızdıracak bir adım atıp, daha etkili olabilmesi gerekçesiyle Dali’nin tasarladığı rüya sekansının on dakikasını kısaltmıştır. Hithcock’un buna delirdiği söylenir!

URANYUMU İŞLEDİ, FBI TAKİBİNDE KALDI!

Bu filmini bir diğer olay yaratan filmi izler: Aşktan da Üstün (Notorious, 1946). Ingrid Bergman ve Cary Grant’in başrollerinde olduğu filmde, gerilimi tırmandırmak adına uranyumun şarap şişeleri içinde saklanarak gösterilmesi Alfred Hitchcock’un FBI tarafından takip edilmesine kadar varır. 1945 Mart’ında Hitchcock and Ben Hect California Isttitute of Technology’den Robert Millikan’a uranyum bombasının geliştirilmesi konusunu danışmıştır. Selznick filmdeki uranyum fikrinin bir bilim kurgu olduğunu söylemiştir. Kısa süre sonra Ağustos 1945’te Hiroşima ve Nagazakiye’ye atom bombası atılması da bu anlamda talihsiz bir örtüşmedir.

Grace Kelly’nin başrolde oynadığı renkli filmleri Cinayet Var (1954), Arka Pencere (1954), Kelepçeli Aşık (1955) da yine bomba gibidir!

Bu arada yine sahneler arası geçişlerin ustaca yapıldığı Ölüm Kararı’nın (Rope / 1948), Hitchcock’un ilk renkli filmi olduğunu da belirtelim.

KÜLT YAPIMLARI ART ARDA ÇEKTİ!

Hitchcock’un, Cornell Woolrich’in “It Had to Be Murder” (1942) hikâyesinden 1954’te beyazperdeye uyarladığı, voyeur (röntgencilik) sinemasının en bilinen örneklerinden Arka Pencere için şu değerlendirmede bulunur: “Arka Pencere, tam anlamıyla özgün bir sinema filmi yapmak için bir fırsattı. Elinizde yerinden kıpırdamayan ve dışarıyı izleyen bir adam var. Bu, filmin bir parçası. İkinci parçası ise, onun tepkilerini gösteriyor. Bu aslında sinemasal düşüncenin en özgün anlatımıdır.”

Gizli Teşkilat (North by Northwest), Ölüm Korkusu (Vertigo), Kuşlar (The Birds) ve Sapık (Psycho) gibi geç dönem filmleri ile de haklı ününün doruğundadır.

Sapık’taki hızlı kurgu tekniğiyle 78 kamera yerleşimi ve 52 kesmeden oluşarak 45 saniye süren, sansür kısıtlamaları nedeniyle bıçak darbelerinin karakterin vücuduna değdiğini bir kere bile göstermeden o hissi yaratabildiği ünlü duş sahnesini; Kuşlar’daki tüyler ürperten kuş saldırılarını; Cary Grant ile Eva Marie Saint’in başrolünde oynadıkları ve1995’te ABD Kongre Kütüphanesi’nce “kültürel, tarihi ve estetik” sıfatlarıyla değerlendirilen Ulusal Film Arşivi’ne alınan Gizli Teşkilat’taki uçak sahnesini unutun unutabilirseniz...

“HITCHCOCK ZOOM’U”... KAMERA AÇILARI DERS OLDU!

O dönemde hiç kullanılmamış kamera açılarını, edit tekniklerini ve müzik efektlerini kullanan, kullandığı kamera açıları bugün hâlâ derslerde işlenen Hitchcock, dünyada 3 boyutlu filmleri de ilk kez seyirciye sunan yönetmenlerden biridir.

1958’de yönettiği, Pierre Boileau ve Pierre Ayraud’un D’Entre les Morts isimli kitaplarından sinemaya uyarladığı Ölüm Korkusu’nda (Vertigo), yükseklik korkusu olan dedektif Scottie Ferguson üzerinden aşk ve tutkuya odaklanır Hitchcock. Yenilikçi kamera hareketleriyle de sinema tarihinde yerini alan bu kült filminde “Dolly Zoom” tekniği ile izleyicilerin başını döndüren yönetmenin bu tekniği de sinema tarihine “Vertigo Efekt” ve “Hitchcock Zoom’u” olarak yerini alır.

SAPIK İÇİN CÜMLE ALEMİ PERİŞAN ETTİ!

Alfred Hitchcock’un kariyerinin en stresli dönemlerinden birini, Robert Bloch’un Wisconsinli katil Ed Gein’den esinlenerek yazdığı romanından 1960’ta uyarladığı, ünlü duş sahnesiyle hafızalara kazınan Sapık (Psycho) filmini çektiği sıralarda yaşamış demek yanlış olmaz.

Bu film için cümle alemi gece gündüz seferber eden yönetmen, telif haklarını satın aldıktan sonra hikâyenin sonunun öğrenilmemesi için neredeyse tüm kopyalarını piyasadan toplatır. Oyuncularına ve ekibine filmin sonunu kimseye söylemeyeceklerine dair yemin ettirir, eleştirmenlerin spoiler vermemeleri için filmi basından bilerek uzak tutar, filmin gazetede yapılan reklamlarında izleyicilere “Lütfen filmin sonunu kimseye söylemeyin. Elimizdeki tek şey bu!” diye seslenir.

Beklediğine de fazlasıyla ulaşır. Filmin ilk gösterimde seyirciler kelimenin tam anlamıyla perişandır, çığlık atanlar, bayılanlar olur.

KUŞLAR... TIPPI HEDREN’İ BİLEREK YARALADI!

Bundan birkaç yıl sonra 1963’te, Kuzey Kalifoniya’da tatil yaparken okuduğu bir haber ile Daphne du Maurier’in kısa bir öyküsünü birleştirerek, en ünlü filmlerinden Kuşlar’ı (The Birds) çeker Hitchcock. Hayli olaylı bir filmdir sadece çekim aşaması bile filmin kendisinden ürkütücüdür.

Hitchcock, başroldeki Tippi Hendren’in üzerine gerçek yırtıcı kuşları salar. Hedren yaralanır. İş davalaşmaya kadar gider. Yıllar boyu Hedren, Hitchcock’u ağır şekilde suçlamaya devam eder. Hitchcock ve Hedren arasında Kuşlar’ın çekimi sırasında yaşananlar The Girl filmine (2012) de konu olur.

Tippi Hedren, uzun yıllar sonra yönetmen Alfred Hitchcock’un kendisine cinsel tacizde bulunduğunu, Hitchcock’un filmin çekimleri sırasında limuzinde kendisine saldırdığını ve onu öpmeye çalıştığını iddia eder. Anılarını anlattığı Tippi: A Memoir isimli otobiyografisinde Hitchcock’u öpmeyi reddettikten sonra yönetmenin kendisini kariyerini bitirmekle tehdit ettiğini de yazar.

Hitchcock ve Tippi Hendren

HEDREN, HITCHCOCK’U TACİZLE SUÇLADI!

Hedren, Hitchcock’un kendisine uyguladığı fiziki ve psikolojik şiddetin boyutlarını çeşitli röportajlarında ve 2012’de yayımlanan kitabında şu sözlerle açıklar:

“The Birds, benim için her açıdan kabustu. Sette ilk günden itibaren hiç kimsenin benimle konuşmasına izin vermedi. Kesin emirdi. Rolün havasına girmem için olduğunu söyledi ama beni kıskandığını hissettim. Özellikle erkeklerle konuşunca sert tepki gösteriyordu.

(...) Galaya limuzinle gelirken beni öpmeye çalıştı. Çok sinirlendi ve ağır küfürler etti.

(...) Sette herkesin bildiği ve daha sonra anılarında anlattığı olay ise bana haber vermeden mekanik kuşları, gerçek kuşlarla değiştirmiş olması. Bu hareket hem yaralanmama, hem de kuşların hayatını kaybetmesiyle sonuçlandı. Aynı çekimi 5 gün boyunca tekrarladık. Beni telefon kulübesine bağlamıştı ve kaçmam mümkün değildi. Canlı bir kuş gözümü yaralamak üzereyken karşılık vermeye çalıştım, omzum yaralandı. İşkence ancak o zaman bitti.

(...) O dönem stüdyolar ne derse yapmak zorundaydınız. Kontratımda olduğu için Marnie’yi de çekmek zorunda kaldım. Soyunma odamı, kendi odasının yanına yaptırdı ve araya bir kapı koydurdu. Sık sık odama girip çıkıyordu ve sürpriz yaptığını söylüyordu.

(...) Bir kadın düşmanıydı. Fiziksel olarak çirkin olmasının hıncını kadınlardan çıkarırdı. Çok sorunlu bir insandı… Sadece ben değil, diğer kadın oyuncular da sık sık şikayetlerini dile getirdiler. Kadınlar onun gözünde değersizdi. Onun filmlerinde yer alan hemen herkes aynı şeyleri yaşadı. Eşi Alma’nın bana olan saplantısından ve yaptıklarından haberi vardı. Marnie’yi çekerken gelip özür diledi.

(...) Universal ile iki film daha kontratım vardı. Bunları tamamlamadan başka film çekemezdim. Gücünü kullanarak başka filmlerde oynamama izin vermedi ve kendisine karşı koyduğum için bana bir daha rol vermedi. Kariyerimin hemen başlangıcında 3 yıl bu nedenle heba oldu. TV dizilerinde oynadım.”

HITCHCOCK’UN ÜNLÜ EŞEK ŞAKALARI!

Hitchcock, ömrü boyunca kilolarıyla mücadele etti, bir dönem 160 kiloyu geçmişti. Jelibona tapıyor yumurtadan nefret ediyordu. Sherlock Holmes romanlarına bayılıyordu. Eşek şakalarının bağımlısıydı öyle ki zaman zaman kantarın topuzunu kaçırıyordu.

The 39 Steps adlı filmin çekimi esnasında Robert Donat ve Madeline Carroll’ü birbirine kelepçeledi ardından da anahtarları kaybetti (!) ve iki saat boyunca bulamadı! Şikayet edenlere “Amma da abartıyorsunuz” demeyi alışkanlık haline getirmişti.

Kameramanıyla bütün gece kameraya zincirli kalması için iddiaya girdiği ve onu zincirlemeden önce gizlice kahvesine müshil ilacı karıştırdığı, hatta kızını dönme dolaba bindirip saatlerce tepede bıraktığı iddiaları da Hollywood’u karıştırmıştı.

TELEVİZYONDA ON YIL!

Hitchcock’un kariyeri doğal olarak sinemayla anılsa da yönetmen televizyonda da on yıl boyunca program hazırlayıp sundu. ABD vatandaşı olduğu 1955’ten 1965’e kadar Alfred Hitchcock Sunar isimli bir televizyon dizisinin sunuculuğunu yaptı ve bazı bölümlerini kendi çekti. 361 bölümlük dizinin 17’ini kendisi yönetti.

ATİLLA DORSAY VE ARA GÜLER’İN HITCHCOCK ANILARI

Atilla Dorsay, “Yüzyüze: Sinemacılarla Konuşmalar” ve “Sinema ve Unutulmayanlar” kitaplarında da yer vereceği, 1972’de Cannes Film Festivali’nde Carlton Oteli’nde iki saatlik bir söyleşi yaptı.

Ara Güler de usta yönetmen ile tanıştı ve çalıştı: “Onunla yaptığımız çalışmayı unutamam. Onun çekimi biraz sıkıntılı olmuştu. Ayaklarını ön plana alarak bir fotoğraf çekmek istedim. Hitchcock da rejisör olduğu için, fotoğraf işlerini de iyi biliyor. Karşımda kurnazca hareketler yapıyor. Çalışırken sanki rol yapıyor, sesler çıkartıyor, oyun oynuyordu. Sabah 11’de başladığımız çalışma akşam 5’te bitti. Bana kızdı başlarda, sevmedi. Ben içimden ‘Yahu ben Picasso’larla falan çalışıyorum, sen de kim oluyorsun! Sen Hitchcock’san, ben de Ara Güler’im’ diyorum. Ama sonra alıştık birbirimize. Şakalaşmaya başladık. Baktı ki, ben ondan daha matrak biriyim, rahat rahat çalıştık.”

SPIELBERG’İN ELİNİ DAHİ SIKMADI ÇÜNKÜ...

Hitchcock’un, en büyük hayranlarından Steven Speilberg ile görüşmek istemediğini biliyor muydunuz? Aktör Bruce Dern’in anılarını kaleme aldığı kitabında bunun nedenini şöyle yazmış:

“Sen onun idolüsün. Sadece beş dakika dizinin dibinde oturmak ve senle sohbet etmek istiyor’ dedim ancak Alfred bunu reddetti. ‘Şu balıklı filmi yapan çocuk değil mi bu?’ dedi bana. ‘Onunla asla oturup konuşmam. Zira ona bakınca kendimi fahişe gibi hissederim büyük ihtimalle.’ dedi. Ben de ‘Neden Speilberg seni fahişe gibi hissettirsin ki?’ dedim. Şöyle karşılık verdi: ‘Çünkü Speilberg’in The Jaws filminde seslendirme yaptım ben. Bana sırf bu iş için 1 milyon dolar ödediler. Bu yüzden onun elini dahi sıkamam.’ dedi.”

Son filmi Aile Komplosu’nu (Family Plot), Victor Canning’in romanından uyarlayarak 1976’da çeken Alfred Hitchcock, 19 Nisan 1980’de, Los Angeles’ta yaşama veda etti.

Hitchcock hakkında yazılmış şu kitapları da okuma listenize almanızı önererek bitirelim yazımızı. Alfred Hitchcock (Peter Ackroyd / Çev.: Mehmet Gürsel / Alfa Yay.), Alfred Hitchcock (Sydney Godlieb / Çev.: Nazlı Pakkan / Alfa Yay.), Hitchcock ve Truffaut (François Truffaut / Çev: İlyas Hızlı / Afa Yay.)