Hikmet Çetinkaya

Kadınların öfkesi...

26 Kasım 2017 Pazar

Bir mavi akşamın ortasında, kiralanmış bir sessizliğin dakikalarının tadına varıyoruz...
Dışarıda inceden bir yağmur yağıyor...
Douglas Dunn’un “Ben sende yaşıyorum, sen bende yaşıyorsun” dediği geceyi yakalamaya çalışıyoruz...
Bahçede yalnızca bırakıp gittiğin salıncak ya da en sevdiğin kitabın, güneş saatinin yanı başında.
Gece kâbuslarla çınlıyor...
Birbirine yapışık evlerde çocuklar ağlıyor, kendi horlamasında çürüyüp giden bir adam eski sevdalarla avunuyor...
Polisler sessiz adımlarla kapıları kontrol ediyor, ayak sesleri insanlara dönüşüyor sokak lambaları altında...
Lemnos Kralı Thoas’ın sesi midir yoksa karanlığın içinde yükselen!..
Neden gereğince tapınmamışlardır Lemnos Adası’nın kadınları Tanrıça Aphrodite’e?
İşte cezalandırılmış kadınların öfkesidir o çığlık, Kral Thoas’ın sesi gibi gelen. Lemnos kadınları sevişmek istiyorlar kapı aralığında bağırırken...
Bir mavi akşamın ortasında, yeryüzündeki son piyano çalıyor. Bach’ın yapıtlarından Mozart’a, Chopin’e, Debussy’ye geçiliyor
Duvardaki o antika saat, paşa dedenin yüzyıllık fotoğrafı, mavi çiçekli çini vazo ve yeşil kadife koltuklar...
Biz tıpkı Erik Stinus gibi düşlerimizi çiziyoruz duvarlara...
Hiç de acelemiz yok, gün ışığında tüm renkler hakkım olmalı, bütünüyle yazılmalı şiir, her sözcüğüyle...
Bahçede yalnızca bırakıp gittiğin salıncak, masanın üzerindeki mektup, yırtılmış bir vesikalık fotoğraf benim sımsıcak düşlerimi yok edemez...
Küstümotu, ilk şeftali çiçeği, şimdi ise bak kızıl nar çiçeklerinin açtığı mevsim...
Sakın ola ki dönüp gelme... çünkü sen Lemnos Adası’nda sürgünsün...
Kar yüklü gergin dallar gibi hissediyorum kendimi...
Mavi bir akşamı keyfimce yaşamaya çalışıyorum...
Umut doluyum, çünkü komşum beni avutan iyi bir komşu...
İnadına üç düş çiziyorum duvara. Birincisi sarı, ikincisi kırmızı ve üçüncüsü beyaz.
Anlıyorum ki beğenmiyorsun!..
O anda Miguel Hernandez gibi çığlık atıyorum:
Bugün yeni baştan yeşeriyor kupkuru diken, bugün ağıt yakma günü benim krallığımda...
Bugün çöker yüreğime umutsuzluk, kurşun gibi tükenmiş...
Tüm kadınları Lemnos Adası’na gönderiyor, Tanrı Dionysos’a teslim ediyorum.
Amazon Myrina’nın kızı Hypsipyle ile sevişiyorum...
Kendi içimde çoğalan yalnızlığı Kenneth Rexroth’un dizelerinde buluyorum:
Al bir şafakta geçtim ağır ağır
Evinin önünden

Kalkıktı pancurlar, pencereler açıktı.
Gölden esen hafif bir yel
Dokundukça yanaklarıma
Soluğun geliyordu aklıma.
Bütün gün dolaştım yağıp dinen yağmurda.
Al bir lale kopardım bomboş parkta,
Işıl ışıl damlalar titreşiyordu üstünde.
Saat beşte yalnızlık rengini almıştı şehir.
Yağmurlu bir akşamüstü geçtim evinin önünden,
Belli belirsiz görülüyordu, ışıklı duvarlar
Arasında gidip gelişin.
Geç bir saatinde gecenin, beyaz bir kâğıt çektim önüme,
Oturduk düşen al bir taçyaprağı ürperene dek önüme.

***

Rengârenk düşler çiziyorum duvarlara...
Akşamın içinde bir ten, bir de kır kokusu duyuyorum...
Sandro Penma ile avunuyorum şarkı söyleyen gecenin içinde.
Bugün günüm hep aşkla doluyor, yaşamın tatlı gürültüsünden hep zevk alıyorum. Lemnos Adası’na sürgüne gönderdiğim kadınların sesiyle yürüyorum...
Sonra şiirler okuyup avunuyorum...
Antonio Machado’nun söylediği gibi, avazım çıktığı kadar bağırıyorum:
Gözlerinde bir giz yanıyor, el değmemiş
kızıl yonca, can yoldaşım benim
Nefret ya da aşk -bilir miyim bunu?- kara sadağının bitmez tükenmez ışığında
Bedenim gölgeye serilene ve sandalların
kuma gömülene kadar
sen benim yanımda olacaksın.
Susuzluk mu yoksa yolumun üstündeki su musun sen?
Söyle bana el değmemiş kızıl yonca, can yoldaşım benim.”

17 Ekim 1999



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları