Hikmet Çetinkaya

Hücrede tek başına...

12 Aralık 2015 Cumartesi

Acıyı bal eylemiştik, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in dizelerini zindanlarda okumuş, mevsimleri biz değiştirmiştik, umutlarımızı çoğaltarak...
Sessizlik bize göre değildi.
Bir çığlık olurduk, yağmur, fırtına, geçmişin izlerinde hayat olurduk gecenin içinde.
Kuşatılmış sokakları, kentleri bilirdik; aynı coğrafyada yaşamaktan mutlu, sevinçleri ortak... Acılarımızı, kaygılarımızı birbirimize anlatırdık...
Ne oldu bize, neler değişti? Parçalandık, yarıldık, bilen var mı?
O hendekler niye kazıldı, tuğlalar nasıl döşendi!
Sokağa çıkma yasağı, tutsak insanlar...
Kim istemedi bizim kardeşliğimizi?
Sessizlik bize göre değil...
Yıldızlar bize uzanan, gülümseyen, dokunan sevgililerimiz olmadı uzun zamandır.
Ölümler, acılar, hüzünler...
Hayatın acımasızlığı içinde kan gölünde yıkandı yıllarca...
Bir sevda, dostluk, kardeşlik, barış, seni, beni, hepimizi, ormanlar gibi soluyup karanlığın ortasına bıraktı.
Biz unuttuk güzel şeyleri, mavi suların derinliklerinde, dağların yamaçlarında, vadilerde yaşamayı...
Seven, sevişen her şeyi.
Yıldızlara inat, ormanlara inat, kuşlara inat, ağaçlara inat...
Doğan güneşe, gökkuşağına inat, rüzgâra inat, gülümseyen gökyüzüne inat...
Reis, kayyum, başkan düzeni, zorbalık, ikiyüzlülük, terör belası...
İşte böyle bir sarmalın içindeyiz...
Hukuk devletini tartışmaktan bile korkuyor; adalette eşitliği ve dürüstlüğü, devletin acımasızlığını, terörün niye ivme kazandığını tartışmaktan çekiniyoruz...

***

Aydınlanmanın ışığında yürüyoruz...
Mum ışığı gibi bir şey oldu ama olsun, umutlarımızı tüketmedik henüz...
Zaman saatin akrebini, yelkovanını silse bile hayatın akarsuyu akıyor hiç durmadan.
Türkiye’ye baktığımızda Marquez’in Kolombiya’ya, Astruias’ın Guatemala’ya, Neruda’nın Şili’ye kötülük etmiş birer “vatan haini” oldukları aklımızdan geçmez...
Oysa onlar kendi yönetimlerince sevilmeyen, sürgüne gönderilen, horlanan, toplumdan dışlanmak istenen, işkenceden geçirilen insanlardır...
Türkiye’nin, yıllarca Nâzım Hikmet’i “vatan haini, düşman” olarak gördüğü gibi.
Perşembe günü Can Dündar ve Erdem Gül’ün yazılarını okudum ve düşündüm bir süre...
Can ve Erdem’in boyunlarına “casus” yaftası asılmıştı.
Yani onlar birer “vatan haini”ydi...
Oysa dünya, Can ve Erdem’i yakından tanımış, destek bildirileri yayımlamış, İtalya’dan Kanada’ya değin pek çok ülkede televizyon kanallarında tartışma konusu yapılmıştı...
Gerçek olan yazarın gücünün, baskı yönetimlerinin çağdışı politikalarını aşması...
Batı dünyasının liberal burjuvası da azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerin dışlamak istediği gazetecilerini, sanatçılarını ödüllendiriyordu.
Hayatın bir gerçeğiydi bu!
Nice ölümler, kıyımlar, işkenceler...
Böyle bir hayatın içinden geliyoruz hep birlikte...
Yakın tarihe tanıklık ediyoruz Türkiye’nin ve dünyanın...
Acılarımız, hüzünlerimiz, umutlarımız, sevinçlerimiz kartopu gibi...

***

Can ve Erdem iki hafta önce konuldu zindana...
Suçları habercilik!
Onların adlarını, tarihe not düşmek için her yazımda mutlaka geçireceğim...
Can, “Oda da biri var mı” diye sorarken, Erdem “Uyuyan hücreleri” anlatıyordu perşembe günü.
Onlar hücrelerinde tek başınaydı, yani tecritte...
Sessizlik bize göre değil Can ve Erdem!
Alevlerin alacakaranlığından yitik zamanların, mevsimlerin sevdalarını, umutlarını topluyoruz hep birlikte...
Siz içeride, biz dışarıdayız.
Gizemli hüzünleri, bizi kışkırtan bakışları, sevgiyi, kardeşliği birlikte bölüşüyoruz...
Otları dağlayan alevler gibi çıplak değil aşk, özlem, tutku, insan olmak...
Değil!  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları