Hikmet Çetinkaya

Ah O Ölümler Olmasaydı Cemal Süreya...

12 Ocak 2014 Pazar

Bak bir göz kapanıyor, gecenin yalnızlığı kollarını uzatırken...
Yıldızlar konuşuyor!
Ah, diyorum şu ölümler olmasa, acılar, hüzünler, savaşlar...
O ölümlerin suçu katırlara yüklenmese, bombalar atılmasa, sevda çiçekleri açsa...
Dersim’in bir ilçesinde çoluk çocuk demeden tüm insanlar “devlet düşmanı” olarak fişlenmese, hayat yaşanır olsa.
Saçlarına çiçekler takmış kızlar mutluluğun resmini çizse...
Cemal Süreya’nın dizeleri, bizi tarihin derinliğinde buluştursa, gün doğumlarında...
Şöyle sunturlu bir küfür savururken o dizelerini yinelese:
“Tarih öncesi köpekler havlıyordu...”
Sevda sözleri yaşamımızı renklendirse...
Ölüme inat şarkılar söylense, mavi tebeşir evler avuçlarımızda saklı kalsa...
“Sizin hiç babanız öldü mü, benim bir kere öldü kör oldum” dese.
Taşlarda yüzümüzün yarısını görsek!
Zindanları bilsek, tanısak, yaşananları anımsasak...
O işkencelere tanık olsak!
Suçsuz yere yatanları görebilsek!
Ah ölümler olmasa...
Aşkla yatıp kalksak...
Üvercinka’yı dolunayda dağların yamaçlarında okusak: “Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma / Yatakta yatmayı bildiğin kadar / Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler / Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının / Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde / Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor / Bütün kara parçaları için / Afrika dahil”

***

Ah şu ölümler olmasaydı Cemal Süreya...
Çocuklar ölmeseydi, ormanlar yanmasaydı, insanca bir yaşam olsaydı.
Karanlığın içinde bir aydınlık!
Mayınlar olmasaydı, cinayetler, katliamlar!
“Ah şimdi benim gözlerim / bir ağlamaktır tutturmuş gidiyor...”
Hangi devletin polisidir o fişlemeleri yapan, hangi devletin savcıları ve yargıçlarıdır insanlarımızı zindanlarda çürüten, ölüm yolculuğuna hazırlayan?
Dinleme ve fişleme temizliği...
Şafak operasyonları...
Kusursuz ölümleri yüklemiş kaçakçı çocuklara...
Bedenleri yanmış cayır cayır...
Havada bir uğultu kulakları sağır eden!
Şimdi sen yaşasaydın Cemal Süreya, kusursuz yargı, kusursuz paralel devlet, bombalar, gözaltılar, fuhuş, casusluk diye geçiştirilen, onlarca askeri yargılayan bir düşünceyi dizelerinde nasıl anlatırdın...
Hüznü, acıyı, ölümü, eleştiriyi mizahınla nasıl şiirleştirirdin, anlatsana!
Bir kadına nasıl bakardın, bu acılar denizinde?
“Sen el kadar bir kadınsındır / sabahlara kadar beyaz ve kirpikli. / Bazı ağaçlara kapı komşu, / Bazı çiçeklerin andırdığı”
Ve sen bir güneşli pazar sabahında...
İktidar medyasını, Dubai faturalarını, pisliği, kutuları, kutucukları...
Sen güneşe karşı aşkı, hayatı...
Nasıl görürdün?
Devlet içinde devlet, adı üstünde derin devlet! Bilene bilmeyene!
Pensilvanya’dan gelen mektup...
Gül ve diken!
Anlayana Gül ve Diken’im...
Kimi zaman ağlayan narım, kimi zaman gülen ayvayım...
Postmodern değil, dostmodern gibi bir şey işte, işin içinden ben çıkamadım.
Görevlerinden alınan, başka yerlere atanan polisler, savcılar, iyi çocuklardı aslında.
Ne oldu değişti?
Paralel, kusurlu mu çıktı?
İkilem içindeyim!

***

Ah, diyorum, şu ölümler, şu acılar, şu hüzünler olmasa!
Bir pazar sabahında o kıyı kasabasında kendi düşlerimle çoğalsam... “Birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü / Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez / bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek / iki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar / Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar / Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar / Bütün kara parçalarında / Afrika dahil”.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları