İnci Aral’dan aşk üstüne bir inceleme “Aşkın Güzelliği”
İnci Aral, aşk üzerine düşünme ve yazma deneyimlerinden doğan incelemesi, “Aşkın Güzelliği”nde; “varoluşun özü” olarak nitelediği bu olguyu, çeşitli duygu düzeylerinde, farklı yaşanma biçimleriyle ve her evresiyle irdeliyor. Aşkın ne olduğunu ve nasıl yaşandığını felsefi bir bakış açısıyla kavratmayı amaçlayan Aral aşkı; kişisel, toplumsal, kültürel yapılanmamızla bağlantılarıyla ele alıyor. Edebi
Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap Eki
gamze.akdemir@cumhuriyet.com.tr
- İlk sayfayı çevirdiğimizde Ahmet Muhip Dıranas’ın şiiri karşılıyor bizi. Kitabın adına esin kaynağı o sanırım.
- Evet. Dıranas’ın çok sevdiğim “Olvido” adlı şiirinden bir kıtadır: “Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir / Kâğıtlarda yarım bırakılmış şiir; / İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı / Hatırlar bir gün bir camı açtığını, / Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu, / Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı... / Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.” Ardından kitabımı Fransız yazar Annie Ernaux’un “Yalan Tutku” romanından küçük bir alıntıyla başlattım. Ernaux’un romanı 65-70 sayfalık kısacık bir kitaptı. Okuduğumda çarpıldım. Şöyle başlıyor: “Geçen yılın eylül ayından bu yana artık bir erkeği beklemekten başka bir şey yapmadım.” Bu işte aşktır.
“FELSEFİ BİR BAKIŞ AÇISIYLA YAZDIM”
- Romanlarında ve öykülerinde aşka aralıksız yer vermiş bir yazarsınız. Fakat burada doğrudan analitik bir odaklanma, çözümleme söz konusu. İçeriğin yönünü nasıl belirlediniz, nasıl ilerlediniz?
- Kitap, aşk üzerine düşünme ve yazma deneyimlerimden doğdu. Çok yoğun bir kitap oldu.
Bu konuya fazlasıyla kafa yormuş biriyim. Pek çok yeni okumanın yanı sıra daha önce okumuş olduğum yapıtları ve araştırmaları da tekrar okudum.
Publius Vergilius Maro’dan Marcel Proust’a, Jane Austen’a, Vladimir Nabokov’a, Milan Kundera’dan Soren Kierkagaard’a, Franz Kafka’ya, Simon de Beauvoir’e, Gabriel Garcia Marquez’e, Johann Wolfgang Goethe’den Stehdhal’a (Marie-Henri Beyle), Lev Tolstoy’a, Gustave Flaubert’ten, Emily Bronte’ye Boris Pasternak’a aşkın hallerini anlatan ve tarih boyu aşkı bir varoluş gerçeği olarak ele alan pek çok yazar ve düşünürü eserlerinden örneklerle andım.
Aşk üzerine çok şey yazılıyor, anlatılıyor ama ben öyle bir kitap yazmak istemedim. Popülist bir yaklaşımla böyle formüllerle falan değil, aşkın ne olduğunu ve nasıl yaşandığını biraz felsefi bir bakış açısıyla yazmaya, kavratmaya çalıştım. Hem kendi yazdıklarımdan örnekler paylaştım hem de tarih boyu yaşamdan, dünya edebiyatından, sanattan ve bilimden aşka bakışları inceledim.
Aşk, o kadar inişli çıkışlı, çeşitli insan hallerini yansıtan, o kadar muazzam bir duygu ki; bugüne kadar yazdığım tüm roman ve öykülerimin içine kendiliğinden girdi. Ben de aşkı herkes gibi geçici hevesler, uçucu mutlulukların yanı sıra kırılma ve yıkım anlarıyla da yaşadım. Roman kahramanlarıma da aşkta ne varsa hepsini yaşattım.
Aşk edebiyatın baş konularından biridir. Sadece mektup şeklinde yazılmış bile birçok roman vardır, örnekleriyle yer verdim kitapta. Gençlik yıllarımda meselâ “Jacopo Ortis’in Son Mektupları”nı okurdum, çok etkilenmiştim. Franz Kafka ile Milena Jesenská, Simone de Beauvoir ile Nelson Algren’in mektuplarından da öyle. Ben de yıllarca sevdiğim insanlara mektuplar yazdım. Mektupsuz aşk düşünemiyorum.
“YAZARLIĞIM AŞK MEKTUPLARIYLA BAŞLADI”
- Yazarlığınız da öyle başlamıştı değil mi?
- Evet, aşık olduğum bir insanla yazışmaya başlamıştım. Bir gün bana “O kadar güzel yazıyorsun ki, bunların bir kısmı başlı başına öykü gibi. Bunları dergilere gönderelim” dedi. 1976 yılıydı. Ben de ona ve başkalarına yazdığım mektuplardan dört öykü çıkardım. Bu öyküleri Varlık’a ve Türk Dili’ne gönderdim. Türk Dili’nde hemen yayımlandı. Yaşar Nabi’den çok övücü bir mektup aldım.
1977’de aralıksız öykü yazmaya başladım. On yedi öykü yazdım, on ikisini o günün tüm dergilerine gönderdim ve hepsi yayımlandı. Konuları değişiyordu; İlk öyküm, bir aşk mektubundan alınmış bir bölümdür. Bir öyküm çocukluğumda, evimizde besleme olan ve sonra evden kaçan bir kızla; bir öyküm de benim ilk eşimden çocuklarımı almaya gidip kapıda kaldığım üzücü anlarla ilgilidir.
Aşk, insanın tüm yaratıcı gücünü ortaya çıkaran bir hal. Karşı tarafı keşfetmeye çalışırken içinizde nasıl bir cevher olduğunu da keşfediyorsunuz. Bende de öyle oldu ve birdenbire Manisa’dan bir yazar çıktı.
“AŞKSIZ NE ROMAN OLUR NE SANAT!”
- “Aşkın Güzelliği”nde irdelediğiniz üzere sanatın her alanında aşka temas etmeyen yok. Aşk yoksa sanat da yok!
- Önce aşk vardı, sanat sonra doğdu. Aşksız roman olmaz, sanat olmaz. Müthiş iniş çıkışlarla yaşanan, insana özgü bütün duyguların sergilendiği bir insanlık hali aşk. Dolayısıyla o kadar yüce bir şey olarak yaşandı ki, kaçınılmaz olarak tüm sanatların en önemli malzemelerinden biri oldu. Binbir türüyle yüzyıllar boyunca mitlere, söylencelere, trajedilere kaynaklık etti. Edebiyatın, şiirin, romanın temel kaynağı oldu. Resim, müzik, heykel sanatçılarına ilham verdi. Sinema zaten aşksız çıplak kalır.
- Aşk da sanat gibi sonsuz.
- Tabii, kişiden kişiye değişiyor. Kişiden kişiye göre değiştiği gibi aile yapısına, yaşadıklarınıza, yaralarınıza, kendinizi ne kadar tanıdığınıza, zamana ve zemine göre değişiyor.
“BUGÜN AŞKIN KOPYASINI YAŞIYORUZ”
- Günümüzdeki aşklara dair değerlendirmeleriniz neler, artık nasıl yaşanıyor?
- Bugün aşkın kopyasını yaşıyoruz. Özellikle değişen dünya, değerler, tüm bu hızlı iletişimin yarattığı kaos aşka kaybettiriyor. Şiiri kayboluyor. Aşk bir masaldı şimdi ise bir oyuna dönüştü. Çok fazla yakınlıktan oluyor bu. Cinsellik önde artık.
Aşk nedir? Özlemektir, engelleri aşarak ulaşmaya çalışmaktır. Günümüzde ise hızla tanışılıyor, birlikte olunuyor, bin kez mesajlaşılıyor. Bu insanlar bir aşk mektubu yazmamış. Bugün yazılanlar emojilerden ve kısaltmalardan ibaret. Kendisi aşkı derinlemesine yaşayamadığı için yansıttığı da o.
Büyük tutkular yok oluyor, aşk özünü kaybediyor. Kaçınılmaz olarak sanat ve edebiyata da yansıyor bu. Aşkın basit şablonlara indirgenip sıradanlaştırıldığı örnekler ortaya çıkıyor. Aşkın elde edilmesi çok kolaymış duygusu yaratan yoğun bir ticarileşme dönemi yaşıyoruz. Kötü değişiyoruz.
“EGEMENLER AŞKTAN KORKAR!”
- Ya aşkın değişmeyenleri?
- Aşağı yukarı aynı biçimde aşık oluyoruz. Bir büyülenme ve dikkat olgusu aşk. Romalı Vergilius, “İnsanı kör eden, ya da gizli bir ateşle yakan eski ve derin bir yara” demiş. Kitapta ayrıntılarıyla anlatıyorum: Nasıl aşık oluyoruz? Neden o? Bir bakış bile yetebiliyor. Bazen çok absürt şeyler de olabiliyor; meselâ çok iyi eğitim görmüş, çok donanımlı bir kadın, musluk tamircisine aşık olabiliyor veya aynı özelliklere sahip bir erkek çok sıradan birine aşık olabiliyor.
Bir başkası olmadan kendi varlığımızı tam olarak tanımlayamıyoruz ve onaylayamıyoruz. Birinin bizi beğenmesi, onaylaması, beğenmesi gerekiyor. Aşkta karşı tarafın varlığında kendimizi kutsuyoruz. Ne kadar sevilebilir, güzel, iyi biri olduğumuzu görüyoruz.
Marcel Proust’a göre “Bizden çıkıp karşı tarafa ulaştıktan sonra yeniden bize yansıyan şey”dir aşk. İnsanın hem en güçlü hem de en zayıf olduğu noktada bir başkasıyla bütünleşme özlemi bu. Yeniden doğuş. Ben sen, sen o olmak; böyle bir bütünlük.
Öyle muazzam bir şey ki insanın varoluşunda ve hayat seyrinde en yüksek performansı gösterebildiği bir dönem, bir doruk! Bizde var olan ama belki de farkında olmadığımız tüm duyguların, tüm gücümüzün ortaya çıktığı bir dönem. Müthiş bir sıçrama, atılım.
İki kişilik bir örgüttür aşk. O yüzden aşk bir devrimdir denilmiştir. Zamanında şunu çok gördüm; siyasetle hiç ilgisi olmayan insanlar aşık olduğu kişi devrimci diye devrimci oldu, hapislere düştü, işkencelerden geçti. Egemenler de bu nedenle bu kadar tutkulu aşklardan çok korkar.
- Bu devrimciler sadece birbirlerine teslim oluyor!
- Kesinlikle ve karşısında hiçbir şey duramaz.
“HER AŞK MUTLAKA BİTER!”
- Aşkı tüm cepheleriyle yazıyorsunuz; bu teslimiyetin bedelleri gibi meselâ.
- Evet, aşka çeşitli duygu düzeylerinde, farklı yaşanma biçimleriyle yer verdim. Aşkın yarısı coşku, mutluluk, yarısı hüzün, keder ve acı. Bedellerin başında benliğini kaybetmek tehlikesini irdeledim. Bu, aşkın gelgitleri arasında en büyük korkulardan biri.
İşte o, benliğini başkasına teslim etmenin yarattığı, artık kendisi olamamak korkusu bu. Bugünkü kimliğim, kişiliğim ya zarar görürse korkusu. Erkeklerde daha çok görülüyor. O yüzden kimi aşkta yavaş yavaş açılır, her şeyi birdenbire ele vermez ki doğrusu da bu.
Bana göre aşk, keşfetmek tutkusu, tıpkı yeni bir kıtayı keşfeder gibi o yolculuğa çıkmak. Stendhal (Marie-Henri Beyle) “En güzel aşk ağır ağır gelişendir” der. Elbette nadiren böyle olur, yaygın olan körü körüne aşık olmak. Bu da doğal çünkü aşk, bir körlük!
Aşkımızı kendi kafamızda, kendi imgelemimizde yaratırız. Eninde sonunda, gerçeğini görmeye başladığımızda ise biter. Her aşk biter! Kurumsallaştığında daha hızlıdır bu. Sevgiye, birlikteliğe, dayanışmaya dönüşür ama mutlaka biter!
- Yazdıklarınız arasında karşılıksız ve/veya saplantılı aşklar da var. Onlar da aşkın “en” hallerinden.
- Öyle, en acıklı halleri. Benim “Ruhumu Öpmeyi Unuttun” romanımda bir genç kadın teyzesini anlatır. Hapisten yeni çıkmıştır. Sevdiği adamı öldürmüştür, polistir adam. Meselâ her yatak faslında kadın öldür beni diye yalvarır. O sevgi içinde ölmek ister, yok olmak ister. Daha duyarlı insanlar aşkı çok daha şiddetli yaşıyorlar. Hele umutsuz, karşılıksız aşkları bağımlılık düzeyinde yaşıyorlar.
“ENGELLER DAĞ GİBİ!”
- Ve aşkın önündeki engeller! Aşkın olmazsa olmazı. İhtimalleri neler öldürüyor?
- Kendimizin farkına varma yolunda ne kadar açık olduğumuz çok önemli öncelikle. Gurur ve kibir aşkın düşmanı. Zamanla ortaya çıkan örtüşmezlikler ve kopmalar da öyle. Aşk kişisel olduğu kadar toplumsal, kültürel, ekonomik yapılanmamızla da bağlantılı. Aşkın mekaniği herkeste aynı fakat bunu etkileyen, nasıl yaşanılacağını etkileyen bu çevresel koşullar da dağ gibi!
Bizim gibi geleneksel değerleri daha yoğun olan toplumlarda daha fazla engel çıkabiliyor. Mitlere veya halk hikâyelerine asıl böyle esin olmuştur. Bütün masallarda sık tehlikeli ormanlardan geçilir, canavarlarla boğuşulur, inanılmaz bedeller ödenir.
“Leyla ile Mecnun”u ele alalım; mücadele o kadar uzun sürer ki Mecnun, Leyla’yı gördüğünde tanımaz artık. Orada Leyla değildir artık önemli olan, aşkı arayan, engeller aşan bir yol olmuştur o. Kerem ile Aslı tam kavuşurlar, Aslı’nın düğmelerini bir türlü çözemez gene engel vardır.
- Aşık olamayanları da okuyoruz. Bunu bir “kapalılık hali” olarak yorumluyorsunuz. Ne yaratıyor bu kapalılığı?
- Çok benmerkezci, kendilerine dönük, korkuları olan, kendilerinden emin olmayan, kimi ebeveynlerine karşı sorumlulukları olan insanlar için aşk büyük bir risk gibi. Kapalılığı bu yaratıyor. Claude Sautet’in yönettiği “Ayazda Bir Yürek” filmi meselâ, tipik bir örnektir. Adam iş hayatında falan kendinden çok emin görünen biridir ama aşık olamaz. Ya da olur belki ama kendine bile itiraf edemez. Iskalar, çünkü o aşka teslim olup, sonuna kadar götürmek gücünü kendinde bulamamıştır.
Ya da bu kapalılığın tersine aşka kapılıp gitmiş orta yaşlı insanlar için de başka bir tehlike söz konusudur. Aşk koşusuna, o gerilime dayanamaz, tükenir ve çok zor durumlara düşebilirler. Kitapta da örnekliyorum; Heinrich Mann’ın “Mavi Melek”i benzer bir hikâyeyi anlatır. Bazı insanlar da sadece aşkın başlangıç evrelerine tutunmuşlardır. Onlar da sürekli yeni birini bulur.
BEYİN Mİ, KALP Mİ?
- Sözü bilim cephesine getirirsek; aşkı insanbilimiyle, anlambilimiyle, psikolojiyle de dört koldan irdeliyorsunuz. İnsanı çözümlemek isteyen aşka mutlaka bakmış, araştırmış. Bilime önemli katkıları var.
- Beyin araştırmaları yapılıyor meselâ. Kitabımda da inceliyorum; “beyin mi, kalp mi?” diye. Her şey beyinde başlayıp bitiyor. Bunu antropologlar ve nörologlar çok güzel ortaya koyuyorlar.
Aşık olduğumuzda dopamin salgılıyoruz. Beynin ödül bölgesi bunu salgılayan. Kokain alınınca da dopamin salgılanıyor. Sosyolog antropolog Helen Fischer diyor ki; “Ancak romantik aşk kokain sarhoşluğundan çok daha fazlası. Kokainden ayılabilirsiniz oysa aşk bir saplantıdır. Kişilik bilincini kaybedersiniz. Başka bir insanı düşünmeden edemezsiniz. Biri kafanızda sabit fikir haline gelmiştir.”
İlk görüşte aşkın da dopamin ve noradrenalin salgılarıyla gerçekleştiği saptanmış. Dopamin heyecanı, mutluluğu; noradrenalin de yüz kızarması, çarpıntı, el titremesi ve göz bebeklerinde büyümeye neden oluyormuş. Antropologlar aşksız bir toplum bulamamışlar.
Psikolojinin temel ilkelerini yazan olgulardan biridir aşk. İnsan ruhunun derinlerine bakmak için sadece çocukluğa değil aşkla mesafelerine, yaşayış şekillerine, tepkilerine de bakar. Sosyoloji insanlığı sadece kitlesel olarak ele almaz, bireysel tutkuları da çözümleyerek ilerler.
- Yeni roman tasarınızı sorarak bitirelim söyleşimizi.
- Gerçek bir hikâyeden yola çıkacak. 1990’lı yıllarda Hollanda-Türkiye arasında trajik bir aile hikâyesi. O yıllarda devlet eliyle ve mafya kanalıyla yapılan kaçakçılıktan hareket edecek. Elbette aşk da olacak. Şu an okumalar yapıyorum, MİT raporlarını inceliyorum. Gündüzleri resim çalışmaları yapmak, geceleri de yazmak şeklinde bir program yaptım kendime. Seçimlerden sonra yazın daha yoğunlaşacağım.
Aşkın Güzelliği / İnci Aral / Kırmızı Kedi Yayınevi / 176 s.