Erinç Yeldan

Küresel kapitalizmin yanıtlayamadığı sorunlar

28 Haziran 2017 Çarşamba

1989’da Sovyet sisteminin çökmesi ve bir yandan da Çin ve Hindistan gibi büyük nüfuslu ülkelerde neoliberal dönüşümlerin yaşanmasıyla birlikte yaklaşık 1.5 milyar kişi küresel ekonominin ücretli-emek pazarlarında istihdam arayışına itildi. Küresel ekonomide sermaye-emek oranı yarı yarıya düştü; işsizlik oranı tüm dünyada arttı. İşsizlik baskısıyla ve sanayi sektörlerinde yaşanan artan küresel rekabet ve kâr sıkışmasıyla birlikte emek pazarlarında dibe doğru bir yarış başladı. Reel ücretler hızla geriletildi, sendikasızlaştırma ve esnekleştirmeyi öngören neoliberal politikalar ile birlikte emek pazarları parçalandı, istihdam biçimleri güvencesizleştirildi. Küresel işsizlik her şeyden önce genç insanların umutlarını vurdu. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO’nun) verilerine göre, 2016 itibarıyla genç nüfus (15- 24 yaş grubu) arasında işsizlik dünya ölçeğinde 71 milyona ulaştı. Söz konusu 71 milyon genç işsizin 53.5 milyonunu aralarında Türkiye’nin de bulunduğu “yükselen piyasa ekonomilerine” ait olduğu vurgulanmakta. Yükselen piyasa ekonomilerinde işsizlik oranı yüzde 13.6 olarak tahmin edilmekte. Aynı oran gelişmiş ekonomilerde yüzde 14.5; dünya ortalaması ise yüzde 13.1.
Genç emekçilerin sorunları sadece işsiz kalma tehdidiyle sınırlı değil. ILO’nun değerlendirmelerine göre, çalışma olanağı bulan gençler arasında “yoksulluk” çok önemli bir diğer sosyal sorun olarak izleniyor. ILO’nun bulgularına göre günümüzde dünya ölçeğinde 156 milyon genç emekçi “mutlak yoksulluk” sınırının altında yaşıyor. Mutlak yoksulluk sınırını günde 3.10 dolar olarak belirleyen ILO uzmanlarına göre, yoksul genç işçiler toplam genç istihdamın yüzde 37.7’si; yani her üç genç çalışandan birisi mutlak yoksulluk sınırının altında gelir elde edebiliyor.

***

Ne ilginçtir ki, tam bu dönemde küresel ekonominin en önemli sorunu işsizlik ve ücret baskısına dayalı talep daralması haline dönüşmüş iken, iktisat biliminin araştırma öncelikleri ve makro ekonomik istikrar arayışları tek bir hedefe indirgendi: Enflasyon hedeflemesi ve kemer sıkma. Enflasyonla mücadele ve döviz-para-borsa piyasalarında istikrar, deyim yerindeyse, tüm toplumun ortak sorusu halinde fetişleştirildi. “Ayşe Teyze parasını nereye yatıracak” sorusu, sanal bir demokrasi ve ekonomik özgürlük konuları olarak tüm dünyada küreselleşmenin gereği olarak pazarlandı; kitlelerin umutları kapitalizmin kumarhane masalarına yönlendirildi.
Bu süreçte küresel kapitalizmde yaşanan sınai kâr oranlarının gerilemesi ve sanayisizleşme tehditlerinin payı büyüktü. Küresel büyük sermaye sanayi sektörlerinde gerileyen kârlılığını, finans piyasalarındaki spekülatif rant kazançlarıyla aşma yoluna gitmişti. Finansallaşan rantiyer sermaye yatırım önceliklerini spekülatif finans ürünlerinin geliştirilmesine yönlendirirken küresel işsizliğin ve yoksulluğun yaygınlaşması, gelir dağılımının bozulması ve derinleşen iktisadi kriz koşullarının giderek sosyal dışlanma ve şiddete dönüşmesi gibi sorunlar gündemin dışına itiliyordu. Ancak, bir yanda işsizlik ve düşürülen ücretlere dayalı gerileyen toplam talep ve sanayide sabit sermaye yatırımlarının durağanlığı tüm dünya ekonomilerinde üretkenliğin gerilemesi ve ekonomik durgunluk ile sonuçlandı. “Sanayisizleşme” tüm küresel ekonominin geleceğini tehdit eden bir boyuta ulaştı.

***

Kanımca, son yıllarda ortaya atılan “Sanayi 4.0” kavramı bu sürecin sorunlarına ilişkin bir arayışın ürünüdür. Sanayi 4.0 ile kastedilen tahayyül, dijital ekonominin tekniklerinin ve tasarım ağırlıklı yeni teknolojik bulgularının sanayide uygulamasını özendirerek yüksek katma değerli ürünlerin üretimini hedefleyen bir teknolojik dönüşümdür. Bu aşamada “sanayileşmenin ilk üç aşamasının” neler olduğunun ya da “niye dördüncü sanayi devrimi” gibi doğrudan bir kavramlaştırma yerine “4.0 türü dijital” bir mistikleştirmenin tercih edilmiş olduğunun çok da önemi yok. Önemli olanın, bir yandan da “robotik üretim” diye kısaca tanıtılan sanayi 4.0’ın özünde küresel kapitalizmin geleceğe ilişkin tahayyüllerinin dünya toplumlarıyla paylaşma kaygısı diyelim.
Ancak, sanayi 4.0’ı reel bir gerçeklik olarak kabul etsek dahi aklımıza bazı soruların üşüşmesine engel olamıyoruz: “Robotların egemen üretici” olduğu bir teknolojik atılım dahilinde, robotların mülkiyeti kime ait olacak? Devlete mi?; Emperyalizm aşamasına ulaşmış özel sermaye gruplarına mı? Ya da, yerelleştirilmiş ve katılımcı bir demokrasi ile örgütlenmiş geniş toplum kitlelerine mi? Bu aşamada bir de “göçmenler meselesi” var, kuşkusuz. Örneğin, şu ya da bu nedenle bir ülkeden diğerine giden göçmen kitlelere de robotların mülkiyet hakkı verilecek mi? Yoksa, göçmen işçileri ve ailelerini robotların rekabetiyle tehdit edip, küresel kapitalizmin işsizler ordusunun ana unsurları olarak kullanılması mı gerekecek?
Sorulara verilecek yanıtlar önemli. Hani Marx’ın çok önemli saptamasıyla, “sermaye aslında bir teknolojik mesele değil, sosyal bir ilişkidir.” Sanayi 4.0’ın salt teknolojik büyüsüne kapılıp ardında bıraktığı sosyal sorunlar yumağını düşünmemek mümkün değil. Bu arada, “sanayi 4.0” gerçek bir teknolojik dönüşümü içeriyor varsayımı altında şunu da sormaktan çekinmeyelim: Yeni Türkiye bunun neresinde? Yanıtlanması zor değil: Evrim kuramı konusunu lise müfredatından çıkartan Türkiye, şimdilik “İnşaat 4.0” peşinde gözüküyor.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları