Michel Tournier ve mitolojik imajlar! Z. Doğan Koreli’nin yazısı...

Michel Tournier’in (19 Aralık 1924 / 18 Ocak 2016) yapıtları, sözlü kültürün bir parçası olarak düşlenmiş ve metinler arasılıkla biçimlenmiş zengin anlatılardır. Bunların anlaşılması için sanatçının kurgulamada kullandığı kaynakların bilinmesi gerekir. Bu kaynakların başında ise iç içe geçmiş farklı anlatı halkalarıyla derinleşen mitik ögeler gelir. Spiritüel esinlenme, zamanda yolculuk, tanrı-yazarlık, kurmaca-gerçek ilişkisi ve kutsal metinler Tournier’in yazınına temel izlekler olarak yerleşir. Gerek düş ürünü yapıtlarında gerekse düşünce yazılarında iç dökümünü özgürce paylaşır. Olup bitenleri ve tanıklıklarını fantezi katmanları ve mitik tasarımlar yoluyla açıklama çabasına girer. Bunu yaparken de insansı gerçekliğe dair bir anlam arayışında olduğunu duyurur.

Yayınlanma: 24.10.2022 - 00:03
Abone Ol google-news

Fotoğraf: PHILIPPE MATSAS

GELENEKSEL KANONLARA KARŞI METİNLER ARASI MİTİK BİR GEZGİN!

Kırk üç yaşından sonra popüler bir romancı olan, Fransız yazınına mitik uğultular katan, birçok kez Nobel’e aday gösterilmiş Michel Tournier (19 Aralık 1924 / 18 Ocak 2016) karmaşık dünyalara ışık tuttuğu yapıtlarıyla tanınır.

Postmodern yazının kabul gördüğü bir çevrede baskıcı yazın doktrinlerine karşı çıkar Tournier. Modernitenin gelgitlerini sevmez. İyi ile kötü huy çatışmalarını, geleneksel sözlü anlatıları ve ezoterik öyküleri sahneler.

Her biri için neredeyse beş yıl ayırdığı dokuz romanında, kolektif deneyimin ürünü olan mitolojik-masalsı anlatıları yeni öykülere dönüştürerek geleneksel kanonlara meydan okur. Okuru metinler arasılık labirentlerinde yürütür.

Tournier’in değişinime uğramış efsanelerle beslenen mitolojik romanlarında arketiplere metafizik bir hava katar. Bir inisiyasyon romanı yaratır. Ruhun pek çok deneme sonucu daha yüksek aşamaya ulaşacağı bir tinsel arayışı başlatır.

‘CUMA YA DA YABAN YAŞAM’

Ona göre mitler yaşamalıdır ve yazarın görevi mitleri ölümden kurtarmaktır. İlk romanı Cuma ya da Yaban Yaşam’da1 Robinson mitini ölümden kurtarır. Bu kurutuluş hem gerçek anlamda Robinson’un parçalanmış bir gemiden sağ olarak ıssız adaya ayak basması hem de Daniel Defoe’nun Robinson’undan yaklaşık iki yüz elli yıl sonra yayımlanmasıyla, bilinen bir anlatının yeniden yazımı biçiminde değerlendirilebilir.

Yüzeysel olarak bakıldığında anlatılanlar Defoe ile aynıdır. Ancak Tournier, Defoe’den farklı olarak “ıssız ada”yı da bir karakter gibi sunar ve ona “Speranza” adını verir. AdaRobinson ile başkalaşır, dönüşür, bazen ötekileşir, bazen de onun kimyasına karışır. Hatta Ada ile evlenir Robinson ve ondan çocukları olduğunu düşünür.

Tüm bu süreçte “öteki”nin varlığını hep Ada temsil eder. Ötekinin olmaması bir anlamda hayatını anlamsız kılar. Romanda başkasının olmadığı bir dünyanın nasıllığı sorusu meşgul eder okuru. Robinson adada bir “başkasını” ararken sayısız dönüşüme uğramış benliğini de keşfeder.

Kitap, kahramanın Ada Speranza ile girdiği kişisel mücadeleden sonra Cuma’yla karşılaşması ve otoriteyi icat etmesiyle derinleşir. Bakıldığında romanda iki Robinson betimlenir: Cuma gelmeden önce doğa karşısında boyun eğişi seçen Robinson ve Cuma’nın gelişiyle kendi uyruğu ve doğa arasında yeni bir düzen yaratan Robinson.

Cuma, yerlilerin elinden kaçınca Robinson onu eğitir ya da eğittiğini düşünür. Ne var ki Robinson, adada geçirdiği yirmi sekiz yıl sonunda Cuma’nın baştan beri durduğu yerde durduğunu anlar. Çünkü Cuma da vahşi adanın bir nesnesidir.

Beyaz adamın kendini beğenmişliği, kendini tüm varlıkların tanrısı olarak görmesi, yaban diyarlara uygarlık götürdüğünü iddia ederek aslında oralarda bozgunculuk yapması, Batıcıl argümanların “vahşi yaşamın” değerleri karşısında çöküşü, Speranza ile armoni halinde yaşayan Cuma üzerinden konumlandırılır. Roman, sömürgeci burjuva bireyin eleştirisi olduğu kadar başka bir insan olma tarzının da araştırılmasıdır.

Fotoğraf: SIPA

‘ALTIN DAMLA’ VE AFRİKALI İDRİS!

Tournier, özellikle Robinson’un yeniden yazımında olduğu gibi, uygarlıklar ve kültürler arası çelişkiyi Altın Damla’ya da2 ritüeller ve mitler üzerinden ana izlek olarak yerleştirir ve çoğul okumalara kapı aralar.

Altın Damla, bir fotoğrafın ardına düşen Afrikalı İdris’in romanıdır. Sanatçı romanda, fotoğrafın, resmin ve kaligrafi sanatlarının insan yaşamında ve farklı kültürlerde yüklenebileceği anlamları Doğu-Batı sentezleriyle yansıtır. Kitap, Sahra’da, Tabelbala Çölü’nde başlar, Paris’te biter.

Çobanlık yapan İdris, çölde giderken yanında bir cip durur. Arabanın büyüsüne kapılan İdris, fotoğraflarının çekildiğini fark etmez. Devesiyle cipi karşılaştırır. Deklanşör sesiyle kendine gelince kadından fotoğraflarını ister. Kadın bunun o an için mümkün olmadığını, önce filmin kâğıda basılması gerektiğini söyler.

İdris iyice rahatsız olur çünkü Berberi kabilelerinde resim ve fotoğrafların uğursuzluk getirdiğine inanılır. İdris artık bu vahadan kurtulmayı, o fotoğrafın ardından Fransa’ya gitmeyi arzular.

Köyden ayrılmadan önce Zet Zübeyde’nin ona verdiği “Altın Damla” denen kolye onu uğursuzluklardan koruyacaktır. Ancak İdris Marsilya’ya varınca bu tılsımı bir sokak kadınına kaptırır, böylece ana vatanı Sahra’dan uzakta, sihri bozulmuş durumda tek başına yaşamak zorunda kalır.

İdris, Paris’te tanıştığı Philippe ile gittiği Mısır’ın efsane sesi Ümmü Gülsüm’ün konseri sonrası salonda gördüğü “kufi” yazısının büyüsüne kapılır ve bu yazıyı öğrenmek ister. “Söyleyecek şey, suskunluktan daha güzelse sus o zaman!” yazısının yer aldığı derslikte Abdülgaffari Hoca’dan hat yazmayı öğrenir. Bu teknik onda, içsel bir arınmayı sağlar.

Roman, kendisine hediye edilen kolyeyi bir mağazanın vitrininde gören İdris’in, Zet Zübeyde’nin dansını hatırlayıp sağır ve kör bir halde, kendinden geçerek Paris’in en lüks meydanında dansıyla biter.

‘VEDA YEMEĞİ’ VE MİTLER

Mitleri gerçekçi mekânlarla yeniden uyarladığı Veda Yemeği’nde3 sanatçı, kısa öyküler üzerinden erkekler ve kadınlar arasındaki temel psikolojik savaşı inceler.

Balıkçı Yves ile felsefeci eşi Nadege, evliliklerinin yolunda gitmediğini kavrayıp bunu kabullenir ve ayrılık kararlarını duyurmak için dostlarına sahil kenarında bir akşam yemeği daveti verir. O akşam katılımcıdan bir öykü ya da masal anlatmasını isterler.

Boccacio’nun Decameron’unun konukları gibi her biri, sevgi teması üzerinden öyküler anlatır. Dinledikleri on dokuz anlatı, Yves ve Nadege arasındaki ilişkiyi değiştirir. Gecenin sonunda, son misafirin ayrılmasından sonra öykülerin etkisiyle tam bir inisiyasyon yaşarlar ve ayrılmaktan vazgeçerler.

Kaybettikleri şey, aslında birlikte kurabilecekleri “sözcükler evi”dir. Romanda sözcüklerin, evliliğin çimentosu olduğu vurgulanır. Önceleri birbirlerine söyleyecek sözleri bile olmayan ve “günlük hayatın çamuruna saplanıp kalan sazan balığı” çift, artık “selde yan yana titreyen alabalık” çifti olur.

‘KIZILAĞAÇLAR KRALI’

İncil’e ve mitolojiye ait çok sayıda gösterge ve metafor serpiştirilmiş olan ve adını Goethe’nin bir baladından alan Goncourt Ödüllü romanı Kızılağaçlar Kralı’nda4 ise Tournier, korkunç fakat grotesk durumları, mitolojik Ogre motifi ve Aziz Christopher öyküsü üzerinden irdeler.

Kendi halinde bir oto tamircisi olan Abel’in sıradan günlük olayları, zaman ve gerçeklik algısından sıyrılarak hayal dünyasında nasıl bir kurguya dönüştürdüğünü anlatır. Olaylar İkinci Dünya Savaşı öncesi ve savaş boyunca yaşananlarla ilgilidir.

İlk bölüm kahramanın çocukluk ve gençlik yıllarına yer verdiği günlüğünden notlarla başlar. Diğer bölümde ise Abel’in savaş sırasında yaşadığı gerçeklik ile fantastik dünyası arasındaki çalkantılar yansıtılır.

Almanya’nın cephe gerisi, çocuk yaştakilere verilen Nazi eğitimleri, Yahudi toplama kampları, “ari ırk” kavramının aşırı sapkın derecesi, Alman aristokrasisiyle nasyonal sosyalizmin çatışmaları hep örtülü göstergelerle anlatılır.

Savaş patlak verince Nazizm tarafından tuzağa düşürülüp Doğu Prusya ormanlarının derinliklerinde ruhu bulanıklaştıran sisler arasında dolaşan Abel, kendini Germen geleneğinde “Kızılağaçlar Kralı” ya da “Dev “Ogre” olarak kutsar ve absürt bir evrende kaybolur. Dev miti bu romanın hem ana efsanesi hem de ana temasıdır.

İKİ YÜZLÜ UMACI DEV; NAZİZM!

Yazar romanda yakın tarihi, eski mitin güncelleştirilmiş versiyonu üzerinden anlatır. Nazizimi, iki yüzlü bir dev biçiminde sembolize eder. İyiyle kötünün savaşımının verildiği romanda kötü ruhu betimleyen Dev Ogre imgesi ormanda atıyla dolaşıp çocukları kaçırdığına inanılan ve kaçırdığı bu çocukları yiyen, öcü/umacı arası bir canavardır. İyi ruh ise Tanrı’yı aramaya çıkan ve hayatını iyiliğe adayan Kenan ülkesinin ve Atlas efsanesinin güçlü kişisi Aziz Christopher üzerinden sunulur.

Fotoğraf: CATHERINE GUGELMAN

‘DIŞSAL GÜNLÜK’

Sadece kurgusal metinleriyle değil düşünce yazılarıyla da tanınan Tournier, Dışsal Günlük’te5 gizlenme, afişe olmama gibi eylemlerin tümüyle tersi ne varsa düşler ve yazar. Bu yazılarını bir “hesap defteri”ne benzetir.

Bahçesindeki dönüşümlere, kilise ritüellerine, evlilikte kadın-erkek statüsüne, ışık kirliliğine, meteorolojik olaylara, aforizma niteliğindeki düşüncelere, yeni roman fikirlerine, yine mitlerin bu kez mizahla tersine çevrilmesine, gezilerine hatta Yaşar Kemal’le tanışıklığına ve Yaşar Kemal’in Nobel alması için yaptığı Stockholm yolculuğu ve bu uğurda Kraliyet Akademisi üyelerini ziyaretine dek birçok durumu keyifli bir iç dökümü biçiminde sunar.

Michel Tournier gerek düş ürünü yapıtlarında gerekse düşünce yazılarında bu iç dökümünü özgürce paylaşır. Ancak bu paylaşım, dış dünyaya aldırış etmeden üretilen keyfi bir kurgu olarak düşünülemez. Olup bitenleri ve dünyaya ait tanıklığını fantezi katmanları ve mitik tasarımlar yoluyla açıklama çabasına girer o. Bunu yaparken de insansı gerçekliğe dair bir anlam arayışında olduğunu duyurur.

Çeviren: Orçun Türkay / Metis Yayınları

Çeviren: Mustafa Balel / Ayrıntı Yayınları

Çeviren: Mustafa Balel / Ayrıntı Yayınları

Çeviren: Hasan Anamur/ Ayrıntı Yayınları

Çeviren: Simlâ Ongan / YKY


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler