Reygadas Sineması üzerine

"Sinema varoluş üzerinedir, hikâye anlatmak değildir. Çünkü o zaman edebiyat yapmak daha anlamlıdır" diyor Meksikalı yönetmen Carlos Reygadas...

Başak Bıçak

Geçen hafta dokuzuncu kez seyircisiyle buluşan Boğaziçi Film Festivali, yönetmenlerle söyleşileri, ulusal ve uluslararası uzun/kısa metraj film yarışmaları ve bilet fiyatlarının pek çok festivale göre makul düzeyde oluşu sebebiyle her yıl seyircinin daha fazla sahiplendiği bir etkinlik haline geliyor. Film gösterimlerine ve söyleşilere katılım bunun bir kanıtı… Ancak bana göre asıl dikkati çeken, yarışan filmlerden ziyade seyircinin bağ kurduğu hikayelerin sayısındaki gözle görülür artış…

Pandeminin, sinema salonları ile izleyicinin arasını açtığı bir gerçek. Fakat gerekli hijyenik ve fiziksel koşullar sağlandığında, seyircinin yavaş yavaş salonlara dönmeye başladığını görmek mümkün. Bilhassa Boğaziçi Film Festivali’ndeki ulusal uzun metraj yarışma filmlerinin gösterimleri ve söyleşileri hem Atlas hem de Kadıköy Sineması’nda yapılmasına rağmen bir hayli kalabalıktı. İzlediğim filmler dışında moderatörlüğünü üstlendiğim söyleşilerde ise gözüme çarpan bir husus, kısa bir süre önce Antalya Film Festivali’nde Emin Alper’in ‘suç ve vicdan’ temaları üzerinden yaptığı ve sinemacıların kıpırdanışına yönelik söylemini doğrular nitelikteydi. Zira seyircilerin sordukları sorular ve yaptıkları yorumlar, ekseriyetle filmlerdeki karakterlerle bağ kurabildikleri ve aidiyet, özdeşlik duygusunu hissedebildikleri yönündeydi. Aslına bakarsanız bu, festivallerde sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Sinema yazarlarının puanlarıyla seyirci beğenisi genellikle ayrışır fakat temelde söz konusu farklılık bir ya da iki film üzerinden gerçekleşir. Boğaziçi Film Festivali’nde tanıklık ettiğim söyleşilerde ise eleştirmen-seyirci makasının daha fazla açıldığını gözlemledim. Seyirci-hikâye bağının güçlenmesinin bir gerekçesi olarak sinemacıların anlatılarında maden işçilerinin durumları, sınıf çatışması, batı-doğu karşıtlığı, muhafazakârlık-modernite gibi temalarla toplum dinamiklerine eskiye nazaran daha fazla yer vermeye başlamaları gösterilebilir. Elbette filmlerin, sinemasal değerleri ve başarıları tartışılır. Fakat uzun yıllar seyirciye mesafeli duran sinemacılarımızın artık bu kabuğu kırarak ‘dinleyicilerine’ daha fazla dokunan ‘anlatıcılar’ olmaya başladıklarını görmek sevindirici ve bir bakıma Alper’in tezini de doğrulamış oluyor.

REYGADAS SİNEMASI ÜZERİNE

Festivalin masterclass etkinliklerinde bu sene, Meksikalı yönetmen Carlos Reygadas ile bir söyleşi gerçekleştirildi. Japon (2002), Silent Hill (2007), Our Time (2018) gibi filmleriyle tanınan ve varoluş kaygıları, din-inanç sorgulamaları ve toplum irdelemeleriyle nevi şahsına münhasır bir yönetmen olan Reygadas, adeta bir sinema felsefesi dersine dönüşen masterclass’ıyla benim gibi bu disipline müptela dinleyicileri büyüledi. Gilles Deleuze ve Roland Barthes’den alıntılar yapan ve sinemanın özü, anlamı ve hakikat arayışından hareketle kendi sinemasını açıklamaya girişen yönetmenin şu sözleri onu ve filmografisini anlamak adına oldukça kıymetli: “Sinema varoluş üzerinedir, hikâye anlatmak değildir. Çünkü o zaman edebiyat yapmak daha anlamlıdır. Sinema edebiyatın tersidir. Edebiyatta anlam denilen şey kelimelerden ibarettir ve kelime, harflerden oluşur. Harfler ise tek başına değerli değildir. Yazan kişi anlamı yaratır. O anlam, bizim fantezimizde oldurduğumuz bir şeydir ama sinemada anlam bir harf yerine, bir imajın parçalarıdır. Sinema daha çok görmeyi sevmekle ilgilidir; atmosferi ve hareketi hissetmektir. Benim için en önemli şey budur, bir izleyici olarak da bunu istiyorum. Bir filmi harika yapan şey, kameranın hakikati ve varoluş hissiyatını yakalayabilmesidir. Ancak o zaman gerçek bir duygu hissediyorum.”

Başak Bıçak – basakbicak@gmail.com