Ergin Yıldızoğlu
Ergin Yıldızoğlu ergin.yildizoglu@gmail.com Son Yazısı / Tüm Yazıları

Ortadoğu Düzeni Çökerken...

24 Kasım 2014 Pazartesi

Ortadoğu’da düzenin çöküşü giderek hızlanıyor. Ancak, AKP Türkiyesi, siyasi İslamın entelektüellerinin tüm afra tafrasına, liderliğinin “dünya gücü” olma fantezilerine karşın, bu çöküşün içinden güçlenerek çıkacak gibi görünmüyor.
“Bu çöküşten kim güçlenerek çıkabilir?” derseniz benim aklımda şimdilik iki aday var: İran ve eğer liderlikleri ellerindeki kartları iyi oynayabilirlerse Kürtler. Bu çöküşün (ve bu arada AKP Türkiyesi’nin dış politikasının iflasının) sergilemeye başladığı biçimlerden ikisi özellikle önemli. Bunlardan biri IŞİD, diğeri de Filistin-İsrail çatışmasının, bir din çatışmasına dönüşmesi. Bir başka açıdan bakarak, her iki olgunun da ABD’nin bölge politikalarının bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz.

İki fiyaskodan bir sürü felaket
IŞİD, ABD’nin imparatorluk politikası fiyaskosundan doğan iki vektörün bileşkesi olarak şekillendi. Birincisi, ABD’nin Irak’ta direnişi bastıramayınca (ya ABD’nin kışkırtmasıyla ya da Saddam devrilince serbest kalan dini etnik düşmanlıkları yönetme başarısızlığı sonucunda -artık hangisini beğenirseniz-) patlak veren Şii-Sünni çatışması. İkincisi de ABD hegemonyasının gerilemesi, Irak ve Afganistan’daki başarısızlıkların etkisiyle hızlanırken, Irak parçalanmaya başlarken patlak veren Arap isyanlarının etkisiyle, Kuzey Afrika’da, Ortadoğu’da oluşmaya başlayan (Libya, Suriye) iktidar boşlukları, devletsiz alanlar.
Bunlara, ekonomik krizin basıncıyla sayısı hızla artan genç işsiz nüfusu, bir katalizör olarak ekledik mi denklem bir eksiğiyle tamamlanıyor. Eksik kalan da ikinci fiyasko. Bu ikinci fiyasko da AKP Türkiyesi’nin liderliğinin (siyasal İslamın) elindeki devlet kapasitelerini, bölgenin tarihini yanlış okumasına yol açan dünya görüşünün ürünü dış politikadır. Bu dış politika Suriye iç savaşında, Mısır’da taraf olmuş, siyasal İslamın en radikal kanatlarına kucak açmış, sonunda ülkesinin bölgedeki ve Batı’daki geleneksel dost ve müttefiklerinin güvenini kaybetmesine yol açmıştır.
Bu iki fiyaskodan çıkan bir felaket de bölgedeki Şii-Sünni tüm devletlere, Müslüman liderliklere düşman, şiddet tutkunu, etnik-mezhep temizliği, soykırım eğilimli bu vahşeti sosyal medyada sergilemekten kaçınmayan IŞİD’dir.
IŞİD’in eylemlerinden kaynaklanan felaketin etkileri Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yla sınırlı değildir. IŞİD, Batı’dan gelerek katılan militanlarının sosyal medyada sergiledikleri tehditler, geri döndüklerinde yaratabilecekleri riskler, Batı’da “güvenlikçi” devlet politikalarının, ırkçı faşist eğilimlerin, siyasi partilerin gelişmesine büyük katkıda bulunmaktadır.

İşin içine din karışınca...
Bir diğer felaket de, İsrail-Filistin çatışmasının hızla, tüm çözüm olasılıklarını ortadan kaldıran bir biçim almaya başlamasıdır.
Bölgede siyasal İslamın yükselişi madalyonun bir yanıysa, madalyonun öbür yanında İsrail’in iç politikasında aşırı dinci akımların ağırlığının artması var.
İsrail devletinin özellikle güvenlik aparatının, Filistin kurtuluş hareketini zayıflatmak, Filistin halkının bağımsızlık mücadelesini bölmek amacıyla, Hamas’ın ortaya çıkışına, güçlenmesine göz yumduğu (kimilerine göre özellikle kolaylaştırdığı -artık hangisi işinize gelirse-) oldukça yaygın biçimde bilinen bir durum. İsrail devletinin bu politikasının, özellikle Arafat’ın ölümünden sonra zehirli “meyveler” vermeye başladığı kolaylıkla söylenebilir.
Bu gelişmeler yaşanırken İsrail’in merkez sağ partisi Likud, Doğu Avrupa ve Rusya’dan son dönemde gelen göçmenlerin katkısıyla gelişmesi hızlanan dinci partilere, akımlara dayanarak iktidara gelebilmek için taviz üzerine taviz veriyor, bu akımların gelişmesini kolaylaştırıyordu.
Böylece, işgal edilmiş topraklarda yerleşimlerin devamı, Kudüs’ün yönetimi, hem Müslümanlar hem de Yahudiler için kutsal olan Tapınak Tepesi - Mescidi Aksa’nın kullanımı, “barış süreci” gibi konularda dinci yaklaşımların etkisi giderek artıyordu.
Filistin-İsrail sorunu esas olarak bir toprak parçası üzerinde iki halkın hak iddia etmesinden kaynaklanıyor. Eğer iki halkın yaklaşımı ulusalcı-seküler bir eksende şekillenirse, toprak gibi maddi bir varlık eninde sonunda paylaşılarak bir çözüme ulaşılabilir; barış, güvenlik sağlanabilir. Ama sorun bir toprakulus sorunu olmaktan çıkarak her iki halk için de “kutsal” olanın korunması sorununa dönüşürse, paylaşma, uzlaşma dolayısıyla barış olasılığı ortadan kalkar.
Geçen ay Kudüs’te Tapınak Tepesi-Mescidi Aksa’nın kullanımı üzerinde başlayan çatışmalar geçen salı günü, 1967 sınırı içindeki bir sinagogu basan iki Filistinlinin, ibadet etmekte olan dört kişiyi kasap bıçakları ile öldürmesi, din temelli çatışmaların nelere yol açabileceklerini gösterdiler.
Bu gelişmeler, İsrail devletinin Filistin bağımsızlık hareketini bölme, liderliğini zayıflatma politikasının, liderliklerden bağımsız, cihat ideolojisiyle, kendi başına davranacak, denetim dışı, gençler, örgütlenmeler üreteceğine ilişkin uyarıları destekliyordu.
Hamas Gazze’de şeker dağıtarak sinagog saldırısını kutlarken, İsrail ve Batı medyası, saldırının İsrail devletine değil bizzat Yahudi dinine yönelik olduğunu savunuyor, saldırganların kurbanlarını tabanca yerine, bıçakla öldürmelerinin IŞİD yöntemlerini anımsattığına dikkat çekiyordu. Birçok yazar da İsrail dinci sağında, Filistin ulusundan daha çok İslam dinini hedef alan bir söylemin geliştiğini vurguluyordu.
Filistin-İsrail arasındaki toprak sorununun, bir din savaşına dönüşmesinin, Ortadoğu düzeninin tabutuna son çiviyi çaktığını savunmak hiç de zor değil.

Yeni stratejik merkez
Ortadoğu’da düzen çökerken çok geniş çaplı bir gelişme daha söz konusu: Rusya ve Çin, diğer yükselen ülkelerden de destek alarak ABD-Avrupa merkezli uluslararası sistemi sorguluyor. Bu karşılamanın getirdiği hem bölgesel hem de uluslararası gelişmelerinin etkisiyle İran, bölgede “yeni stratejik” merkez konumuna yerleşmeye başlıyor.
Jeopolitik konumun yanı sıra, sermaye ve mal ihraç edilebilecek petrol zengini bir ekonomi olarak, İran’ın yapacağı tercihler, Amerika ve Avrupa açısından giderek daha fazla önem kazanıyor. Örneğin, ABD/Avrupa ve İran kendilerini ortak bir düşman (IŞİD) karşısında buluyorlar. Irak’ta Maliki hükümetinin değişmesinde, bir Şii-Sünni yakınlaşmasının oluşmasında, Afganistan’da birleşik hükümetin istikrar kazanmasında, İran’ın yardımlarının ne kadar değerli olabileceğini ABD biliyor.
Batı İran’a nükleer sanayi alanında, Suriye’de baskı yaparken Rusya ve Çin İran’ın sadık müttefikleri olarak beliriyorlar. Bu koşullarda Batı’nın İran’a bakışı, “Aman Rusya’nın kucağına atmayalım...” “Bu ekonominin olanaklarından neden yararlanamıyoruz”; “İŞİD’i durdurmak, Suriye’yi stabilize etmek için gerekli” gibi kaygılardan hareketle değişiyor. İran’ın pazarlık gücü artıyor, manevra alanı genişliyor. AKP Türkiyesi için aynı şeyler söylenebilir mi?  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Siyasetin sefaleti 16 Aralık 2024

Günün Köşe Yazıları