Hikmet Çetinkaya

Giz...

09 Eylül 2017 Cumartesi

Bir bilmece gibi gözlerin...
Oysa sana tutkun erkekler derin ve sessiz bir akşamın boşluğunda tüm hüzünleri topluyor olmalılar.
Önce Odisseus Elitis’i dinle:
“Kıbleden esen yelin kemerler arasında ıslık çaldığı
Bu beyaz avlularda, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı?”
Karadeniz’de Cide’de esen bir fırtına Edmond Jabes’in dizelerinde “kelimenin içinde yaşam ile ölüm arasında söyleyişi”yi getiriyor bize.
“Seçilebilir yaşam; seçilmiştir oysa ölüm...”
Oysa ne bir kıskançlık gölgesi ne de kötücül düşünceler var çevremizde.
Bir ağustos kokusu sarmıştı bedenimizi. Yaşamla ölüm arasında bulunan ince bir çizgideydik.
Hep ama hep aynı şeyleri yineleyip duruyorduk:
“Herkes özgür olmadıkça kimse özgür değildir.”
Bizim bu çığlığımızı kimseler duymuyordu.
En başta düşünce, ifade, inanç, eğitim, örgütlenme ve teşebbüs özgürlüğü...
Bütün sivil ve siyasi özgürlükleri, çoğulculuğun, barış ve uzlaşmanın temel koşulu olarak görüyorduk...
Ülkeyi yönetenlerin dilinden tüm bu saydıklarım düşmüyordu.
Temel insan hak ve özgürlükleri, insanlığın yüzyıllar boyu süren mücadeleleri sonucu elde edinmiş kazanımları değil miydi?
Bu özgürlüklerin düzeyi çağdaş bir toplum olmanın göstergesi değil miydi?

***

Ağustos bana göre kıskanç bir âşık...
Ağustos başına buyruk...
Ağustos inatçı bir çocuk...
Yaşama tutunmak, sevgiyi bir oya gibi işlemek.
Belki mevsimleri çoğaltıp sevgimizi bölüşüyorduk.
Kara balçıkta yorgun bir güney rüzgârı esiyordu.
Biz seninle birlikte rüzgâra durmuştuk.
Saatlerce öpüşmüştük o limon kokulu bahçelerde.
Yağmurduk, kesilmiştik, dolam dolamdık.
Bebektik, mutsuzluk emiyorduk. Yağmurduk, sevdaydık; el kadar maviler döküyorduk.
Çocuklar oynuyorlardı güneşin altında...
Cahit Külebi’nin dizelerini o zaman mı okumuştun:
“Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti.
Yine kamyonlar kavun taşır,
Fakat içimdeki şarkı bitti.”
Şimdi İstanbul’da sabahın sekizi...
Gözyaşlarım gözüme döküldü, anlamadın...
Yastıkta bitirdik birbirimizi...
Edmond Jabes gibi hayat için yazı sayfasıyım ben. Tıpkı ölümün, benim için okuduğum sayfa olması gibi...
Özgürlüğe sevdalıyım...
Düğüm düğüm uykularım...
Bir bilmece gibi gözlerin...
Sen mi inatçısın ağustos mu, yoksa temmuz ya da eylül mü?
Temmuz başına buyruk, eylül hoyrat...
Bak kasırgalar toz kaldırıyor, çadırlarda döne döne ve ıssız.
Dağları, ovaları, ormanları kaza kaza bitiremediler. Gidin bakın Kozak’a, Kaz Dağları’na, Eşme’ye, Bergama Ovacık’a...

***

Senin bu tedirginliğin fırtınalı akşamlarda deniz fenerlerine çarpan göçebe kuşları anımsatıyor bana.
Yumuşaklığın da bir fırtına senin, görünmeden dönen ve neredeyse dinmek bilmeyen.
Bak rıhtımdaki iskelelerin, pansiyonların saçakları yansıyor sulara.
Nemli körfezin üzerine uzanan akşam, motor homurtularıyla kazların çığlıklarını getiriyor yalnız.
Ey yaşam, ne kesin yüz çizgileri ne inandırıcı bakışlar.
Hani uçsuz bucaksız bir inci çiçeğinin orta yaprağı var ya André Breton’un 1934 yılının güzel yaz gününden kalan bütün geceleri içinde saklamaya yeterli bir bitki gibi.
Şimdi beni gördüğün yerdeyim...
Havada bir çan gibi duran kokuda.
Yüreğim özgürlüğe tutsak.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları