Hikmet Çetinkaya

Kuru bir umutsuzluk...

20 Mayıs 2018 Pazar

Bir annenin çığlığı televizyon ekranından fırlayıp yüreğimizin tam orta yerine bir ok gibi saplanıyor...
Cezaevi aracı ağır ağır uzaklaşıyor...
Jandarmalar, polisler, anneler, babalar, kardeşler...
Anne çırpınırken hıçkırıklarını tutamıyor...
Diyor ki:
“Götürmeyin yavrumu, götürmeyin bir tanemi,
o daha çocuk...”
Saat 23.45’i gösteriyor...
Pencerenin perdesi açık...
İçeriye ay ışığı sızıyor. İstinye sırtlarında bir ışık yumağı oluşuyor...
Bir adam birden yıllar öncesine gidiyor. O sabahları sisli. Spil Dağı’nın yamaçlarında geziniyor. Karaköy’den çıkıp belki kız enstitüsünün, öğretmen okulunun önünde bir tur atıyor...
Akşam saatlerinde parkta arkadaşlarıyla buluşup sohbet ediyor...
Karaköy’de iki katlı ev, ilkokul, ortaokul, lise çağları. Yusuf Atılgan’la sabahlara kadar süren tartışmalar...
Jean Paul Sartre’den “Mezarsız Ölüler”in gala gecesi, Sancaklı Bozköy’de Pirandello’nun “Ağzı Çiçekli Adam” oyunu...
Kırmızı Değirmen Caz Orkestrası, Manolya Pastanesi, yaz akşamları Şen Sinema’da Ulvi Uraz tiyatrosu...
Kızılay Salonu ve bir oyunun sahneye konuluşu.
O tutuculuğuyla tanınan Ege kentinde tam 36 yıl önce kurulan Oda Tiyatrosu, şiir günleri, bilgi yarışmaları...
Bir Ortaköy akşamından sonra odanın içine düşen çığlık kendi yaşamından kesitleri anımsatıyor adama...
Saat gece yarısını geçiyor...
Ay ışığı sessizce ayrılıyor odanın içinden... Adam, annenin çığlığını yüreğinin en derininde hissediyor. Tüm tutuklu annelerini düşünüyor. Bir gece yarısı çalınan kapısını, üç sivilin ellerinde silahlarıyla içeriye girişini anımsıyor. Üç çuval dolusu kitap, dergi, plakla emniyete götürülüşünü bir kez daha yaşıyor, cezaevi günlerini düşünüyor...
Diyor ki:
“Ben evden çıkarken karşı apartmandaki tüm ışıklar sönmüş, komşularım perdelerin arkasından korkarak benim götürülüşümü izlemişlerdi...”

***

Üç çocuk cezaevi aracının telli camından bir şeyler söylüyordu. Kadın ise hıçkırarak aracın peşinden koşuyordu:
“Yavrum benim, canım benim, götürmeyin onu, götürmeyin çocuğumu...”
Adam odanın içinde titremeye başlamıştı. Adam dokunsan ağlayacaktı...
Nikaragualı şair Ernesto Cardenal o saatlerde ışıyan bir yıldızla konuşuyor, Claudia’ya, Costa Rica’da kahve hasadı yapan emekçileri anlatıyordu. Şair, bir Ege kentinin o gerçek öyküsünü, liseli çocukların “örgüt kurmak” suçundan tutuklanışını bilmiyordu...
İşte o anda ay ışığını kaybeden adam, Adolfo Baez Bone için bir mezar taşı yazısını okuyordu:
“Seni öldürdüler ve bizlere nereye gömdüklerini söylemediler, buna karşın bu ulusun ülkesi senin mezarın, ya da daha iyisi: ülkenin her toz zerreciğinde, aynı zamanda olmadığın yerde diriliyorsun.”
Çocuğunun peşinden koşan anne ve anneler...
Çocuklarından korkan, çocuklarını yargısız infazlarda kıran, çocuklarını işkenceden geçiren, çocuklarını demir parmaklıkların arkasına gönderen bir toplum!..
Biz, bizler ölümlere alkış tutuyorduk...
Biz, bizler ülkeyi saran “ölüm çeteleri” karşısında “Ne var bunda” diyebiliyorduk...
Biz ve bizler ülkenin bölünmez bütünlüğünü ağzımızda sakız gibi çiğneyip bir boş vermişlik çizgisinde gidip geliyorduk...
Adam ay ışığını aradı...
Televizyondan taşıp odanın içini kaplayan annenin çığlığını yüreğinde hisetti:
“Götürmeyin yavrumu, götürmeyin bir tanemi... O daha çocuk...”
Cezaevi aracı ağır ağır uzaklaştı...
Jandarmalar, polisler, anneler, babalar ve kardeşler bir film şeridi gibi geçip gitti...
Çocukların yaşları 15-18 arasındaydı...
Adam televizyonu kapadı, tüm ışıkları söndürdü. Biraz Spil Dağı eteklerinde dolaştı... Biraz da hüzün topladı...
Efraim Huerta’nın, alacakaranlığın sessizliğinden yola çıkıp çamurun, soğuğun tükenen mırıltılarını dinledi...
Karanlığın sesinde kuru bir umutsuzluk vardı...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları