Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz, 'Gerçekle kavga eden çarpılır'
Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz, ulusun kaderinin yazıldığı yerde, Sakarya Meydan Muharebesi alanında, 22 gün ve gecenin dönüm noktalarını Cumhuriyet'e anlattı.
İpek ÖzbeyNeden Ahmet Yavuz? Geçen yıl 26-30 Ağustos arasında Başkomutan kitabının yazarı Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz ve foto muhabiri arkadaşım Kaan Sağanak ile Büyük Taarruz’u Atatürk’ün izinden yürümeye başlamış, bir hafta süren bir yazı dizisi hazırlamıştık. Bu sefer bir ulusun kaderinin yazıldığı yerde, Sakarya Meydan Muharebesi alanındaydık, Polatlı’da Haymana’da siperde, Atatürk’ün yolunda...
* Olup biten gerçek bir vatan savaşıydı. Oysa Yunan askeri işgal maksadıyla ve emperyalist bir planın parçası olarak yabancı topraklarda bulunmaktaydı. Savaş haklıyla haksızın savaşıydı aynı zamanda.
*O günlerin bilinmezliği içinde bile milletin inancı ve coşkusu cepheye yansımaktaydı. Haklı bir kavganın doğurduğu bilinç, hem vatan diye bastığı topraktan besleniyor hem de ona güç veriyordu.
* AKP Kurtuluş Savaşı’nın kahramanlarını kendince itibarsızlaştırmak için elinden geleni yapıyor ama 16 Temmuz 2016 sabahı Atatürk posterini genel merkez binalarına ben asmadım. Kendileri astı.
* Oturdukları devlet koltuklarının tamamını da o kadroya borçlular. Vatan kurtulmasaydı Cumhurbaşkanı ve Diyanet İşleri Başkanı’nın oturdukları makamlar bu kadar itibarlı olamazdı. Gerçekle kavga eden çarpılır.
- Sizinle geçen yıl da Afyon’a gitmiş, 30 Ağustos Zaferi için yedi günlük bir yazı dizisi hazırlamıştık. Başkomutan Mustafa Kemal yönetimindeki Türk ordusu, bugün bulunduğumuz topraklarda da savaştı. Polatlı ve Haymana sınırlarında 23 Ağustos - 13 Eylül 1921 arası 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Muharebesi, Kurtuluş Savaşı’nın dönüm noktası sayılıyor. “Bir ulusun kaderi burada yazıldı” diyebilir miyiz?
Tam olarak dönüm noktasıdır. Viyana’dan bu yana süren geri çekilmenin durdurulduğu yerdir. Bu çorak topraklar baştan aşağı vatandaş kanıyla sulanarak Türk milletinin ve onun ulus devletinin kaderi belirlenmiştir.
- Hatırlayalım: Birinci ve İkinci İnönü muharebelerinin başarısına rağmen, Kütahya-Eskişehir çatışmaları umulduğu gibi geçmemişti, firarlar orduyu zayıf düşürmüştü, moraller bozuktu. Meclis’in 4 Ağustos 1921’deki o çok gergin tarihi oturumunda ne tartışıldı? Mustafa Kemal gizli oturumda neler söyledi?
Meclis çatısı altında yoğun tartışmalar yaşandı. Bir an önce barış yapılmasını önerenler vardı. Fevzi Paşa, Eskişehir’i boşaltmanın ve Sakarya’ya çekilmenin sorumluluğunu Temmuz ayındaki görüşmelerde üstlenmişti. Ortam kısmen yumuşamıştı. Buna rağmen o gün gergin tartışmalar oldu. Mustafa Kemal, olağanüstü durumlarda olağanüstü tedbirler alınmasının makul bir düşünce olduğunu belirtti. Tartışmalara ertesi gün de devam edildi. Bir grup, Mustafa Kemal’in Başkomutan Vekili olmasını önerdi. O, buna karşı çıktı, “Hakiki Başkomutan yüce Meclis’in kendisidir, manevi şahsiyetidir” dedi ve “Başkomutan” olması gerektiğini ifade etti. Amacı, Meclis’in yetkilerini geçici de olsa tam olarak kullanmaktı. Bu tayin yapılmasa da görevi yerine getireceğini konuşmasında belirtmek gereği duydu. Başkomutanlık Yasası 5 Ağustos 1921’de kabul edildi. Başkomutan, ordunun maddi ve manevi kuvvetini azami surette artırmak, sevk ve idaresini daha etkin kılmak adına Meclis’in bununla alakalı yetkilerini Meclis namına fiilen kullanma hakkına kavuştu. Artık verdiği emir kanun demekti. Orduya ve millete bir bildiride bulundu: Aldığı yetkiyi, milletin kati iradesinin kaynağı olarak kullanacak ve sonucunda Yunan ordusu anayurdun mukaddes ocağında boğularak kurtuluş ve bağımsızlık elde edilecekti.
- Bir kısım ise onun yetkilerinin muharebe sahasıyla sınırlı olmasını talep ediyordu. Bu talebin altında yatan sebep neydi?
Bu talebi dillendirenlerin bir kısmı “topyekûn savaş” kavramından habersizlerdi. Bir kısım muhalif ise bu yetkilerin kendilerine olumsuz etki edebileceği kaygısı taşıyordu. Kabul görmedi. Yetkilerinin, ordunun faaliyet alanına ilişkin olması talep edildi; bu öneri kabul gördü.
- Tarih 7-8 Ağustos 1921… Tekalifi Milliye Emirleri yayımlandı ve buna bağlı olarak İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Amaç?
O güne kadar seferberlik ilan edilmemişti. Oysa ordunun ihtiyaçları hem büyüktü hem de acil olarak karşılanması gerekmekteydi. Başkomutanın önündeki esaslı iş, orduyu muharebeye hazır hale getirmekti. Bunun ilk boyutu tertiplenme ve teşkilatlanmaya ilişkindi. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, Sakarya mevziine çekilmeyi sağlarken, Fevzi Paşa bu mevzilerin hazırlığına girişmişti. Öte yandan Doğu, Merkez ve Güney cephesinden yeni birlikler ve toplar bölgeye sevk edilmekteydi. İkinci alan Tekalifi Milliye (Ulusal Yükümlülük) Emirleri vasıtasıyla ordunun ihtiyaçlarını karşılamaya yönelikti. Bununla bağlantılı olarak da İstiklal Mahkemelerinin kurulması sağlandı. Bu mahkemelerin esas kuruluş maksadı; söz konusu emirlerin uygulanmasına katkı vermek yanında firarları önlemek, kamu düzenini sağlamaktı. Zira ülkede eşkıyalık kol gezmekteydi…
- Savaşın lojistik desteği nasıl sağlandı?
Lojistik bağlamda Milli Mücadele’nin üç önemli kaynağı vardı: Birincisi ve esas olan halkın kendisiydi. Erkeği ve kadınıyla her şeyini verdi. Para, mal, emek adeta orduya akıtıldı. Tabii ter, kan ve gözyaşı eşliğinde. Bunları sağlamanın hukuki temelini Tekalifi Milliye Emirleri oluşturdu… İkincisi Sovyetler’in yardımlarıydı. Para, silah ve mühimmat yardımı şeklinde kendini gösterdi. Esasen bu yardımlar Sakarya Savaşı’ndan önce başlamıştı, sonrasında artarak devam etmiştir. Bir de sınırlı da olsa üçüncü bir grup ortaya vardı: Hint Müslümanları sadece para yardımı yaptılar. Sonra bu parayla İş Bankası kuruldu. Sakarya Savaşı’ndan sonra Fransa’nın Anakara Antlaşması çerçevesinde Çukurova’yı boşaltırken bıraktıklarını da bunlara eklemeliyiz.
- Bugün gördüğümüzün, yaşadığımızın tam aksini anlatacak bir yorumunuz var: “Başkomutan’dan alınması gereken derslerden biri de adamcılık yapmaması, doğru işi yapacak liyakatli adamı bulup görevlendirmesi…” diyorsunuz. Hangi olay bunu size söyletiyor?
Atatürk’te çok bariz bir şekilde görülen büyük komutanlık vasıflarından biri de kişileri çok iyi tanıması ve işi ehline vermesiydi. Hatırlarsak, 4. Tümen Komutanı Yarbay Mehmet Nazım Bey, Kütahya-Eskişehir muharebeleri esnasında şehit olmuştu. Bu üzücü olayda 3. Grup Komutanı Albay Arif’in (Ayıcı Arif) hatalı olduğu belirlenmişti. Adı geçen, Mustafa Kemal Paşa’nın çok yakın arkadaşı olmasına rağmen komutanlıktan alındı. Başkomutan’dan alınması gereken derslerden biri de adamcılık yapmaması, doğru işi yapacak liyakatli adamı bulup görevlendirmesidir. Hatta en yakın arkadaşı Ali Fuat Paşa’nın “Senin ekibin kim” sorusuna, mealen “Ekibim işini kim iyi yapıyorsa odur” dediği bilinir.
HAKLIYLA HAKSIZIN SAVAŞIYDI
- Yunan ordusuyla kıyaslayarak: Asker, silah, süvari gücü ve moral üstünlüğünü de değerlendirir misiniz?
Sakarya doğusunda muharebeye katılan Türk askeri mevcudu 101 bin 727’di. Bunun 5 bin 401’i subaydı. 54 bin 572 tüfek, 825 makineli tüfek, 169 top, 32 bin137 hayvan, 1284 araba, iki uçak mevcuttu. Sakarya’da taarruz eden Yunan askeri sayısı 123 bin 780’di. Bu sayının 3 bin 780’i subaydı. 75 bin 900 tüfek, 2 bin 768 makineli tüfek, 286 top, 3 bin 800 hayvan, 600 adet üç tonluk kamyon, 240 adet bir tonluk kamyon, 18 uçakları vardı. Yunan asker sayısının Türk asker sayısına oranı 1.2’ye 1’di. Tersine olarak subay sayısında 1’e 1.4 Türk ordusu üstündü (3 bin 780/5 bin 401). Bu durum muharebelerin gidişatı üzerinde etkili olmuştur. Yunan ordusu Türk ordusuna göre tüfek sayısında 1’e 1.4; makineli tüfek sayısında 1’e 3.4; top sayısında 1’e 1.7; uçak sayısında 1’e 9 üstündü. Hayvan sayısı ve süvari gücü bakımından Türk ordusu bariz bir üstünlüğe sahipti. Savaşın sevk ve idaresinde bu üstünlük, karşımıza kuvvet çarpanı olarak çıkacaktır. Sonuç olarak bir Yunan tümeni, yaklaşık iki Türk tümeninden daha üstün bir güce sahipti. Ancak klasik askeri değer yargılarına göre taarruz harekâtı için öngörülen 1’e karşı 3 üstünlüğe Yunan ordusu sahip değildi. Manevra planları da bu gücü biraz dağıtarak kullandığına işaret etmektedir. Ayrıca Yunan askerleri yabancı oldukları bir coğrafyada ve alışık olmadıkları iklim koşullarında muharebe etmek gibi olumsuz bir durumla karşı karşıyaydı. Bunun yanında lojistik destek açısından da zorluklara gebe bir durum söz konusuydu. İkmal üslerinden uzak oldukları gibi, ikmal yolları üzerinde süvari üstünlüğüne sahip Türk kuvvetlerinin yaratacağı sorunlara karşı hassastı. Moral üstünlüğü bütün sıkıntılarına rağmen Türk komuta heyetindeydi. Başarılı olunacağına dair yüksek bir inanç vardı. Nitelikli, deneyimli subay ve komutanlar yanında giderek çok daha disiplinli hale gelen imanlı ve itaatkâr Mehmetçik 1. Dünya Savaşı’nın üç büyük komutanının emrinde olmanın güveni içindeydi. O günlerin bilinmezliği içinde bile milletin inancı ve coşkusu cepheye yansımaktaydı. Haklı bir kavganın doğurduğu bilinç, hem vatan diye bastığı topraktan besleniyor, hem de ona güç veriyordu. On yıla yakın süren muharebelerde karşı karşıya kaldıkları durumlarla korku duvarı çoktan aşılmış; güven, cesaret, inanç ve tecrübenin verdiği güç, yatağını arayan su gibi akmaya hazır hale gelmişti… Olup biten gerçek bir vatan savaşıydı. Oysa Yunan askeri işgal maksadıyla ve emperyalist bir planın parçası olarak yabancı topraklarda bulunmaktaydı. Savaş haklıyla haksızın savaşıydı aynı zamanda… Bu hal giderek subayın bilincinden askerin bilincine yansımıştı; milletin arasında da yayılmaktaydı…
26-28 AĞUSTOS DÖNÜM NOKTASIYDI
- Yunan'ın taarruzu 23 Ağustos’ta başladı. En kanlı muharebeler ise 26 Ağustos’ta yaşandı. Tarih, Başkomutan’ın orada derin bir ikilem yaşadığını yazıyor...
Düşman taarruzları gelişmekteydi. Cephede tehlikeli bir durum oluşmuştu. Cephe yarılırsa Ankara tehlikeye düşebilirdi, ama savaşın esas merkezi Meclis’ti. Bu merkez düşmana bırakılamazdı. Başkomutan ikilem yaşadı, zira düşmanı Sakarya’da durdurmayı öngörmekle birlikte bunda başarılı olunamazsa derinlikte savunmayı devam ettirme ihtimalini göz ardı edemezdi. Buna hazırlık olarak Meclis’in Keskin’e taşınmasını emretti. Daha sonra 27 Ağustos öğleden sonraya kadar beklenmesini istedi. Esasen bu durum daha önce Meclis’te tartışılmış, ancak Diyap Ağa’nın tutumu üzerinde gündemden düşmüştü. Taşınmayı gerekli kılan şartlar ortadan kalkınca, taşınma emrini iptal etti.
- Ve savaşın gidişatını değiştiren tarihi emri verdi...
Muharebeler yeni bir evreye girmişti. Cephenin yarılması söz konusuydu. 3. Grup Komutanı, Başkomutan’a telefonla geri çekilme konusunda ne düşündüğünü sorması üzerine çok sert bir karşılık verdi. Farklı bir tarzda sevk ve idareyi sürdürmek gerektiğinin bilinciyle Başkomutan, bu tarzı şu emirle tarihe mal etti: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla sulanmadıkça, terk olunamaz. Onun için küçük büyük her birlik, bulunduğu mevziden atılabilir, fakat küçük büyük her birlik, ilk durabildiği noktada tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekildiğini gören birlikler, ona tabi olamaz. Bulunduğu mevzide nihayete kadar sebat ve mukavemete mecburdur.” Esasen bu emir Başkomutan’ın 20 Ağustos’ta verdiği uygulama emrinin biraz daha keskin halidir. Komutan’ın iradesini ve her seviyedeki askere tanıdığı inisiyatifi yansıtmaktadır. Tek er bile hayatını buna göre düzenleme ve tereddüt yaşamaksızın düşmanın üstüne atılma hakkını elde etmiştir. O dönemde Genelkurmay Karargâhı’nda kurmay subay olarak bulunan Cevdet Kerim İncedayı, savunmanın başarısını bu uygulamaya bağlamıştır. Başkomutan’ın bu emri verirken, bir gün önce Fevzi Paşa’nın İsmet Paşa’ya söylediği, “Adım, adım savunmayla başarıya varacağız” sözünden esinlendiği ileri sürülmüştür. Sonuç olarak karşı karşıya kalınan durumdan sıra dışı bir karar ve emir doğmuş ve uygulanmıştır. Conkbayırı’nda 25 Nisan günü verdiği “Size taarruz etmeyi değil, ölmeyi emrediyorum” emrinin duruma uyarlanmış halidir.
- Size 22 gün ve gecenin dönüm noktalarını sorsam, hangilerini, nasıl sıralarsınız?
Yukarıda açıklamaya çalıştığım emrin verilmesine neden olan 26/27 Ağustos önemli bir dönüm noktasıdır. 30 Ağustos günü diğer bir dönüm noktasıdır zira o günün sabahı Yunan pilotların verdiği rapor ki Çal Dağı bölgesinde 26 bin kişilik Türk kuvvetinin toplandığı şeklindeki yanlış bir bilgiyi içeriyordu, Papulas’ı kuşatma işlevi yapan 2. Kolordu’nun büyük kısmını daha batıya kaydırmak suretiyle Türk ordusunu kuşatma fikrinden caydırmış; raporun yanlışlığı ortaya çıkınca da cepheyi yarma manevrasına yöneltmiştir. 2 Eylül günü Çal Dağı’nın düşmesi başka bir dönüm noktasıdır. Başkomutan, o gün Meclis’in taşınmasını yeniden gündeme almış ancak Fevzi Paşa’nın savunmaya devam etme önerisini kabul ederek kararından vazgeçmiştir. Onun “Bize yağmur yağıyorsa onlara güneş doğmuyor” ifadesinin bu kararında etkili olduğu bilinmektedir. Ancak Yunan ordusunun 3 Eylül gününü dinlenerek geçirmesi yerine taarruza devam etmesi halinde durumun nasıl gelişeceğini ve hangi kararın daha doğru olacağı konusu müphemdir. 6 Eylül’de Papulas’ın Atina’ya müteakip hareket tarzını sorması savaşma azim ve iradesinin kaybolduğunu ve Ankara’yı ele geçirme hedefinden vazgeçildiğini göstermesi bakımından dönüm noktasıdır. Nihayet Türk ordusunun 10 Eylül taarruzu ve Yunan ordusunun Sakarya batısına atılması nihai dönüm noktasıdır. Öyle ki böylelikle Gordion’un düğümünü çözmeye gelenler yenilmiş ve Gordion yeni bir düğüme kavuşmuştur.
MORAL YÜKSELDİ, ZAFERE İNANÇ ARTTI
- Mustafa Kemal’in dehasını konuşalım, Sakarya Meydan Savaşı’nda kendini nasıl gösterdi?
Bence Mustafa Kemal’in Sakarya Savaşı’ndaki dehasını, savaş öncesi ve sonrasındaki adımları dahil olarak ele almak gerekir, çünkü genel bir tasarım söz konusudur. Tasarımın ilk adımı Kütahya-Eskişehir muharabeleri esnasında yenilgiyi erkenden görmesi ve geri çekilme kararını vermesidir. Tamamen askeri stratejinin gereklerine uygun davranmıştır: Toprak kayıplarına karşı orduyu muhafaza etmek. İkinci adım, çekilmenin doğurduğu sıkıntıları göğüslemiş ve ortaya çıkan durumu fırsata çevirerek başkomutanlık yetkilerini elde etmiştir. Bu yetki kendisine verilmese bile bu yetkileri kullanacağını açıklayarak adanmışlığını sergilemiştir. Üçüncü adım olarak ordunun donatımı için gerekli adımları hiç gecikmeden atmış, Tekalifi Milliye Emirleri ve İstiklal Mahkemelerini hayata geçirmiştir. En kritik aşamada en kritik emri vermiştir: Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır… Düşman Eskişehir-Afyonkarahisar hattına çekildiğinde hemen taarruz etmeyi uygun bulmamıştır. Bunların hepsi stratejinin gereklerine uygun davranışlardır. Deha bunun neresinde derseniz; bütün bunların tasarımında ve zamanlamasındadır.
- Neden Sakarya Meydan Savaşı tarihimize subay savaşı olarak geçmiştir?
Çünkü savaş tarihimizde subay şehit sayısının en yüksek olduğu muharebedir. Mesela 1 Eylül günü Çal Dağı bölgesinde en kanlı çatışmalar yaşanırken 57. Tümen’e bağlı 37. Alay’ının sevk ve idaresi iki subaya kalmıştı. 8. Tümen’in 135. Alay’ında ise ancak iki-üç bölük kadar kuvvet kalmıştı. Savaş, komutanların doğru adımları kadar, o yiğitlerin fedakârlıkları sayesinde kazanıldı. Papulas da başarısızlıklarının sebepleri arasında Türk ordusunda subay sayısının fazlalığına yer vermiştir.
- Bu koşullarda gelen Sakarya Zaferi emperyalistlerin TBMM güçlerine bakışını nasıl değiştirdi? “Yunanistan’a güvenleri sarsıldı” denebilir mi?
Birçok şey değişti. İtilaf Devletleri’nin siyasi hedefi Ankara hükümetine Sèvres Antlaşması’nı kabul ettirmekti. Bunun pek mümkün olmadığı ve Ankara’da bir milli gücün varlığını dayatacağı açığa çıktı. Yunan ordusunun Türk ordusunun savaşma azim ve iradesini ortadan kaldıramayacağı anlaşıldı. Ancak İngiltere’nin Yunanistan’ın arkasında durmasında değişiklik olmadı, ama muhtemelen güven sarsıntısı doğdu. Fransa ve Sovyetler Birliği ile anlaşma getirdi. İtalya, Batı Anadolu’da işgal ettiği alanlardan tedricen çekildi. Bu şu demekti: Doğu Cephesi tam olarak emniyet altına alınmıştı. Güney Cephesi bir anlamda yarım savaş stratejisiyle zafere ulaştırılmış oldu. Yeni insan kaynağı yaratıldı. Mersin Limanı’ndan yararlanma olanağı doğdu. Çukurova’dan beslenme imkânı sağlandı. Bölgenin demiryolu bağlantısı önemli bir avantajdı. Savaş artık tek cepheli hale getirildi. En büyük sonuç buydu. Sosyal ve siyasi alanda Ankara’ya destek arttı. Belki de en önemlisi liderlik üzerindeki mutabakat tartışılmaz hale geldi. Moral yükseldi, zafere olan inanç arttı.
- Ya savaştan sonra?
Büyük bir tevazu içerisinde savaşı ordusunun ve milletinin kazandığını söylemekten geri durmadı. Meclis de kendisini gazi ve mareşallikle onurlandırdı.
16 TEMMUZ SABAHI ATATÜRK POSTERİNİ KENDİLERİ ASTI
- Alparslan, Attila Han, Mete Han, Bilge Kağan gibi Asya’dan Batı’ya yürüyüşte payı bulunan ve Anadolu’yu fethedenler asırlardır minnetle anılıyor, ama bu topraklarda esaretin zincirini kırarak bizlere bir vatan armağan eden, ümmetten millet, cehaletten medeniyet yaratan Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının adı Sakarya Zaferi’nin 100. yılında zikredilmiyor bile.. Bu zihniyete ne demeli?
Öncelikle ifade etmem gerekir. Saydığınız ve saymadığınız bütün değerli şahsiyetler Türk milletinin tarihsel zenginliği ve yapıtaşlarıdır. Biri diğerinin karşıtı değildir. Alparslan da Atatürk de bizimdir. Ancak 30 Ağustos’a sırt çevirenin 26 Ağustos’a sahip çıkması yapay bir gayrettir. AKP, Kurtuluş Savaşı’nın kahramanlarını kendince itibarsızlaştırmak için elinden geleni yapıyor ama 16 Temmuz 2016 sabahı Atatürk posterini genel merkez binalarına ben asmadım. Kendileri astı. Oturdukları devlet koltuklarının tamamını da o kadroya borçlular. Vatan kurtulmasaydı Cumhurbaşkanı ve Diyanet İşleri Başkanı’nın oturdukları makamlar bu kadar itibarlı olamazdı. Gerçekle kavga eden çarpılır.
- Diyanet İşleri Başkanı 30 Ağustos hutbesinde Atatürk'ün adını yine anmadı...
Diyanet İşleri Başkanı, canlarını, kanlarını, terlerini, akıllarını harman ederek yaşadığımız toprakları vatan yapan ve bizlere bahşeden kahramanların kahraman komutanına lanet okumak suretiyle; tarihin kendisine sunacağı en büyük lanete kucak açmıştır. Tarih, kendisini soğuk yüzüyle karşılayacak ve hak ettiğini verecektir. Çok uzun süreceğini de sanmıyorum. Son olarak şunu ifade etmek isterim. Aslında vatanımızı kurtaran kadronun Atatürk başta olmak üzere değeri millet nezdinde daha çok açığa çıkmıştır. Daha da çıkacaktır. Atatürk’ü anlama çabasının arttığını gözlüyorum. İçinde yaşanılan sarmaldan çıkış da ancak onun doğru anlaşılmasıyla mümkün olacaktır. Çünkü yaktığı meşale hiç sönmeyecek… Bizlere düşen kuru kuruya Atatürk sevgisiyle yetinmek değil, doğru anlaşılmasını sağlamak suretiyle yolumuzu aydınlatmasına katkı vermektir. Bu da yaptıklarını ve ne maksatla yaptığını bilmekle mümkündür.
RAKAMLARLA SAKARYA MEYDAN MUHAREBESİ
- Sakarya Meydan Muharebesi sonunda Türk ordusunun kaybı ne kadar?
277’si subay, 5 bin 436’sı er, toplam 5 bin 713 şehit olmuştur.
1058’i subay, 17 bin 422’si er, toplam 18 bin 480 yaralanmıştır.
23 subay, 805 er, toplam 828 esir oldu.
27 subay, 8 bin 602 er, toplam 8. bin 629 kayboldu.
4 subay, 5. bin 635 er, toplam 5 bin 639 firar olarak belirlenmiştir.
Toplam zayiat 39 bin 289’dur.
- Peki, ya Yunan ordusunun?
Yunan ordusu zayiatı 3 bin 758 ölü, 18 bin 955 yaralı, 354 kayıp olmak üzere toplam 23 bin 67 olarak bilinmektedir.