Rengarenk, kozmik ve melankolik: Asteroit Şehir

Wes Anderson’un yeni filmi, yönetmenin sinematografik anlatımında yer alan tüm unsurların kullanım açısından zirve yaptığı bir yapıt.

Başak Bıçak

Masmavi bir gökyüzü, kızıla çalan tepeler, çorak bir arazi, çerçevenin kenarına iliştirilmiş bir mantar bulutu ve güneşin altında sararmış bir kasaba... Wes Anderson’ın, hayali Asteroit Şehri’nin (Asteroid City), yönetmenin ikonik renk paletiyle bezenmiş, güneşin altında sapsarı parlayan panoramik görüntüsü henüz ilk sahneden Anderson sinemasının tüm yapı taşlarını barındırdığının işaretini veriyor.

Titizlikle tasarladığı “oyun dünyasının” kapılarını aralayan gerçeklikle uyumsuz yapay dokulu görsel dili, birazdan anlatacağı öykünün yarı-gerçek ögeleriyle de ilk zıtlığı oluşturuyor...

Wes Anderson’ın “saplantının” sınırlarını zorlayan sembolik dünyası, 90’ların sonundan bugüne dek çektiği her tablo-filminde yeni bir süslemeyle tanışmamıza vesile oluyor. Bu sanki, her filmle daralttığımız bir mercek yardımıyla ilk bakışta görülemeyen sahne ayrıntılarına biraz daha yaklaşmak, onları mikroskobik bir yöntemle görmeye başlamak gibi bir duygu uyandırıyor.

Kusursuz bir simetriyle ortalanmış her tablo-kare, çerçevenin içine yerleştirilmiş, gizlenmiş, bazen de özenle serpiştirilmiş sayısız imge ile konuyla dolu ve her biri Anderson’ın gezegeninde olduğunuzu hatırlatmak üzere tasarlanarak ana akım sinemanın seyircide yaratmak istediği algıya meydan okuyor. Sarı ağırlıklı pastel renkler, 50’ler, 60’lar ve 70’ler estetiğinin verdiği nostaljik duygu, ortalanmış, kuş bakışı ya da ortadan ikiye bölünmüş sahneler ile filmin öyküsünün “göstergesi” olan kostümler, objeler, eşyalar, yıldız oyuncular, -o hiç değişmeyen- çocuk ruhlu yetişkinler ve yetişkin ruhlu çocukların katmanlı karakter yapıları, ifadesiz yüzleri ve geveze halleri...

Ve tüm bu motiflerin birleştiği tanıdık izlekler: Aile, çocukluk, büyüme sancıları, ebeveyn olma, yaşam, ölüm, yas, sanat, kültür, evren... Anderson, yeni tablo-filmi Asteroit Şehir’de, yalnızca yeni bir süsleme eklemiyor resmine, aynı zamanda tüm bu konuların bileşkesi bir kavrama da yöneliyor: “Bilinmeyen”e.

SOĞUK SAVAŞ İZLERİ...

Asteroit Şehir, bizi bir yandan arabası bozulduğu için yolda kalan ve kente güç bela ulaşan Steenpeck ailesiyle tanıştırırken, öte yandan kentin adıyla uyumlu asteroitle de buluşturuyor. 1955 yılının eylül ayında, hayali bir kasabada, yöreye binlerce yıl önce düşmüş bir asteroiti anma etkinlikleri filmin genel çerçevesini belirlerken çocuklarını terk etmek konusunda kararsız bir baba, buluğ çağında zeki bir çocuk ve “tuhaf” üç küçük kızdan oluşan aileyle Anderson’ın fırça darbeleri görünürlük kazanıyor.

Savaş muhabiri olan baba Augie’nin şenliklere kızıyla katılmış Hollywood yıldızı Midge Campbell’la tanıştığı sırada ufukta görünen atom bombası denemesiyle “tonlar” belirginleşiyor. Anderson sineması genellikle zaman-mekân algısından uzak bir öykü kurgulansa da fonda yer alan bu vinyet Soğuk Savaş gerilimlerinin filme sirayet ettiğini gösteriyor. Nitekim bir süre sonra asteroitle bağlantılı gelişen bir olay Soğuk Savaş’ın krizleriyle öyküyü budaklandırırken, ana izleği de açığa çıkarıyor.

Asteroit Şehir, Anderson’ın anlatısının çekirdeğini oluşturan bilinmeyen, ona duyulan merak ve ondan duyulan korkunun şemsiyesi altında mizahi bir üslupla sunulan hayat, ölüm, yas, aile trajedisi hakkında... Sinemayla tiyatro arasında gidip gelmelerle dokunmuş siyah beyaz bir televizyon şovu kumaşı öyküyü derinleştirirken Anderson’a biçimsel olarak kurgusunu genişletme olanağı da tanıyor.

Augie ile Midge’in pencerelerinden dökülenler, aşka, melankoliye, mizaha, evrene, kozmozun gizemine uzanıyor ve Anderson’ın karakterleri, güneşten kurumuş Asteroit çölüne vaha oluyor. Bununla birlikte Asteroit Şehir, Anderson’ın tablo-filmlerinin son meyvesini vermesini istememize neden olacak ölçüde midemizde “doygunluk hissi” yaratan bir film.

Puanım: 7.5/10