Mollaların Gölgesinde / 1
Obama'nın diyalog kurma amacına yönelik sıcak mesajlar gönderdiği İran, Cumhurbaşkanlığı seçiminin yarattığı iç sorunlardan başını kaldırabilirse Ortadoğu'daki yeni rol dağılımı için hesaplara başlayabilecek.
Arzın merkezinin neresi olduğu konusu sorusuna bilim adamları bugüne kadar bir yanıt verebilmiş değil. Yerküreye dışarıdan biri gelse ve bu soruya muhatap olsa, dünya siyasetindeki çatışmalara, nüfuz savaşlarına, siyasi trafiğine bakarak “Vallahi de billahi de bu Ortadoğu dedikleri yerdir” der herhalde. Arzın merkezi olmasa da dünya siyasetinin ve güç savaşlarının merkezi olduğu muhakkak. Üstelik bu durum yeni de değil. Ortadoğu, tarih boyunca gün yüzü görmemiş, dünya siyasetinin devlerinin bilek güreşlerine ev sahipliği yapmıştır. Bölge halkının kaderlerini ne hikmetse hep başkaları yazmış, onlara da kendilerine biçilen rolleri oynamak düşmüştür.
Kabadayılıkları ve güçleri, ancak birbirlerine yetmiş bu coğrafya insanının. Yabancılar tarafından ıslah edilecek, ehilleştirilecek mahluklar olarak görülmüşler nedense. Tanrı Baba da böyle görmüş olmalı ki, tek tanrılı üç dinin peygamberini de yola gelsinler diye mi nedir, bu bölge insanlarına gönderivermiş. Pek yararı olmuşa da benzemiyor ya…
Önceleri, İpek Yolu üzerinde olduğu için iştah kabartan bu toprakların, 20. yüzyılın başlarından itibaren de mucizevi sıvı petrolün membası olduğu keşfedilmiş ve “Yedi Kocalı Hürmüz”e dönmüş.
Devrim diye bildikleri
Kabilecilikten kurtulup uluslaşmayı beceremedikleri gibi ne sanayileşme ne de aydınlama devrimini gerçekleştirebilmişler. Devrim diye bildikleri, ya bir süper gücün desteğiyle yapılan askeri darbeler ya da onları bulundukları durumdan daha da geriye götüren ve adı cumhuriyet de olsa İslami yönetim biçimleri. Bütün bu açmazlardan yakasını kurtarıp kendi kaderlerini tayin etme şansları da yakın zamanda görünmüyor. Ya Arap yarımadasındaki gibi uslu, söz dinleyen birer uydu devlet olacaklar ya da Suriye ve İran örneği gibi “Sen sana pişir sen sana ye” mönüsünün geçerli olduğu, dünyadan izole bir devlet modelini tercih edecekler. Ancak ikinci seçeneği tercih ettiklerinde Musaddık’ın, Abdül Nasır’ın ve son olarak da Saddam’ın akıbetine uğramaları kaçınılmaz.
Ancak Ortdadoğu’nun kaygan zemininde ayakta kalmak da oldukça güç. Bölgede güçlü aktör olmanın iki koşulu var. Ya bölgenin jandarması İsrail’e karşı nükleer silah da dahil silahlanma yarışına gireceksin -ki bu durumda da Irak örneğinde olduğu gibi “Bölge için tehlike arz ediyor” suçlamasına maruz kalıp açık hedef olma durumu da var- ya da güçlü bir hami bulmak zorundasın. İki kutuplu dünyada bunu yapmak kolaydı, ancak tek kutuplu günümüz dünyasında bu da mümkün görünmüyor.
Güç dengeleri sürekli değişiyor
Güç dengeleri sürekli değişiyor, ittifaklar kuruluyor, ortaklıklar bozuluyor, bölgesel aktörler hamle üstüne hamle yapıyorlar. Bütün amaç, Ortadoğu’daki petrol paylaşım savaşında mevzi kapmak, pastadan daha büyük pay koparmak.
Bölgede önemli aktörler olarak İsrail, İran, Suriye ve yakın zamana kadar da Irak sayılıyordu. Irak’ın ABD işgaliyle icabına bakıldı. Suriye ise Hafız Esad’ın ölümü ve Lübnan’daki politikaları nedeniyle “terörist ülke” suçlamasına maruz kalınca kabuğuna çekildi. Obama yönetimindeki ABD’nin BOP yerine farklı planları devreye sokmasının beklendiği bu dönemde, kartların yeniden dağıtılacağı bir oyunda Suriye’nin de konumunun değişmesi bekleniyor.
Geriye kalıyor İran. Obama’nın diyalog kurma amacına yönelik sıcak mesajlar gönderdiği İran, Cumhurbaşkanlığı seçiminin yarattığı iç sorunlardan başını kaldırabilirse Ortadoğu’daki yeni rol dağılımı için hesaplara başlayabilecek. Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra Musavi yandaşlarının başlattığı sokak eylemlerinin, moda deyimle “orantısız güç” kullanılarak bir süreliğine bertaraf edilmesini “Muhalefetin eli kırıldı” diye düşünenler yanıldı. Muhalifler sokağa çıksa da çıkmasa da rejimin kurucusu ve koruyucusu mollalar oligarşisinin kulağına kar suyu kaçtı bir kez.
Şişeden çıkan cin tekrar içeri girecek mi?
Halkın egemenliğini temsil eden yasama organına karşı Allah’ın egemenliğini temsil eden mollalar, kendi iç hesaplaşmalarını ve iktidar savaşlarını erteleyip şişeden çıkan cini tekrar içeri sokmak için otoritelerini daha da sağlamlaştırma yoluna mı gidecekler, yoksa Hatemi’nin başlattığı reformları bir adım öteye mi taşıyacaklar yaşayıp göreceğiz. Ancak mollalardan iktidarlarını sarsacak, halkın egemenliği üzerindeki vesayetlerini kaldıracak adımları kendilerinden beklemek nafile olur. Zira onların fıkhi, kelami anlayışları, din psikolojileri ve tarihsel gelenekleri bu türden reflekslere engel.
Ortadoğu’da şeriatla yönetilen diğer İslam devletlerinden İran’ı farklı kılan da bu özelliğidir. Diğerlerinde görülen İslami kuralların icrası ve denetimi devletin başındaki yönetici eliyle yapılırken İran’da bu görev ulemanındır. Daha doğrusu bu farklılık İran ve diğer İslam devletleri arasındaki farktan çok Ehl-i Sünnet ile Şia arasındaki farktan kaynaklanmaktadır. İslam uleması, Şii ve Sünni bölgelerde farklı iki tür itikadi, tarihsel, sosyal ve siyasal koşulların etkisiyle yetişmiş ve bu durum bulundukları bölgenin yönetim anlayışına da yansımıştır.
İran’ın tarihsel arka planı
Biz bu dizide İran’ın bugün yaşadığı çalkantının nedeni olarak görülen yönetim anlayışının, bu yönetim anlayışının dayandığı siyasi düşüncenin ve bu siyasi düşüncenin merkezinde yer alan ulemanın mutlak otoritesinin tarihsel arka planını ele alacağız. Bu tarihsel arka plana bakarken aslında gözden geçireceğimiz konu İran’ın tarihinden ziyade Şia’nın tarihi ve Ehl-i Sünnet’ten ayrışma noktaları olacaktır. Çünkü İran’ı bölgedeki diğer İslam toplumundan ayrı kılan farklılıklar, ülkenin ve İran halkının özelliklerinden değil, Şii İslamın kendini özgü fikhi, kelami, itikadi ve psikososyal anlayışından kaynaklanmaktadır.
Mezheplerin ortaya çıkışı
Hemen her bölgede yoğun tartışmalar yaşanıyor, hadisler toplanıyor, bu hadislere herkes farklı bir yorum getiriyor, birbirini tutmayan fikirler yüzünden gruplaşmalar oluyordu. Farklı metodolojiler, farklı doktrinlerin doğmasına yol açtı.
İslamın ilk dönemlerinde, yani peygamberin sağlığında ve ilk üç halife döneminde toplum, sınırlı bir coğrafyaya sıkışmış, dışa kapalı, fakir ve ilkel siyasi örgütlenmeye sahip toplum özelliğini yitirmemişti. Ancak özellikle ikinci Halife Ömer’den sonra İslam toplumunun sınırları Arap Yarımadası’nın dışına taşmaya başladı. Mısır, Suriye, Irak ve Filistin topraklarının fetihlerinden sonra kuruluş aşamasındaki bir devletin karşılaşabileceği sorunlar ortaya çıktı. Beytülmale akan hatırı sayılır servetin yanında yeni fethedilen topraklarda farklı kültürlerde insanların İslam toplumuna karışması ve bu toplulukların eski dinsel ve toplumsal kültürlerinden bir anda kopamayışları, geniş bir coğrafyaya yayılan İslam toplumunun idaresi gibi daha önce karşılaşılmayan sorunları da beraberinde getirdi. Yeni ortaya çıkan dinsel, sosyal, politik ve ekonomik sorunların çözümü için yeni düzenlemeler yapma ihtiyacı doğdu.
‘Bidat’ tartışmaları
En başta yeni fethedilen topraklarda elde edilen ve adına “ganimet” denen taşınabilir varlıkların paylaşımı, taşınamayan mülklerin kullanım hakkının kimlere verileceği, bu bölgelerdeki gayrimüslimlerin ödemekle yükümlü oldukları vergilerin nasıl toplanacağı, yeni fethedilen illere atanacak valilerin hangi kıstaslara göre belirleneceği ve bürokrasinin nasıl kurulacağı gibi sorunlar acilen çözüm bekliyordu. Bunun yanında peygamberin ölümünden sonra eski kabilecilik kültürünün hortlaması ve fetihlerle yeni bir zengin sınıfın türemesi İslamda “bidat” tartışmalarını da başlatmıştı. İslamın ilk dönemlerinde görülmeyen eski gelenekler ve alışkanlıklara geri dönüş başlamıştı. Muaviye ile başlayan Emeviler döneminde ortaya çıkan diğer bir sorun da İslam coğrafyasında Arap olmayanlara karşı ırkçı tutum, onların “Mevali” olarak adlandırılması ve ikinci sınıf işlerde çalıştırılmasından doğan hoşnutsuzluktu. Emeviler, parlak dönemlerinde siyasi iktidarlarının kalıcı olmasına verdikleri önemi dini amellere yeğliyordu. Bu dönemde öncelikli konu, Arap ırkının ve Emevi kabilesinin üstünlüğünü korumaktı. Bu durum da dine bağlı muhalif grupların sayısını arttırıyordu.
Tüm bu sorunların çözümü için hem ciddi bir devlet örgütlenmesini hızla kurmak hem de yeni ortaya çıkan sosyal sorunlara dinsel hükümler çerçevesinde çözüm getirmek gerekiyordu. Peygamber dönemindeki siyasi örgüt ve dini yasalar sorunları çözmede yetersiz kalıyordu. Günümüzde özellikle siyasal İslamcıların “İslamiyet eksiksiz bir sistem olarak doğdu” iddialarına karşın, peygamber kendi döneminde sadece acil ihtiyaçlar için dinsel bağlılığa dayalı bir siyasi cemaat tasarımı kurmuştu. Ancak bu düzen, genişleme döneminde ortaya çıkan ihtiyaçlara cevap vermekten uzaktı.
Hemen her bölgede yoğun tartışmalar yaşanıyor, hadisler toplanıyor, bu hadislere herkes farklı bir yorum getiriyor, birbirini tutmayan fikirler yüzünden gruplaşmalar oluyordu. Farklı metodolojiler, farklı doktrinlerin doğmasına yol açtı. İhtiyaçtan doğan bu tartışmalar, din bilginlerinin ortaya çıkışını ve bunları sorunlara dinin yasalarına uygun çözüm üretme konusunda düşünmeye sevk etti. Fetihler yoluyla kazanılan yeni ülke ve şehirlere Arap Yarımadası’ndan yoğun göçlerle birlikte göçebe Arap kabileleri şehirlileştiler. Köklü devletlerin hüküm sürdüğü bu yeni topraklarda zamanla kentli bir aristokrat sınıf ve kentli bir İslam kültürü oluştu. Bu sınıf içinde kendini Kuran’ın araştırılması, peygamberin hadislerinin yorumlanması, fıkıh, kelam ve tasavvuf konusuna adayan, bilgili ve imanlı kimseler hiçbir resmi sıfatları olmaksızın halk arasında saygı uyandırdılar. Böylelikle halifelik dışında bir dini otoritenin oluşumu da başlamış oluyordu. Kısa sürede bu din ulemasının takipçileri de oluştu. Bunun doğal sonucu olarak çeşitli mezhepler ve tasavvuf akımları ortaya çıktı.
Sadece yorum farkı değil
Mezheplerin ortaya çıkışını sadece Kuran’ın ve hadislerin yorum farkına bağlamak yanıltıcı olur. Halifelik kurumuna atfedilen özellikler ve halife olanların bu özellikleri haiz olup olmadıkları tartışması da İslam ümmetinin çeşitli mezheplere bölünmesinde etkin rol oynadı.
Başlangıçta hepsinin aynı amaca hizmet ettiği düşüncesiyle mezheplerin hepsine karşı hoşgörü ve saygıyla yaklaşılıyordu. O nedenle henüz aralarında derin uçurumların oluşmadığı bu dönemde sık sık mezhep değiştirenler de hoş görülüyordu. Muhammed bin Khalaf’a çok sık mezhep değiştirdiği için “Hanfaş” lakabı takılmıştı. Khalaf, önce Hanbeli mezhebine girmiş, sonra Hanefi’liği kabul etmiş, son durağı Şafiilik olmuş. Arka arkaya girdiği üç mezhebin imamlarının isminin kısaltılmasıyla ona “Hanfaş” lakabı takılmış. (Ignaz Goldziher – İslamda Fıkıh ve Akaid)
Ehl-i Sünnet ile Şia ayrışma noktaları
Yaşamı, sahabelerden gelen hadis ve takrirlere göre düzenleyen, Muhammed’den sonraki halifeleri toplumu yöneten siyasi otorite olarak kabul eden ekol, ilk dönem halifelerine ve sahabelere kutsallık atfeden ekoller Ehl-i Sünnet adını alırken bu görüşe muhalefet eden ve imamet teorisini İslamın en temel kurallarından biri olarak gören ekol ise İslamın Şii kolu olarak gelişti.
Bu iki ekol arasında fıkıh açısından bir farklılık görünmemekle birlikte en temel ayrılık, hilafet ve imamet makamıyla ilgili tanımlarda görülüyor.
Peygamberden sonra karşı karşıya kalınan sorunlara İslama uygun çözümler bulmak için başlatılan Kuran’ın tefsir çalışmalarını Peygamber’in söz ve fiillerinin toplanması ve üzerinde çalışılması takip etti. Sünnet adı verilen Peygamber’in görüşleri ve yaşam tarzı, Müslümanların yaşamlarını İslama göre düzenlemede Kuran’dan sonra ikinci referans kaynağı oldu.
Yaşamı, sahabelerden gelen hadis ve takrirlere göre düzenleyen, Muhammed’den sonraki halifeleri toplumu yöneten siyasi otorite olarak kabul eden ekol, ilk dönem halifelerine ve sahabelere kutsallık atfeden ekoller Ehl-i Sünnet adını alırken bu görüşe muhalefet eden ve imamet teorisini İslamın en temel kurallarından biri olarak gören ekol ise İslamın Şii kolu olarak gelişti.
Tarihsel süreçte eriyenler de var
Ehl-i Sünnet şemsiyesi altında günümüze Hanbeli, Maliki, Hanefi ve Şafilik olmak üzere dört mezhep ulaştı. Takipçileri az olanlar tarihsel süreçte eriyip gittiler.
Halifelerin insanlar tarafından seçilmesi gerektiğine ve seçilen kişide ilahi özellikler aranmasına gerek olmadığına inanan Sünni ekol, Raşid halifeler, sahabe ve tabiin (sahabelere yakın olanlar) dönemindeki İslamı referans alır. Buna karşılık hilafet makamını hem dini hem siyasi bir otorite olarak gören ve bu göreve gelecek kişiyi insanların değil ancak ilahi iradenin tayin edebileceğini öne süren Şii ekol, İslamın ilk dönemine, ilk Müslümanların kronolojik tarihinden öte bir anlam yüklemez. Sünnetin kaynağının ancak ilahi iradenin tayin ettiği imamlar olabileceğini öne süren Şii düşünce, Raşid halifeler ve sahabenin aktarımlarına güvenmez. Sünnet kavramının içine giren söz ve eylemler ile bunların yorumlanmasına ilişkin Sünni ulemanın vardığı icma (konsensüs) Şia’ya göre geçersizdir. Şia için sadece Peygamber ve onun vasisi saydığı birinci imam Ali’den başlayarak onun evlatları olan imamlar silsilesinin aktardığı hadis ve eylemleri sahihtir. Ehl-i Sünnet, bu dönemi, İslamın bütün yönleriyle şekillendiği ve oluşumunu tamamladığı bir dönem olarak görürken, Şii anlayışa göre ise bu dönemde nübüvvet makamı ve Peygamber’in şahsı hariç, hiçbir merci ve bireyin özel bir kutsiyeti bulunmamaktadır. Birinde ilk dönem halifeleri ve sahabeler alabildiğine yüceltilirken diğerinde olabildiğince sıradanlaşır. Bir yerde imamet ve hilafet makamına dünyevi bir anlam yüklenirken diğerinde ilahi bir anlam yükleniyor.
Siyasi sorunlara dini kılıflar
İmamet-velayet meselesi dışında, kaza ve kaderin sınırları ile İslamda içtihat kapısının açık olup olmadığı meselesi iki mezhebin başlıca ihtilaf konuları olarak günümüze kadar gelmiştir. Ancak bu dizideki önceliğimiz, siyasi düşüncelerinin hangi temellere dayandığı sorusuna yanıt aramaktır. Şia ve Ehl-i Sünnet’in yöneten ve fakih (ulema) sınıfına bakış açısındaki temel farklılıklar nelerdir? Bu farklı bakış açıları, her iki ekolün dini ve siyasi tarihini nasıl şekillendirmiştir? Bugüne yansıması nasıl olmuştur? Tüm bu sorulara yanıt bulmak için yine İslamın ilk dönemine gitmek gerekiyor. Aslında iki siyasi akımın ayrışma noktasının odağında dinsel sorunlardan ziyade siyasi meseleler yatmaktadır. Ancak siyasi sorunlara zaman içinde dini kılıflar uydurulmuştur.
En Çok Okunan Haberler
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Emekliye iyi haber yok!
- Devrim Muhafızları'ndan Suriye çıkışı
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- 'Seküler müdür kalmadı'
- 'Kayyuma değil, halka bütçe'
- Üniversite öğrencisi, trafikte öldürüldü
- Ankaralı Turgut hayatını kaybetti!
- İkinci elde 'Suriyeli' hareketliliği