Bir Fotoğrafın Heceleri
Dokunuyorum fotoğrafa, ayaklar altında büyük insanlık, paramparça... Uygarlık akıyor her yanından, kan revan içinde uygarlık! Irak’a özgürlük geliyor hemen, kadın pazarları kuruluyor Rakka’da, Musul’da, başka diyarlarda. Bedenleri haraç mezat satılıyor kadınların. Genç kızlar ve çocuklarsa revaçta!
Dokunuyorum fotoğrafa, ayaklar altında büyük insanlık, paramparça... Uygarlık akıyor her yanından, kan revan içinde uygarlık! Irak’a özgürlük geliyor hemen, kadın pazarları kuruluyor Rakka’da, Musul’da, başka diyarlarda. Bedenleri haraç mezat satılıyor kadınların. Genç kızlar ve çocuklarsa revaçta!
Bir fotoğraf... Belki bilirsiniz; bu sefer çok uzaklardan değil. Hemen yanı başımızdan... Adı peygamberler şehri Urfa’mızdan, Suruç’tan. Hani o, pasaporta ısınmamış olan yanımızdan; adı eşkıyaya, kaçakçıya çıkan diyarımızdan... Anların bellekleridir fotoğraflar. Bir kez basılmışsa deklanşöre, açılmışsa eğer sol memenin altındaki cevahirin gözü, sözünü esirgemezler. Yalnızca bir kareden ibaret kalır gerçek. Bazense her pikseli ayrı bir fotoğraf olur; ses olur, söz olur, tarihin belleğine çizilir, kalın bir iz olur.
Bu fotoğrafa iyi bakın!
İnsanlığımızı parça parça bölen sizce nedir? Dikenli tel örgüler, beton duvarlar, içi su dolu kuyular mı yoksa? Şurada, onları ayıran şeyi siz yoksa dikenli tel mi sandınız? Bir dikenli tel var ortalıkta, doğru! Bir değil, üstelik çok dikenli tel var; kimi döne dolana yüreğimize sarılmış, kiminin eğri büğrü dikenleri, yırtıcı ve uzun, etlerimize batmış. Havada vicdanları kanırtan bir sessizlik...
Toprakta çöl sıcağı, ruhlarda acı, bedenlerde yangın; arbede ve mahşer, canlı bir cehennem! Yaralı bakışları çocukların... Seslerin, renklerin, acıların yurdu bir fotoğraf. Orada flu bir kalabalık var, canlı. Toza toprağa bulanmışlar; ceketli, fularlı, türbanlı. Korkulu, telaşlı gözüküyor suretleri, çoğu kadın ve çocuk, bir kısmı da yaşlı...
Geride bir minare şerefesi, nasılsa yeşil kalmış birkaç ağaç ve Kobani kentinin silueti...
Havada asılı duran bu ölüm kokulu sessizlik neyin nesi? Hissettiniz mi yaralı bakışlarını çocukların? Fark ettiniz mi, yer yer eğilmiş telleri, bükülmüş, dolanmış birbirine, eğreti... Sıcak bedenlerini, dikenli tellere vurmuş insanların izleri var orada, kanlı... Dikkatlice bakın; yırtılmış bir gömlek kolu, bir tişört yahut bir entari, bir bez parçası asılı kalmış geçenlerden, hâlâ canlı...
Bu fotoğrafa iyi bakın!
Gölgede kırk derece sıcak, güneşte kaç cehennem ateşi yapar? Aç mıdır? Açlık umurunda mıdır? Onu tutuşturan yangının farkında mıdır? Belki susamıştır, içecek bir tas su bulamamıştır... Tanrıların ona reva gördüğü bu zulmün ayırdında mıdır? Sahnede figüran değil bu, orta yerde gördüğünüz! Ne de soyut bir resimden fırlamış obje! Bakın, ayakları çıplak! Üstelik düştü, düşecek; güçlükle duruyor pedalları üzerinde bir tekerlekli sandalyenin. Ellerini yummuş mudur? Yumuşak derisinin yüzü çizgilerle dolu, yaşlı bir kadın mıdır? Terk edilmiş bir hasta, bir sakat ya da terden sırılsıklam olmuş bir hayat; analı, babalı, kardeşli bir insan mıdır? Dört büklüm olmuş, eğilmiş bir yanına, çocuklu, torunlu bir can mıdır? Geride kalmış bir soranı, arayanı, merak edeni var mıdır?
Can çekişen insanlık...
Biraz ileride, ölüm naraları işitiliyor ortaçağ cellatlarının. Ezan seslerine karışıyor fetvaları. Bir utanç abidesi gibi duruyor önümde bir fotoğraf, sessiz bir çığlık gibi kanıyor gözlerimde. Medeniyet fışkırıyor ortasından, anlı şanlı Batı medeniyeti; çağdaşlık, gelişme, insan hakları... İçinde can çekişen insanlığın soluk yüzü... Ah, kalbimin yalnız kalmış kuşları! Ah, dünyanın yalnızları! Ortadoğu’da bir vahşet makinesini fonluyor dünyanın büyük tüccarları. Kobani diz çökmüyor ama. Kobani halkı ayakta. Öfke yoğuruyor gençlerin bakışları. Kadınlar, yüreklerini taşıyorlar avuç avuç cepheye...
Rüzgârlar ölçüyorsunuz siz, yağmurlar, fırtınalar, depremler. Barbarlığın şiddetini ölçecek endeksiniz üretilmedi mi daha? Görüyorum, durmadan alçalıp yükseliyor borsalarınızın trendi. Oysa ki her gün, kurlara endeksleniyor yedi kıtada açlığımız bizim. Boşuna yorulmayın. Demeçleriniz, kâr etmez bu fotoğrafı anlamaya. Sözler, korkuya batmış çocuk yüzlerinin yerine geçmez! Bakın, orada öylece duruyor hâlâ vicdanları kanatan o sessizlik.
Senetleriniz aklamaya yeter mi sanıyorsunuz bu fotoğrafı?
Söyleyin, hangi kutsal kitabın ayetlerinde yazılıdır bu zulüm? Kaç varil petrole bedeldir tellerde lime lime sallanan insan ve hayvan etleri? Dualarınız dindirebilir mi bu fotoğrafın renklerine gömülmüş acıyı? Hangi insanlığın sinesinde saklıdır, ağızlarınızda bıçakların açmadığı bu sükûn? Bu fotoğrafa iyi bakın!
Dört yanı puşt zulası bir resim. Üzerine üzerine geliyor medeniyet. Taa Amerika’dan, İngiltere’den, Fransa’dan geliyor akın akın... Özgürlük ve demokrasi taşıyor dünyanın bütün kırlarına; Afganistan’a, Irak’a Suriye’ye, Libya’ya...
Manşetlerde ölüm ve katliam...
Aynı fotoğraf karesinin heceleri bunlar; ölüm ve katliam haberleri taşıyor manşetlerden. Kol kola giriyor kırk devletli koalisyon kuvvetleri, gösteri oyunları yapıyorlar biteviye. Bakın, büyük devlet adamlarının nutuklarını yayımlamakla meşgul televizyon kanalları. Nicedir üç vardiya çalışır olmuş silah fabrikaları. Antenler, dünyanın geri kalanına demokrasi kusmaya devam ediyorlar hâlâ. Hemen yanı başımızda, ölüm ayetleri yayımlanıyor, kılıçları kana batıyor her an barbarların. Dokunuyorum fotoğrafa, ayaklar altında büyük insanlık, paramparça...
Uygarlık akıyor her yanından, kan revan içinde uygarlık! Irak’a özgürlük geliyor hemen, kadın pazarları kuruluyor Rakka’da, Musul’da, başka diyarlarda. Bedenleri haraç mezat satılıyor kadınların. Genç kızlar ve çocuklarsa revaçta!
Olmaz olsun saltanatınız!
Eyy, yeryüzüne bunca acıyı reva gören tanrılar! Çağdaşlığınız olmaz olsun sizin! Olmaz olsun atomu parçalarına ayıran biliminiz; uydularınız, uçak gemileriniz, füzeleriniz! Bir avuç dolar uğruna, bu cennet yeryüzünü kanla boyadığınız fetihleriniz. Olmaz olsun o yere göğe sığmayan kibriniz, ortaçağdan kalma saltanatınız; sayılardan, yüzdelerden beslenen muktedirliğiniz...
Renkli piksellerinden ağır ağır, incecikten sızıyor acı. Biliyorum, hükmü yok yazdıklarımın. Dilimde daha çok kanamalı duruyor şimdi heceler. Sözler yetersiz, kelimeler kifayetsiz kalıyor. Orada, toprağı, dikenleri, havayı kanırtan sessizliğin ortasında, o tekerlekli sandalye...
Kızıyorum kendime! Ne yazsam, ne söylesem az. Zalimlik cümlelere dar geliyor. Oysa ki çok daha fazlasını hak ediyor bu resim... Bu fotoğrafa iyi bakın. Öyle çekinmeyin, yaklaşın... Gözlerinizi üzerine dikin, uzun uzun bakın! Belki tanırsınız. Tanrıların yeryüzüne armağan ettiği bu zulümden utanırsınız. Ne bir söz cambazının söyledikleri, ne bir kelime ustasının marifetleri anlatabilir bu resmi... Fotoğrafın içine girin, o tekerlekli sandalyeye oturun!
Gözlerinizi kaçırmayın sakın! Bu fotoğrafa iyi bakın...
@yusufnazim
En Çok Okunan Haberler
- Erdoğan'dan 'emekliler' açıklaması
- Can Grubu'ndan 'şimdi ne olacak' sorusuna yanıt!
- Mühimmat fabrikasında patlama
- AKP koridorlarında konuşulan 'erken seçim tarihi' sızdı
- AKP’ye katılacaklar mı?
- Bingöl'deki kazada acı ayrıntı
- Teğmenler soruşturmasında flaş gelişme
- Gayrimüslimlerin tapuları üzerinden dönen yolsuzluk
- 'Kürt dostlarımız tarafından...'
- 'Bahçeli efendi yeni uyandı!'