'Burada işler değişebilir'

Emine Taşkın, Adrasan’da yaşayan bir mimar. Eşiyle birlikte bu huzurlu koyda otel işletiyor. Babası Ömer Eken eski Adalet Parti’li. Taşkın, “Babamın bir lafı vardı, ‘Bizim halka yalan söyle inanır, doğruyu söyle ispatını ister’ derdi. Ama şimdi o kadar çok zarar gördüler ki, işler değişebilir gibi geliyor bana” diyor.

Mine Söğüt

Antalya’da Adrasan’da, koyun en ucunda, kıyıda, tatlı bir bahar rüzgârında siyaset konuşacağımıza bambaşka şeylerden de bahsedebiliriz aslında.

Mesela her yağmurda hangi çiçeklerin açtığından... Ağaçların meyve verip vermediğinden... Begonvilleri ne sıklıkta sulamak gerektiğinden... Deniz suyu sıcaklığından... Mevsim normallerinden ve mevsim anormalliklerinden... Havadan, sudan yani gerçekten hayata dair olan şeylerden bahsedebiliriz.

Böcekler hakkında konuşabiliriz, yılanlar ya da göçmen kuşlar hakkında. Denizdeki balıklardan söz edebiliriz, kıyıdaki çakıl taşlarından. İyi şeylerden, huzurlu şeylerden. Aldığımız nefesin temizliğinden ya da gördüğümüz rüyaların heyecanından...

Şu anda konuştuğumuz şeylerin çok uzağında olan pozitif duygulardan konuşabiliriz.

Ama biz siyasetten bahsediyoruz. Ülkenin başına gelenlerden ve geleceklerden söz ediyoruz. O, yakın gelecekten umutlu; benim aklım fikrim hep bulutlu.

‘Tabii ki solcuydum’

Emine Taşkın, 61 yaşında Ardasan’da yaşayan bir mimar. Mesleğini uzun süredir yapmıyor. Eşiyle birlikte bu küçük ve huzurlu koyda bir otel işletiyor.

Siyasetle içli dışlı bir aileden; babası Ömer Eken eski Adalet Partisi milletvekillerinden. Ona, en merak ettiğim şeyi, siyasetçi çocuğu olmanın nasıl bir şey olduğunu soruyorum.

Uzun uzun çocukluğunun geçtiği ortamı anlatıyor. Evdeki siyasi havayı, seçim zamanları radyo, televizyon başında yaşanan heyecanları, darbe günlerini, hayatına damga vuran siyasi gerilimleri...

Tüm bunlar yaşanırken Emine ODTÜ’de mimarlık öğrencisi. Doğup büyüdüğü ev ne kadar sağcıysa, ona kimlik kazandıran, çok sevdiği okulu da o kadar solcu.

“Peki siz neydiniz” diye soruyorum.

Hiç tereddüt etmeden “Tabii ki solcuydum” diyor.

“Ama o zaman sağ ile sol arasında aslında bugünkü kadar kesin ayrımlar yoktu sanki. Mesela babam Adalet Partiliydi ama Halk Partili çok arkadaşı vardı. Hepsi evimize gelip giderlerdi. Bugünkü gibi büyük husumetler olmazdı aralarında.”

Sonra biraz okuldan bahsediyoruz. Babası onun ODTÜ’ye gitmesini istememiş. Solcuların kalesi olan bu üniversite yerine İngiltere’de okumasını bile teklif etmiş. Ama o bu teklifi geri çevirmiş.

Emine iki çocuk annesi. Oğullarından biri 22, diğeri 23 yaşında. İkisi de üniversite öğrencisi. Bilkent’te genetik okuyorlar ve onunkine hiç benzemeyen bir gençlik yaşıyorlar. Anneleri ve babaları gibi ilgili değiller siyasetle. Meselelere uzaktan bakıyor ve tüm yaşıtları gibi daha bireyci düşünüyorlar.

Bu durum Emine için biraz endişe verici. Çünkü o, gündemi titizlikle takip eden ve ülkenin siyasi akıbetine dair üzerinde ciddi bir sorumluluk hisseden biri.

Ama oğullarında o sorumluluğun zerresini göremiyor.

Gençlerin değer yargıları

“Çocuklar meselelere bizden çok farklı bakıyorlar. Mesela benimkilerin kaldığı yurtta onları dini toplantılara çağıran gruplar varmış. Büyük oğlan o toplantılara gidiyor. İkram edilen yemekleri yiyor, karnını doyuruyor, sonra da konuşmalara kalmayıp, aralarından ayrılıyormuş. Bunu da bana gülerek anlatıyor. Küçük oğlansa daha farklı. Onu sohbetlere davet için geldiklerinde kapıyı boxer’la açıyormuş. Kapıdaki de utancından yüzüne bakamıyormuş. O da bunu gülerek anlatıyor. Büyük daha ‘bana ne’ci, küçükse biraz daha tepkili. Ama neticede ikisi de benim kadar ciddiye almıyorlar hiçbir şeyi.” Peki, çocuklarının bu ülkedeki geleceğinden endişeli mi?

“Belki bir kızım olsaydı farklı düşünürdüm” diyor ama oğullarının geleceğinden bir endişe duymuyor. Gençlerin bu ülkede bir gelecek göremeyip yurtdışını hedeflemesi onun için pek de iyi bir şey değil. O her ne olursa olsun bu ülkede kalmak gerektiğini, sonuna kadar direnmek gerektiğini, bu gücü ve inadı korumak gerektiğini düşünenlerden.

Büyük oğlu Oxford’tan yüksek lisans için teklif almış. Ama “Orası kötü bir kasaba, denizi bile yok” diyerek teklifi kabul etmemiş.

Onların değer yargılarının kendisininkilerden çok farklı olduğunun farkında.

Sonra diğerlerinin, dindar neslin değer yargılarından bahsetmeye başlıyoruz.

Biz Haziran’da kazanmıştık zaten

Bizim çocuklar bize benzemiyorlar ama -ne şans ki- onların çocukları da onlara benzemiyor. Her nesil bir öncekini mutlaka aşıyor.

Uzun uzun otele gelen muhafazakâr müşterilerden bahsediyor. Onların arasındaki gençlerin dışa dönük meraklı hayatlarından; belki de bizim onları tanımadığımız daha doğrusu anlamadığımız için bu kadar telaşlı ve umutsuz olmamızdan...

“Yine de bir sürü genç ülkede kalmak istemiyor” diyorum. Gözlerinden bir bulut geçiyor. “Evet onlar daha bireyci düşünüyorlar ama her şey yakında değişecek bu ülkede” diyor.

Daha önce de defalarca umutlanmış ve seçim sonrası defalarca umudu boş çıkmış bir muhalefetin parçası olarak bu sefer de aynı şey olabileceğinden hiç endişelenmiyor mu?

“Ben Haziran’da da kazandığımızı düşünüyorum, referandumda da. Ve bu sefer de kazanacağız. Üstelik bu kez Amerikalardan getirilmiş biri ya da muhafazakâr kesimden seçilmiş biri de yok ortada. Bu sefer gerçekten gidecekler diye umutluyum ben”.

Ya umduğu gibi olmazsa?

Gözlerimin içine gülümseyerek bakıyor ve kelimelerin üzerine tane tane basarak “Asla pes etmem ben” diyor.

Bu inadında ve güveninde çevresinde gözlemlediklerinin çok büyük payı var.

Antalya bölgesinin seçimlerdeki genel tercihlerinden bahsediyoruz. “Deniz Baykal’ın memleketi olduğu için buradan hep CHP çıktığı düşünülür ama aslında öyle değildir” diyor “Burada etkili aileler vardır ve onlar çoğu zaman sağ partileri desteklerler. Bir de insana oy verirler. Tanıdıklarına. Hangi partiden olduğunu önemsemeden. O yüzden AKP de oy alır, MHP de, şimdilerde İyi Parti de...”.

Ama artık tercihlerde kötü tecrübelerin de rol oynayacağı kanısında. Tarımın bitmesi, çiftçinin hızla yoksullaşması, turizmin yediği darbeler ve Konyaaltı plajının Alkoçlar’a verilmesi... Tüm bunların seçmenin iktidara tepki duyması için yeterince güçlü bir neden olacağını düşünüyor.

Artık tepki zamanı

“Düne kadar kendilerinin olan kıyı, Alkoçlar’a ihale edildi ve tahta perdelerle kapatıldı. Antalya halkı bundan çok rahatsız. Artık somut olarak iktidarın siyasetinden zarar gördüklerini, büyük kayıplar yaşadıklarını anladılar. Eminim buna tepki verecekler”.

“Ülkece biraz geç idrak ediyor olabilir miyiz başımıza gelenleri?”

“Evet” diyor “Farkına varsak da tepkiyi geç verdiğimiz doğru. Babamın bir lafı vardı ‘Bizim halka yalan söyle inanır, doğruyu söyle, ispatını ister’ derdi, öyle bir gerçek var tabii. Ama şimdi o kadar çok zarar gördüler ki, bu bölgede işler değişebilir gibi geliyor bana.”

“Yine de, büyük bir kesim hâlâ Erdoğan’ı güçlü buluyor ve tercihlerini hep güçten yana kullanmıyorlar mı?”

“Erdoğan güçlü değil ki” diyor.

“Korkak. Güçlü olan insan korkar mı? Yalan söyler mi?” “Mantıken haklısınız. Mantıken hep haklıyız. Ama nicedir mantıklı şeyler olmuyor ülkede sanki?”

Biraz karşılıklı susuyoruz. Denize bakıyoruz. Karşıdaki adaya bakıyoruz. Bulutlanan gökyüzüne ve sahile inen gölgelere bakıyoruz.

Seçimini mantığın değil bambaşka etkenlerin tetiklediği dürtülerle yapanların zaaflarına güvenen hoyrat bir iktidarın, bunca başarısızlığına rağmen hâlâ gücünü koruyor olabilme ihtimalini düşünmek hoşumuza gitmiyor.

İyimserliğin gücü

O yüzden siyaset konuşmaktan vazgeçiyoruz bir an.

Böyle bir zamanda büyük şehirde yaşamamanın, küçük bir sahil kasabasına kaçmış olmanın bizi nasıl sakinleştirdiğinden bahsetmeye başlıyoruz. Şehirde kalan arkadaşlarımızın kurtulamadıkları asabiyetten, çıkamadıkları girdaplardan, esir oldukları öfkelerden söz ediyoruz.

Kaygılar, ayaklarımızın dibindeki denize karışıp gidiyor. Derin derin nefesler alarak ve tenimize değen güneşin ve rüzgârın tadını çıkararak, bu topraklarda yaşamış eski medeniyetlerin kaderini tekrarladığımızı hissederek ve er geç gerçekleşecek olumlu değişimlerin kaçınılmazlığına güvenerek birer bardak daha çay içiyoruz.

Ve iyimserliğin gücünden bahsediyoruz.

Bu gücün tek dayanağı var, o da yaşanmış tecrübeler.

“İstedikleri kadar dünyayı yöneten bir üst akıldan bahsetsinler” diyor, “Bu ülkeden bir Mustafa Kemal çıkmışsa, biz de bu işin içinden çıkabiliriz.”

Çaydan birer yudum daha içiyoruz ve birbirimize gülümsüyoruz.

“Evet” diyoruz “Çıkabilmeliyiz.”

Sağcı baba ve solcu arkadaşlar

“Peki siz sağ bir partinin siyasetçisi olan babanızla, solcu arkadaşlarınız arasında kalmadınız mı hiç?”

“Problem insanların birbirini tanımamasından çıkıyor aslında. Ben babamı da, Süleyman Demirel’i de tanıyordum; ve kendi solcu arkadaşları mı da yakından tanıyordum. Herkesin insani yönlerini biliyordum. İnsani yöne indiğiniz zaman çok farklı algılıyorsunuz her şeyi. Hatta bir defasında Süleyman Bey, ‘Gelsin arkadaşların konuşalım’ demişti bana; tabii ki arkadaşlarım kabul etmemişti bu teklifi!”

<haber-yatay:975481>