15 yaşındaki Ata Demirer'in öyküsü: 'Bursa Bülbülü'

Ata Demirer’in senaryosunu yazıp başrolünde oynadığı Bursa Bülbülü, izleyiciyi 80’li yılların Bursası’na ömrünü müziğe adamış yaşamlara götürüyor.

Deniz Ülkütekin

Bir çay bahçesinde piyanist şantörlük yapan Cengiz Sezen’in öyküsünü anlatıyor Bursa Bülbülü... Cuma günü Disney+’ta gösterime giren filmde Ata Demirer’in çocukluk ve ilk gençlik hafızasından kalanlar sahneye yansıyor. 80’lerin Bursası, İstanbul’da ünlü olmaya çalışan müzisyenler, kendine özgü bir tutku, kuşbazlık... Komedi ile hüznün iç içe geçtiği filmini “Bursa Bülbülü” olarak nam salan hem senaryoyu yazan hem de Cengiz’e hayat veren Ata Demirer, platonik aşkı Arzu’yu oynayan Özge Özacar ve kuş sevdalısı abisi rolündeki Cem Gelinoğlu ile konuştuk.

- Doğduğunuz ve büyüdüğünüz yer olan Bursa’yı konu almanız aynı zamanda bir hafıza çalışması olarak da çok değerli. Nasıl bir Bursa kurguladınız?

Ata Demirer: Benim sinema anlayışım, gerçekliği yüksek hikâyeler anlatmak. Bu da çocukluğumun resimlerinden oluşan bir senaryo. Bir müzisyen aile, Mudanya’da piyanist şantör olmak için çaba sarf eden insanlar, teneke üzerinde midye yemek, döneme has bazı tonlar, benim çocukluk tonlarım... Ortaokulun sonlarında müzisyen olmayı istediğim için köy düğünlerinde falan piyanist şantörlük yapmaya çalıştım. O sırada da Cengiz’in orijinallerini gördüm tabii. Kendisini Nejat Alp zanneden, “Ben Tarabya’ya gitsem bir gecede meşhur olurum” diyen insanlar… Sonra gerçek bir müzisyen aileyle tanıştım. Filmdeki Şerafettin Hoca gerçek bir karakter. Beni İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuvarı sınavına hazırladı, onun sayesinde kazandım. Şimdi 50 yaşımdayım, 15 yaşındaki Ata’nın hikâyesini anlatmak istedim. Tarkovski’nin dediği gibi, sinema, zamanı hapseden bir sanat. Biraz bundan faydalanıp “Bu fani dünyada bir hatıramız kalsın” derdine düştüm. Yıllardır düşünüyordum, pandemide sırası gelmiş gibi hissettim.

- Pandemide hepimiz geçmişe yönelik hesaplaşmalara döndük…

Ata Demirer: Aynen öyle oldu bende de. Yazmam yaklaşık bir yılımı aldı. Hakan Algül yönetmenimiz, çokça filmde birlikte çalıştık. Onunla ortak yönümüz çok, duygusal biridir. Bence Türkiye’nin en iyi mizah yönetmeni. Birlikte güzel bir iş çıkarttığımıza inanıyorum.

- Arthouse filmlerde genellikle yönetmenin hafızasını destekleyen bir simge, obje olur. Burada da “kuş” bir simge mi?

A. Demirer: Ben Kuşbaz’ın babasıyım. Çocukluğumdan beri kuş bakıyorum. Hatırladığım ilk an şöyle: Dayımın güvercinleri var, biz de onlarla fabrikanın çatısındayız. Aşağısı uçurum. Ben ufacık çocuğum, dayım da bana “Kışkırtsana!” diyor. Ben bağırıyorum, kuşlar kalkıyor… Çocukluktan kuşlara merak sarmıştım. Bursa’da Kanarya Severler Derneği’ne çok gittim. Mezatlara da gittim. Yaşım tutmadığı için misafir olarak alınırdım. Bülbül ötümlü kanaryanın nasıl eğitildiğini orada öğrendim. Aynı insandaki gibi, yetenekli bir ırk yakaladığınız zaman kanaryayı bülbül gibi öttürmeye çalışırsınız. Kanaryayı, okula götürür gibi her gün bülbüllerin olduğu ceviz ağacının altına bırakırsınız ve kapı zili sesi bile duymamasını sağlarsınız. Filmde kullanmak için de güzel bir motif olduğunu düşünüyorum. Zaten divan edebiyatında kıymetli bir motif.

- Bursa’daki müzik sektörüne aşina mıydınız o yıllarda?

A. Demirer: Evet. Gazinodaki işlerin nasıl döndüğünü ileriki yaşlarımda abilerimden öğrendim tabii. Bursa’daki sistem şuydu: Diyelim ki Cem Gelinoğlu kaset çıkarmak istiyor. Unkapanı’na gitmeden önce Bursa’da bir demo yapma imkânı vardı. Bu demo için de belirli bir miktar para biriktiriliyor, müzisyenler geliyor ve “kanlı takip” dediğimiz sistemle çatır çatır şarkıyı çalıyorlar, o da söylüyor. Aynı Muhsin Bey’de Uğur Yücel’in oynadığı karakter gibi… Sonra alıyor o demoyu İstanbul’a getiriyor. O zamanlar işler hep böyle yürürmüş. Ben de olayın bu kısmını biliyorum. Babamı çok delirtmişliğim vardır, “Bana bir demo kaset yapalım” diye.

- Nereye kadar gelebildiniz o süreçte?

A. Demirer: Tabii ki demo kasetten öteye gitmedik. Çok da kötü söylemiştim. O kaseti taksiciler dahil herkese dağıtmıştık. Sanki kaseti dağıtınca çalına çalına meşhur olacağımı düşünmüştüm.

- Siz bu projeye nasıl dahil oldunuz?

Cem Gelinoğlu: Senaryo geldiğinde beni heyecanlandıran iki şey vardı. Hem Ata Abi’nin sinemasını bilmenin güveni hem de dönem işinde olma isteğim. Bir araya gelince Ata Abi’den işin ruhunu dinledim. Biliyorsunuz kendisi çok yönlü bir adam ve sinemasında da bunları nakış nakış işliyor. Bu sefer hikâyenin başka karakterlerini üstleniyor ama kuşla ilgili olan benim. Asla onun kadar iyi yapamayacağıma ilişkin kaygılarım vardı ama bir yandan da güvende hissediyordum. Çünkü o dünyayı çok iyi bilen Ata Abi bana yardım ediyordu. Onun kuş taklitlerini hayranlıkla izliyorum, onun gibi yapamadığımı biliyorum ama elimden geleni yaptım.

A. Demirer: Çok da güzel yaptın.

-İşin sahne ve enstrüman kısmıyla ilgili nasıl bir çalışmanız oldu?

C. Gelinoğlu: Filmin müziklerini yapan Taşkın Sabah gibi bir üstadın öğrencisiyim. Kanun çalmadaki tavırları öğrendim Taşkın Abi’den. Üzerine de o sesleri dinledikçe işin büyüsüne kapıldım. Aylardır o şarkıları dinliyoruz ve o dünyayı biliyorum. Filmin müzikal yönü de beni çok etkilemişti açıkçası.

- Özge Hanım, siz de filme roman havalarına eşlik ederek giriş yapıyorsunuz. Daha önce böyle bir tecrübeniz var mıydı?

Özge Özacar: Yoktu ama kendimi bildim bileli dans etmekten, şarkı söylemekten çok keyif alan bir kadınım. Benim için senaryoyu okumak ve Ata’yla tanışmak inanılmaz heyecanlıydı. Çünkü Cem’in de söylediği gibi Ata başka bir insan. Kendimi onunla arkadaş olup hayata dair sohbet edip paylaşabildiğim ve bir oyuncu olarak gerçekten hem yazıp hem oynayıp üreten bir insanla çalıştığım için şanslı hissediyorum. En büyük hayallerimden biri müzikal etkisi olan bir film yapabilmekti. Filmimizde 80’lerde yaşayan genç bir kadına, Arzu’ya hayat verip onunla birlikte dans ediyorum. Kıyafetiyle, tavrı ve üslubuyla ortaya başka bir Özge’yi koyabiliyorum. Filmdeki en kıymetli şeylerden biri de şarkılarımızdı. Öylesine güzel yazılmış şarkılar ki sadece duymak dahi sahnenin duygusuna hızlıca girmemi sağlıyordu. Sahne sürecimiz içinse kendime ön hazırlık aşamasında bir kronoloji hazırladım. Bursalı müzisyen bir ailenin kendi halinde yaşayan kızından assolist olma sürecine kadar her dönem için farklı sanatçılarımızın sahne kayıtlarını Arzu’nun gelişim süreciyle eşleştirdim. Kibariye, Sibel Can, Güllü, Emel Sayın bu süreçte en çok izlediğim sanatçılar oldu.

BÜLENT ERSOY, KÜÇÜK EMRAH, FAHRETTİN ASLAN

-Filmde Fahrettin Aslan, Bülent Ersoy, Küçük Emrah gibi gerçek karakterler var. Bunları filme dahil etmek nasıl bir karardı. Kendileriyle konuştunuz mu?

A. Demirer: Evet, hepsinden izin aldım. Bizim hayalimizi perçinleyen şey, Bursa Açıkhava Gazinosu’na bu starların ekip oluşturup yazın gelmesiydi. Onların geldiği 15-20 gün, hayatımızın en güzel günleriydi. Bülent Ersoy’u en önden seyretmiştim. Devekuşu Kabare, Coşkun Sabah, Küçük Emrah… Benim hafızamda gerçekten müthiş yer etmiş. Dönemin gerçekliğini artıracak bir şey olduğu için filme koymak istedim. Yaşadığımız bir şey bu ve izin alırken tüm bu kıymetli insanlara telefon açarak izah ettim. Sebebi bu ve iyi ki de yapmışım. Öbür türlü inanmadığım bir şeye dönüşürdü. Sağ olsunlar bana güvendiler ve inşallah güvenlerini boşa çıkarmam.

YAŞANMIŞLIK SAÇLARI DÖKÜYOR

- Bir de saç meselesi var filmde.

A. Demirer: Gerçekçilik dozunu biraz abartmış olabilirim. (Gülüyor) Bu adam benim hayalimde kel, bu uğurda saçlarını dökmüş. Saç ektirme yok ve insan bir şeye kafayı taktığı zaman saçı başı döker ya da mide kanseri olurdu o yıllarda. 30’unda 50 yaşında gibi görünen insanlar tanıdım. Bence yaşanmışlığın fiziğe bir etkisi var ve doğal olarak o adamın da fiziğine, saçlarının dökülmesiyle etki ettiğini düşündüm. Buradan da bana bir oyun alanı çıktı. “Hem sahneye çıkmak istiyorsun, hem saçı başı dökmüşsün, hem de 40’ı geçmişsin andropozun eşiğindesin, ne yapıyorsun?” demeyi sever mizah. Ek olarak da Alman futbolcular o zamanlar hayatımızdı…

HERKESIN BIR PLATONIK AŞKI VARDI

- Film günümüzde pek var olmayan ilişki biçimlerini de yansıtıyor. Siz bunları bugünle karşılaştırdığınızda neler hissettiniz?

Ö. Özacar: Benim için saf sevgi, içtenlik, sıcaklık. Şu anki ilişkiler de iletişimler de biraz daha bireyselleşip derinlikten uzaklaştı. Fazla yüzeysel. Bizim hikâyemizde öyle değil. Filmde ailemiz içindeki dengeler, babayla ilişki, anne, Taşkın… Bir anda hayatımıza giren bir müzisyenle, Cengiz’le “Haydi sahneye çıkalım” deyip hayalimizi paylaşmak, denemeyi istemek… İnanmak var birbirimize, destek olmak var. Bence şu anda bunlar çok eksik. Mana, inanç, yardım etmek, sevgi, gerçeklik, sıcaklık ve insaniyet…

A. Demirer: Ben dönemin ruhunu küçümsemek taraftarı değilim. O zaman iletişimimiz daha azdı. Mesela o zamanki platonik aşklar bir salgın gibiydi. Şimdi öyle değil. Çünkü beğendiğin biriyle tanışmak çok kolay, çok daha sosyaliz ve sosyal medya var. O zaman iletişimin sınırlı, mahalle kültürünün egemen olmasının etkisiyle olan şeyler. Mahallemize yabancı biri geldiğinde hemen hissediyorduk. İnsan ilişkileri daha iç içe ve sıcak gibiydi. Biraz hızlandı, değişti… 50 yıl sonra nasıl olacak bilmiyoruz. Bundan 200 yıl önce nasıl olduğunu da ancak yapılan belgesellerden, yazılan kitaplardan biliyoruz. O dönem ne hissediyorsam onu yazdım.

ALBÜM DE ÇIKTI

- Filmin çok geniş bir şarkı repertuvarı var. Peki sıfırdan yapılan şarkılar var mı?

 A. Demirer: Şarkıların üç tanesi sıfırdan yapıldı. Enstrümantal müzikler de öyle. Soundtrack albümde toplamda 12 parça var. Beyaz Zambaklar parçamızın sözlerini ben yazdım, müziğini Taşkın Abi’yle yaptık. Unutma Beni ve Bursa Kızları’nın sözleri bana, müziği Taşkın Sabah’a ait. Hikâyenin üç şarkıya ihtiyacı vardı ve bunlar bilinen şarkılar olamazdı. Yeni bir karakter kurguladık ve kurguladığımız karakterin yeni şarkılara, yeni bir şeyler söylemeye ihtiyacı var ki, onun yeni bir karakter olduğuna inanalım. Soundtrack albüm filmle aynı gün 13 Ocak Cuma dijital platformlarda yayında olacak. Beni çok heyecanlandıran bir diğer kısım ise LP (plak) olarak da önümüzdeki aylarda müzik marketlerde yer alacak olması.