Ayşe Emel Mesci

Fidel’in ardından

28 Kasım 2016 Pazartesi

Tüm dünyada 68 kuşağında silinmez izler bırakan iki olay vardı: Küba devrimi ve Vietnam savaşı. Her iki olay da imkânsız gibi görünen bir işi başaranların, dünyanın süper gücüne boyun eğdirenlerin hikâyesiydi. Sovyet sisteminin o gri, soğuk dünyası Ekim devrimini epey gölgelemiş, gönlümüzde bu sıcak, samimi örnekler çok daha ağır basmıştı.

Bir başarı öyküsü
ABD’nin burnunun dibinde, Florida sahillerine sadece 180 km uzaklıkta bir adada, 12 kişilik bir yata (Granma) doluşan 82 kişinin diktatör Batista’yı devirmek üzere 1956’da karaya çıkışı, orada pusuya düşürülmeleri, sadece 12 kişinin kurtulması ve onların başlattığı mücadele sonucunda 1959 yılının başında Batista’nın ülkeyi terk etmesi, devrimin zaferi kazanması... Gençlik için bundan daha büyük ve ilham verici başarı öyküsü ne olabilirdi ki zaten? Küba bizler için, gerçekten Thomas More’un yazdığı anlamda, bir “Utopia”ydı. Moncada kışlası, Granma, Sierra Maestra hep büyülü bir dünyanın yer adları gibi kazınmıştı zihinlerimize. O büyülü dünyanın lideri, gezegenin umut haritalarını değiştirip, küçücük bir adayı milyarlarca insanın rüyalarına yerleştiren Fidel Castro 90 yaşında iyice kirlenmiş bir dünyaya gözlerini yumdu.

Devrimin 50. yılında Havana
Devrimin 50. yılında, 2009’da Küba’ya gitme fırsatını bulmuştum. Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahneye koyduğum Güngör Dilmen’in “Kurban” adlı oyunu 13. Havana Uluslararası Festivali’ne katılmış ve Küba tarihindeki ilk Türk oyunu olarak sahnelendiği festivalde en iyi oyun ödülünü de kazanmıştı.
Uzun uzun gezmiştik Havana’yı, insanlarla konuşmuş, sokaklardan hiç eksik olmayan müzisyenlerle, dansçılarla, atölyelerini ziyaret ettiğimiz ressamlarla sohbet etmiştik. Eleştiriler de vardı tabii, özellikle Amerikan ambargosunun yarattığı yokluklardan kaynaklanan eleştiriler... Ama ben yine de Havana sokaklarında tertemiz bir havaya yayılan ağır çiçek kokularını ve o korkusuz, gerilimsiz, müzik, sanat ve kardeşlik dolu atmosferi hiç unutmadım. İnsana, “Demek böyle yaşamak da mümkünmüş” dedirten bir tatlı huzur, bir mutluluk duygusu...
Nâzım’ın meşhur şiirine Küba’nın bu özelliğiyle girmesi asla rastlantı değil bence: “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin / 1961 yazı ortalarındaki Küba’nın resmini yapabilir misin / çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının / resmini yapabilir misin üstat?”
İyi ki gidip görmüşüm Küba’yı, iyi ki Fidel sağken görmüşüm, çünkü içimde hep bir korku var. Güzel olan her şeyi elimizden almayı marifet bellemiş bu çirkin, bu kirli, bu adaletsiz dünyada gençliğimin “Utopia”sının başına bir şey gelecek diye ödüm kopuyor. Fidel oradayken bir güven duygusu vardı içimde, ya şimdi?
Havana’da gezdiğimiz bir parkta, dünyanın devlerine meydan okumuş devrim kahramanlarının heykelleri sıralanmıştı. Mustafa Kemal’in de tunçtan yapılmış güzel bir büstü vardı. Altında, “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk / Yurtta sulh, cihanda sulh” yazıyordu. Kübalılar Atatürk’ü emperyalizme karşı ilk başarılı kurtuluş savaşını vermiş lider olarak benimsiyor, seviyorlar. Castro’nun Mustafa Kemal’den söz ederken, “O, yedi düvele karşı başardı, biz niye başarmayalım, diye düşünmüştük” dediğini nakletmişlerdi.
Evet, “mutluluğun resmi”ne sahip çıkacak mı Küba? 1952’de Moncada Kışlası baskınıyla başlayıp 1959’da diktatörü alaşağı eden o unutulmaz yürüyüşü, “yedi düvele” kafa tutan o bağımsızlıkçı, onurlu tavrı unutacak mı?
Peki, sen Türkiye? Sen ne yapacaksın?  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları