Boğaz’ın unutulmuş köyü: Kireçburnu

Rüyalarımda hep Kireçburnu’nu gördüm. Evim, yuvam, köklerim burasıymış, onu anladım.

Fatih Türkmenoğlu

Ben tam 45 yıldır Kireçburnu’nda oturuyorum. Kimsenin yakın geçmişe kadar adını bile duymadığı Kireçburnu… Dünyanın birçok ülkesi ve şehrine gittim, kısa dönemler yaşadım. Rüyalarımda hep Kireçburnu’nu gördüm. Evim, yuvam, köklerim burasıymış, onu anladım.

Üç aydır İstanbul’dan uzakta, Bodrum’daydım. Dün eve döndüm nihayet. Hep yaptığım gibi bu sabah da erkenden yürüyüşe çıktım. Boğaz, benim herşeyim. Burada ve yürürken buldum kendimi, her kaybolduğum zaman. Acılarım burada dindi, doğru kararlar burada verildi.

ACİL SEFERBERLİK LAZIM

Dünyada nasıl özel bir ülkeye, vatana sahip olduğunun farkında olmayan tek millet var. Evet, Türkler. İki kıtayı ayıran olağanüstü denize, bu dünyayı temizleyen rüzgara karşı oturuyorsun. Arkan orman, önün dünyanın özendiği, bir parçasını alabilmek için savaşların çıktığı Boğaz. Çayını, içkini, meşrubatını içiyorsun. Mangal yapıyorsun istersen. Aşka gelip halayını çekiyorsun. Elini sildiğin mendil, plastik bardakların, çöplerin; ne varsa atıp gidiyorsun.

Yazık, günah, suç.

Çok düzgün görünen insanları, çok pahalı arabaları da görüyorum. Cam iniyor, biten sigaranın paketi yola atılıveriyor. Geçenlerde önümdeki çöp kamyonunu kullananlar, içtikleri suların bitmiş pet şişelerini sokağa fırlattılar. Sokak eşittir çöplük. Çöpçüler için bile. Dünyanın herkese eşit davrandığı, plastiğin hepimizi eşit miktarda öldürdüğü, yüzlerce yıl kirletmeye devam ettiği falan, hiç ulaşmamış.

Yürüyorum, içim yanıyor. Dün gece partilerce epkence yapılmış bu sahilde. Şaha kalkmış azgınlar, arabalarının yağlarını değiştirip sert plastik bidonlarını bile atmışlar. Çocuk bezlerini, her tür bisküvi ambalajını, her marka sigaranın kutusunu. Cipsler yenmiş, fast food zincirleri bayram etmiş. Çiğ köfte ve börek de çok sevilerek tüketilmiş.

Ah, içim yanıyor inanın. Tarabya Oteli önündeki iskelenin kenarlarına iki tane fazladan direk dikilmiş, herhalde mühendislik hatası. Deniz zaten, boşver denmiş. Paslanmış demirleriyle yüzelli sene falan geçsin, yavaş yavaş kirleterek yok olayım diye ömür tüketiyorlar. Çamlık yolundan yürüyorum, eve çıkmak için; bu da ne, banyo tadilatından kalanlar. Çuvallarca kırılmış fayans, bir klozet, o da kırık tabii. Cennet ormanın kenarına bırakılmış. Muhtemel buralarda oturan bir usta, fazla yol gitmek istememiş…

KİMSE BİLMEZDİ BURALARI

Kireçburnu, şehrin iyice kuzeyi, uzak mı uzak bir köşesiydi. Okula giderken servisler buralara gelmezdi. O yüzden ortaokulda yatılı okumuştum. Travmasını hala atlatamadım; neyse, başka günün konusu olsun…

Hatta ben iyice çocukken, Kireçburnu, Büyükdere, Sarıyer, Tarabya iyice yazlıktı. Haziran başından eylül sonuna kadar gelirdi aileler. Evler kiralanır, basmadan perdeler dikilirdi. Bir nevi Ada muhabbeti yaşanır, geceleri ay ışığında şarkılarla fasıl geçilirdi.

Sarıyer’de doğdum. Babam avukattı, Cağaloğlu’na, büroya vapurla gidip gelirdi. Onu karşılardık, kaptan bana düdük çalardı. Acayip heyecanlanırdım.

Yedi yaşımdayken Kireçburnu’na taşındık. İnşaat daha tam bitmemişti. Bir sene bütün aile tek odada uyuduk. Sık sık elektrikler kesilirdi. Birbirimize bilmeceler sorar, nedensizce de gülerdik. Çok gülerdik hem de.

Kireçburnu. Pardon neresi dediniz? Kuruçeşme? Karşıda mı?

Bunlar klasik yorumlar, sorulardı. Daha bilinen hemen iki durak yakındaki Tarabya’yı referans verirdik. Evler de aileler de sayılacak kadar azdı. Herkes herkesi tanırdı. Şimdilerde evler fanfinfonlaştı, sokaklarda park etmiş arabalardan geçilemiyor. Eskiden mütevazı aileler akşamları mutfaklarda piknik tüpünde patlıcan kızartırdı. Tepside yapılmış kekler, tüm mahalle çocuklarına dağıtılırdı. Komşular birbirini acayip kollardı. Burası kışın soğuk, kar yağdığında da unutulan bir uzak semtti. Evden eve bir pişirimlik kahveler, yumurtalar, makarnalar verilir, alınırdı. Doğal gaz gelmediğinden kışlık odun ve kömür, yaz sonu depolanırdı. Bir kere iki aya yakın ara sokaklar karla kaplı kalmıştı. 86 yılı mıydı, net hatırlatamıyorum şimdi.

Bildiğiniz balıkçı köyüydü burası. Genelde tek katlı, bazen de iki katlı evlerle sıralanırdı dar sokaklar. Üç bakkal, bir kasap, bir manav, bir de fırınımız vardı. Sahilde de bir kahve, üç tane balık lokantası. Uzun yıllar açık kalan çay bahçesinde, yaz geceleri konserler düzenlenirdi. Hava ısındı mı herkes denize koşardı. Genellikle ekaliyetten yazlıkçı ailelerle ahbaplık bir ömür devam ederdi. Tüp kuyrukları, seyyar satıcılar, mısırcımız, buranın vazgeçilmezleriydi. Hayat, basitti işte. Gün içinde geçen sekiz, bilemediniz on otobüsle bağlıydık şehre sadece. Ya da Yeniköy’den binilen vapurla Eminönü’ne “inerdik”. Her bir otobüsün numarasını ve saatini de ezbere bilirdik. Gündüz tuttuğumuz balıkları akşam saçın üzerinde pişirip yerdik. Dutlara, eriklere, kirazlara ve böğürtlenlere dalardık. Bir defa incir ağacında kalmışlığım da vardır; neyse, o da ayrı mevzu…

BURADAN BAŞKA YERDE YAŞAYAMAM

Ben de, buradaki komşularım, dostlarım da; yaşayamayız. Her sabah, “yabancılar” gelmeden denize gireriz. Doğan ve Leyla’nın portatif masanın üstüne açıverdiği kahvaltı sofrasına, bazen onbeş kişi sığışırız. Seta “Allah’ım ben buradan başka yerde yaşamayayım, nerede bu güzellik” der. Herkes bir “amin” bir de “valla doğru” diye yorum yapar. Ramo hiç üşenmez, gerekirse bütün komşulara poşetler dolusu dut dağıtır. Neslihan ve Lemi’yle el paleti kullanmanın geyiğini yaparım. Komşularla artık aile olduk. Anahtarlar kapılarda oturuyoruz evlerde. Tabaklar gidiyor daireden daireye. Kimi doktor, kimi maraton koşucusu, kimi lokanta sahibi, ev hanımı, dans hocası, emekli… Herkes birbirini gerçekten sever. Bir hafta ortalarda olmayan aranır. Özlenene hemen, kocaman sarılmak şarttır.

İNSAN NASIL YAŞARSA ÖYLE GEZER

Yine gezi yazısı yazmam gerektiğini unuttum. Artık “yaşlanıyor herhalde, kafası mı bozuk nedir” falan deyip geçiştirin. Hani yaptığını haklı çıkartmaya çalışıp sürekli savunma yapıyormuş gibi gözükmem istemiyorum. Ama buraları çok seviyorum.

Herkes gelsin, herkes çok sevsin istiyorum. Vatanperverlik, dindarlık, iyilik nasıl başkar? Kendini ve içini iyi tutmak, bu topraklara iyi bakmak; bence ilk cevap. Bu anlı şanlı zaferlerle, onbinlerce yiğidin kanıyla alınmış vatan, bizim kutsal toğrağımız. Evimiz, gönlümüz, geleceğimiz. Hırpalamak olmaz. Hiç kirletmemek, hatta mümkünse daha da güzelleştirmek bizim görevimiz. Çöp denizinde boğulmamak için, bir an evvel toplanmak ve dip bucak temizliğe girişmemiz şarttır kanımca.

Off yaa, yine Emekli Albay’a bağladım. İçimde bir düzen koruyucu var ki, sormayın.

Hadi son cümle: Kireçburnu, hala Boğaz’ın en güzel semtlerinden biri. Karadeniz’den gelen rüzgarlara açık olması sebebiyle havası çok temiz. Üçüncü Köprü manzarasının en güzel seyredileceği semt. Yürüyüş yapın, Kireçburnu Fırını’nda birşeyler atıştırın. Set Balık ve Ali Baba’da güzel bir akşam yemeği yiyebilirsiniz. Therapia, Melissa ve efsanevi Façyo da seçeneklerden.

Bir de İstanbul’un en temiz denizi burada. Sabah erkenden yüzmeye gelebilirsiniz. Bazen fazlaca akıntı oluyor, aman dikkat.