Hikmet Çetinkaya

Hayat ağacı...

01 Temmuz 2017 Cumartesi

Kareli defterimin sayfalarını karıştırıyorum... Aldığım notlar, hayat üzerine yazdığım yazılar.
Yıllar önce yazmışım bunları...
Sahi siz o yıllar dalgalı bir deniz gibiydiniz. İçinizde tomurcuklanan çiçekler, özgürlük, sevgi, aşk.
Dalgalı bir deniz gibiydiniz. Uzak iklimlerden gelmiştiniz. İnsana huzur veren iklimlerden, güneşin ışıttığı toplumlardan, binlerce yıllık tarih ve kültürden.
Bu özgürlüklerin düzeyi çağdaş toplum olmanın göstergesi değil miydi!
Laikliği savunmak, demokrasinin bu temelde gelişeceğini anlatmak bizim görevimiz değil miydi?
Kadına şiddetin kadın cinayetlerine evrildiği bir dönemden geçiyordu Türkiye. Şort giyen üniversite öğrencisi kız minibüste bir sapık tarafından saldırıya uğrarken oradaki diğer yolcuların sessiz kalması düşündürücü değil miydi!
Örneğin bireylerin hak ve özgürlüklerine saygı, demokratik bir siyasi rejimin toplum tarafından benimsenmesinin, toplumsal barış ve huzurun temel taşı değil miydi?
Demokrasi bir yaşam biçimiydi...
Türkiye ümmet toplumundan ulus toplumuna 94 yıl önce geçmişti.
Yüreğimizde kabaran bir deniz vardı.
Dudaklarımızda mercan ışıltısı.
Koskoca dünyada beni ışıtacak kış günlerini arıyorum 50 dereceyi aşan sıcaklıkta.
Bir süre duruyorum...
Yerimden kalkıp odamın içinde yürüyor, pencereden dışarıya bakıyorum.
Düşler...
Umutlar...
Sevinçler...
Kaygılar...
Hepsi arka arkaya geliyor içimde...

***

Tüm çocuklar gülsün, çocuklar ağlamasın istiyorum...
Bu sırada aklıma Silivri Cezaevi’nde yatan arkadaşlarım geliyor...
244 gündür içeride onlar.
Akın Atalay, Murat Sabuncu, Kadri Gürsel, Güray Öz, Hakan Kara, Turhan Günay, Musa Kart, Önder Çelik, Bülent Utku, Mustafa Kemal Güngör...
Ahmet Şık 183, Emre İper 86 gündür tutuklu...
Dirençli onlar...
Yürekleri sevgiyle dolu...
Hepsi birer hüzün çiçeği...
Umuda yolculuk...
Boynu kesik bir güneş suların üzerinde gezinirken, sınırsız bir acı duyuyorum.
Yaşama ve sevdaya dair bildiklerimi defterime yazıyorum.
Sonra bir fotoğraf geçiyor elime...
İnsan bir ağıt yakıyor olmalı örtülü bir havada. Taş topluyor olmalı karanlığın içinde.
Kardan gözyaşlarına batmış bir aşk, dipsiz kuyular, ıssız anılarında gezinen, yumuşak kollarıyla kucaklayan bir deniz olmalı.
Lorca “ay kırmızı at kara” dediği anlarda ovalar olmalı başakların kuşattığı, çocuk gözlerinde yalnızlığı saklayan...
Bir avuç sevgi ve özlem olmalı.
Dolunayın büyük aydınlığından parçalanmamış bir yürek süzülmeli göğün uzantısına...
İnsan beklemeyi bilmeli...
Jorge Luis Borges’in değişken dünyası içinde, bırakmalı insanoğlu alaycı gülümsemeleri, sahtekârlığı, yalanı dolanı.
İnsan olmalı!

***

O zamanın akvaryumu içindeki ağaçlara ölüm kuşu konduğunda hep eski tanıdık yüzler mi kaybolup gidecektir?
Artık yüreklerimiz eski vardiya yalnızlığı içindedir, umutlarımız giderek yok olmaktadır.
Ölümcül silahların uğultusunda bölünen düşlerimiz, kalıntı çağ mazgallarında ölümlere tuzak kuramıyor.
Birer birer gidiyor bu toplumu sevenler... Özgürlüğe, barışa, emeğe değer verenler...
Sanki ölüm de tıpkı aşk gibi ürpertiler ve dinamit yığınları arasında saklanıyor.
Her ölüm yüreğimizden bir parçayı koparıp götürüyor.
Bir çığlık, bir acı, bir hüzün...
Ölüm haberleri hız kesmiyor...
Bir haziran sıcağı...
Umutlarımız paramparça.
Düşle gerçeğin birbirine karıştığı yaşamın o örtülü evreninde ortaya çıkan sorunlar, gri gölgeler halinde önümüze düşüyordu...
Kaybolan yıllar değil, belki de batan güneşler, içimizin teraslarıydı...  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları