Hikmet Çetinkaya

‘Sevdası yüreğindeydi...’

28 Aralık 2017 Perşembe

Masmavi bir gökyüzü... Sakalları uzamış, kır saçlı bir adam kaybolan yılların ardından sesleniyordu belki...
Diyordu ki:
“Bu kent benim yalnızlığımı giderek çoğaltıyor...”
O kent bir karmaşanın içinde uyanıyor...
Sokaklar bomboş... Çocuklar ortalıkta görünmüyor...
Bir tuhaf duygu kaplıyordu o anda içini. Zilzurna sarhoş olduğu sabahları anımsıyordu.
Artık soluksuz rüzgârlarda koşmaktan yorulmuştu, hüzünlü akşamları çoktan unutmuştu...
Yıldızlar kaybolup aşk uykuya yattığında o durmadan ağız mızıkası çalardı. Argos Kralı İnakhus’u kızdırır, Argos kentinin Hera Tapınağı’nda Zeus’un, İo’nun saçlarından tutup ateşli öpüşlerde seviştiğini anımsardı...
Gözlerinin kül rengi ışığında Cesare Pavese’nin gülümsemesi, Czeslaw Milosz’un büyücülerini bile baştan çıkarırdı...
Hani ay ışığının İyonya Denizi’ne düşüşü vardı ya, hani yasak sevişmelerin derinliği su üzerinde gölgeler çizerdi ya...
Öyle bir şeydi onun yaşamı...
Birden irkildi mavi göğün altında...
Tanıdık bir ses kulağına bir şeyler fısıldadı:
“Anla seni özledim, anla sevgin dayanılmaz...”
Güneş ısıtmıyordu...
Üşümüştü...
Bir adım atıp durdu. Elleri ceplerindeydi...
Dedi ki:
“O acılı geceden çok şey kalmadı geride.
Biraz dizinden azıcık boynundan...”
Ahşap binanın kiremitlerine serçeler konup konup havalanıyordu...
Bir eski öyküyü anımsadı. Gecenin karanlığının yüzüne vurduğu saatlerde dolaştı...
Aşk, haydutluk ve sarışınlık konularını tartıştıkları günler sanki uzaktaydı...
Bir terazinin durgun pirinç kefesine konulan ağırlıkları düşündü, süt gibi gökyüzünden turnalar geçerdi...
Sakalları uzamış, kır saçlı adam onu seyrediyordu. Elini omzuna koyup konuştu:
“Benimki çok eski bir sevda masalı. Yüreğim hep hüzünle, terk edilişlerle dolu. Dipsiz bir uçurumda arayıp da bulamadıklarım var. İnan ki var olmaktan şaşkın ve endişeliyim...”

***

Günlerden “bir gün” elinde “bir gül dalı” vardı adamın...
Kıpkırmızı “bir gül” ona gülümsüyordu...
O gün hava yağmurluydu...
Saçlarını gülümsemelerle donatmış kadını ilk kez Moskova metrosunda görmüş, bir karlı akşamda buluşmuştu...
Yıl 1926’ydı...
Devrimden tam 9 yıl sonra...
Göğüsleri dalgalı bir deniz gibi sarsılıyordu kadının. Gözleri durmadan açılıp kapanıyordu...
Sevdası yüreğindeydi...
O anda kadının ayak bileklerine baktı ve şöyle dedi:
“Ne kadar ince, kırılacak gibi!..”
Artık gözleri bir acıyı konuşturmuyordu... Gözleri bir güvercin gibi özgürlüğe kanat çırpıyordu...
Pablo Neruda’yla başlayan bir öykü müydü yoksa tüm anlattıkları?
Issız öpüşlerde büyüyordu her ikisinin de yalnızlıkları; sevdaları yıldızlara yenik düşmüyordu...
Bir kırmızı gülle başlayan sevda masalı onları bilinmedik mevsimlere sürüklüyordu...
Issızlıkta ve karanlıkta sürgün gibiydi aşkları ikisinin de...
Aleksandr Puşkin’in “O’na” haykırışına benziyordu boğuntusunda umutsuz can sıkıntıları...
Mihail Yuryeviç’in kurnazlığı ve kötülüğüyle Tamara’yı anlatışını anımsatıyordu...
Kenetlenmiş, sımsıcak eller dokunuyordu... Yeni öpüşler ve okşayışlar ise arkasından geliyordu...

***

Sakalları uzamış, kır saçlı adam, masmavi gökyüzüne bakıp konuşmaya başladı:
“Ben yalnızlığımı giderek çoğaltan bu kentten kaçıp gitmek istiyorum...”
Kimse umursamadı onu...
O yürüyüp uzaklaştı...
Benimse önüme bir fotoğraf, yüreğime hüzün düştü...
Bir kırmızı gül... Bir kadın, iki erkek...
Artık bu oyun bitmeliydi!..
Aynı kadını seven iki adam sessizliğin içinde buluşup mavi balıklı afişin önünde durdular, ellerinde kırmızı gül olan başka adamlara baktılar...
Budapeşte’de Bristol Oteli’nde üç gece kaldılar...
Uzak bir aşkın renginde olan kadınları anımsadılar, gençlik yıllarından kalan resimleri yırttılar...
Yağmur ertesi gün başladı...
Yağmur tanecikleri balkonu ıslatırken Attila Jozsef’in ölüm haberini duydular...
Şopen Sokağı’nda kadınlar ve çocuklar ağlıyordu...
Bense güleç yüzlü bir kadına menekşeler verdim.
Masmavi gözleriyle gülümserken “Seni seviyorum” dedi...
Hava sanki buz kesiyordu...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları