Sinan Ülgen: "Hem S-400 alalım hem F-35'e dönelim, olmaz!"
Neden Sinan Ülgen? Virginia Üniversitesi’nden bilgisayar bilimleri ve ekonomi alanlarında çift ana dalla mezun oldu. Yüksek lisansını Brugge Avrupa Koleji’nde Avrupa ekonomik entegrasyonu üzerine tamamladı. 1992’de Türkiye Cumhuriyeti Avrupa Birliği Daimi Temsilciği’ne atandı ve Türkiye-AB Gümrük Birliği Anlaşması müzakerelerini yürüten ekibe katıldı. NATO Genel Sekreteri Rasmussen’in oluşturduğu uluslararası politika uzmanları oluşumunda yer aldı.
Sinan Ülgen, aynı zamanda İstanbul merkezli Ekonomi ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi’nin (EDAM) yönetim kurulu başkanı. Biden, büyük tartışmaların ardından sadece iki gün sonra Beyaz Saray’a taşınıyor. Türkiye-ABD ilişkisinin F-35, S-400, Halkbank davası, PKK-YPG terörü gibi ana başlıkları uzun zaman gündemi belirleyeceğine göre, bize de Sinan Ülgen’e sormak kaldı.
- Türkiye, Avrupa ülkelerinin F-35 filolarının bakım ve tamirat merkezi olacaktı. Bu hizmetlerden de her yıl döviz kazanacaktık. En önemlisi F-35’in hava kuvvetlerimizin envanterine girememesi oldu.
- Pilotlarımız ne kadar yetenekli olursa olsunlar nihayetinde 4. nesil bir uçak olan F-16’nın çeşitli versiyonları ile Ege’de ve Akdeniz’de hasım ülkelere karşı hava üstünlüğünün sağlanmasında dezavantajlı olacak.
- ABD yönetimi ile kalıcı bir mutabakat sağlanabilmesinin iki ön şartı var: Birincisi ABD’nin PYD/PKK ile ilişkilerini gözden geçirmesi ve PYD’ye desteğini sonlandırması. İkincisi ise S-400 meselesinin bir çözüme kavuşturulması.
- Halkbank aleyhine bir karar çıkması ve para cezasının kayda değer bir büyüklüğe ulaşması durumunda, ilişkiler belki daha da zor bir krizin eşiğine gelecek.
- Savunma Bakanı Hulusi Akar, Rusya’dan ikinci parti S-400 almak için görüşmeler yapıldığını, Türkiye’nin ortağı olduğu F-35 programına da dönmek istediğini açıkladı. Savunma sistemleriyle ilgili yaşanan krizi uzun zamandır çalışıyorsunuz. Açıklamayı nasıl buldunuz?
Sayın Bakan, olsa olsa Türkiye’nin bir müzakere pozisyonunu ifade etmiştir. Yoksa hem yeni S-400 alalım hem de F-35 programına geri dönelim, ikisinin birden olmayacağı gayet açık. Bunlar birbirlerini dışlayan seçenekler. Dolayısıyla Ankara’nın bir karar vermesi gerecek; tercihini ilave S-400 sistemlerinin tedarik edilmesi yönünde mi, yoksa F-35 programına dönme yönünde mi kullanacak! Bir yandan ABD’nin PYD desteği, diğer yandan 2016 darbe girişimi sonrasındaki tutumu nedeniyle oluşan güven erozyonu ortamı içinde, hükümet S-400 tercihinde bulunmuştu. Ancak bunun için yüksek bir bedel ödendiğini düşünüyorum. Bunların en ağırı F-35 programından dışlanmamız oldu. F-35 programında kalmak Türkiye bakımından birçok açıdan kritik öneme sahip. Sayın Akar’ın konuyu gündeme tutmasını o nedenle çok önemsiyorum.
- Neden önemli?
Öncelikle Türkiye böylesine önemli ve askeri alanda en yüksek teknolojiyi yansıtan bir projede üretici olarak yer alıyordu. Yerli savunma sanayisi şirketlerimize 12 milyar dolar tutarında bir üretim payı ayrılmıştı. Savunma sanayisindeki yıllık ihracatımızın yeni yeni 3 milyara dolara yaklaşmakta olduğunu göz önüne aldığımızda, F-35 programının gerek yerli savunma sanayisi şirketlerimizin daha ileri teknolojik yetenekler kazanması gerek ihracatımıza katkı bakımından ne kadar önem taşıdığı daha rahat görülecektir. Türkiye, Avrupa ülkelerinin F-35 filolarının bakım ve tamirat merkezi olacaktı. Bu hizmetlerden de her yıl döviz kazanacaktık. Ama en önemlisi F-35’in hava kuvvetlerimizin envanterine girememesi oldu. Oysa ki F-35, Türk Hava Kuvvetleri’nin caydırıcı gücünü muhafaza etmesi ve gelecek nesillere taşıması için çok kritik bir platform. Hava Kuvvetleri’nde 2008 yılından beri bütün uzun vadeli planlama buna göre yapılmıştı. Üstelik böylesi bir platformun alternatifi de yok. Yani F-35’in görünmezlik özelliği ön planda olan bir beşinci nesil uçak olarak sağladığı, ağ merkezli harekâta uygunluk, enformasyon ve güç projeksiyonu üstünlüğünü başka bir uçak tipi ile ikame etmek mümkün değil. Türkiye’nin bir diğer 5. nesil projesi olan Milli Muharip Uçağının envantere girmesi ve anlamlı bir caydırıcı güç oluşturmaya başlaması ise iyimser ve kötümser çeşitli tahminler ile 2030-2040 penceresini bulacaktır. Oysa bir yandan Türkiye’nin en basit tabirle bir nüfuz alanı mücadelesi içinde olduğu Yunanistan ve hatta Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler F-35 alıyorlar. Bunun sonucu, Türkiye’nin hava üstünlüğünü kalıcı biçimde bu ülkelere kaybetmesi olabilir. Dolayısıyla pilotlarımız ne kadar yetenekli olursa olsunlar nihayetinde 4. nesil bir uçak olan F-16’nın çeşitli versiyonları ile Ege’de ve Akdeniz’de bahsettiğim hasım ülkelere karşı hava üstünlüğünün sağlanmasında dezavantajlı olacaklardır.
- Ayrıca TCG Anadolu ile birlikte, Türk Deniz Kuvvetleri donanma havacılığı kapasitesinde kullanılmak üzere F-35B varyantı alımı da yapılacaktı, değil mi?
Türkiye’nin F-35 projesinden dışlanmasının bir diğer komplikasyonu da TCG Anadolu Amfibi Taarruz Gemisi’nin bir “mini uçak gemisi” olarak artık kullanılamayacak olması. Zira halihazırda, TCG Anadolu için, F-35B dışında bir seçenek mevcut değil. Dolayısıyla ülkemizin sadece havada değil ama aynı zamanda derin sularda güç projeksiyonu yapma kapasitesi yara almıştır. Bütün bu hususlar göz önüne alındığında, S-400 tercihinin Türkiye için, doğurduğu ABD ile ikili ve hatta NATO içindeki çok taraflı siyasi ihtilafları bir kenara koyacak olsak bile maliyeti çok yüksek bir tercih olduğunu düşünüyorum. Benim önceliğim bu noktadan sonra S-400 meselesinde iki tarafın da siyaseten kabul edebileceği bir çözüm bulmak ve Türkiye’nin F-35 programına geri dönüşünü sağlamak olurdu. Ancak gelinen noktada S-400’e yönelik kolay bir çözüm de yok. Olsa olsa bu mesele Biden yönetimi ile daha geniş bir anlayış birliğinin parçası olabilir.
- Yaptırımları hafif veya ağır olarak değerlendirmek doğru mu?
Yaptırımların niteliğinden de bağımsız olarak en önce bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine yaptırım uygulaması başlı başına ağır bir mesele. CAATSA yaptırımlarının içeriğine bakarsak da hafif olduklarını söyleyemeyiz. Zira S-400 tedariki ile ilgili Savunma Sanayii Başkanı Ali Demir gibi kişilerin yanı sıra Savunma Sanayii Başkanlığı da yaptırım listesine alındı. Bu kurum hedef alınmasaydı daha hafif yaptırımlardan bahsedebilirdik.
- CAATSA ile uygulanacak finansal kısıtlamalar, Savunma Sanayii Başkanlığı’nın (SSB) yapacağı uluslararası sözleşmelerde bir engel olur mu?
CAATSA yaptırımlarının etkisi daha orta ve uzun vadede belirginlik kazanacak. Bu açıdan baktığımızda CAATSA yaptırımları, Türk savunma sanayisinin son on yılda kazandığı ivmeye yönelik ciddi bir risk potansiyeli taşımaktadır. SSB bir yandan silahlı kuvvetlerimizin ihtiyaç duyduğu askeri sistemlerinin hazır alımını yapan -ki buna tali görevi diyebiliriz- diğer yandan da stratejik silah sistemleri ve platformların Türkiye’de üretilmesini sağlamak adına çok ortaklı savunma sanayisi projelerinde finansör ve kolaylaştırıcı olarak görev yapan bir kurum. Ancak hazır silah sistemleri ve parçalarının tedariği zaten Milli Savunma Bakanlığı ve zaman zaman doğrudan kuvvetler tarafından da yapılıyor. Bunlar da yaptırıma tabi değil. Dolayısıyla CAATSA aslında hazır askeri alımları pek etkilemeyecek.
- Öyleyse sorun ne?
Sorun, SSB’nin asli görevini yerine getirmesi ile ilgili. Zira bundan böyle SSB’nin içinde olduğu, stratejik silah sistemlerinin geliştirilmesine yönelik uzun vadeli ve çok ortaklı savunma sanayisi projelerinde ABD’li şirketler yer alamayacağı gibi, bu silah platformların ın kullanacağı silah sistemleri ve parçalarının, en azından ABD’de ihracat lisansına tabii olanlarının, Türkiye’deki üretim süreçlerinde ara girdi olarak kullanılacak şekilde tedarik edilmesi de mümkün olmayacak. Bir diğer önemli husus ise diğer NATO ülkelerindeki savunma sanayisi şirketlerinin CAATSA yaptırımlarına ne tepki verecekleri. Zira onlar da çekingen davranmaya başlarlarsa, Türk savunma sanayisinin üretim ortaklığı kurabileceği şirketlerin sayısı azalacaktır.
- Türkiye’nin karşılaşabileceği başka sorunlar da var. Örneğin, Obama döneminde IŞİD ile mücadele özel temsilciliğini yürüten Brett McGurk, Biden’ın ulusal güvenlik ekibinin Ortadoğu ve Kuzey Afrika Koordinatörü oldu. Halkbank davası gibi. Trump döneminde Türkiye, ilişkileri hep başkanlık katından yürütmeye çalışıyordu, ya şimdi?
Yeni dönemde ABD ile Türkiye arasında ortak bir yol haritası oluşturmak yönünde bir çaba olacak. Öncelikle Biden yönetimi Türkiye gibi önemli bir ülkeyle olumsuz bir gündem üzerinden ilerlemek istemiyor. Hükümet de keza Biden yönetimi ile iyi ilişkiler kurmaya niyetli gözüküyor. Ancak bu hüsnüniyetin ötesinde, yeni ABD yönetimi ile kalıcı bir mutabakat sağlanabilmesinin iki önşartı var: Birincisi ABD’nin PYD/PKK ile ilişkilerini gözden geçirmesi ve PYD’ye desteğini sonlandırması. İkincisi ise S-400 meselesinin bir çözüme kavuşturulması. Bu sonuca da ancak iki tarafın en üst düzeyde siyasi iradelerini sergilemeleri ve bir yol haritası üzerinde mutabakat sağlamaları ile ulaşılabilir. Bu bağlamda 2021 yılı içinde Türk-Amerikan ilişkilerinin gidişatını etkileyecek bir diğer husus olarak mayıs ayında karara bağlanması beklenen Halkbank davasından da bahsetmek lazım. Trump dönemine oranla şimdi bu dava daha kritik bir nitelik kazandı. Zira Trump’ın bu davadan Türkiye aleyhine bir karar çıkmaması için başkanlık yetkilerinin sınırlarını da oldukça zorlayacak şekilde çaba gösterdiği biliniyordu. Biden yönetimi ise sürece müdahale etmeyecektir. Dolayısıyla mahkeme siyasi baskıdan uzak bir şekilde karar verecek. Mahkemeden Halkbank aleyhine bir karar çıkması ve hele hele öngörülen para cezasının kayda değer bir büyüklüğe ulaşması durumunda, Türk-Amerikan ilişkileri CAATSA yaptırımlarından sonra yeni ve belki daha da zor bir krizin eşiğine gelecek. Öte yandan bütün bu zorluklara rağmen Ankara ile Washington arasında ortak bir vizyonun oluşmasına yardımcı olacak faktörler de mevcut.
- Açar mısınız?
Yeni ABD yönetimi ile Türkiye’nin dış politika hedeflerinin örtüştüğü İran, Libya, transatlantik ittifakın güçlendirilmesi gibi alanlarda bir işbirliği tesis etmek daha kolay olacaktır. Bir ikinci faktör, Biden’ın dış politika ve ulusal güvenlik politikasını yürütecek yeni ekibi. Dışişleri Bakanı Tony Blinken, Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Jake Sullivan ve hatta CIA Başkanı Bill Burns, partizan olmayan, Amerikan dış politika camiasında saygın ve tecrübeli isimler. Brett McGurk gibi Türkiye alerjisi alenileşmiş bir isme de bu bağlamda o kadar büyük önem atfetmemek lazım. Zira McGurk de nihayetinde yukarıda atıfta bulunulan daha üst düzeyli yöneticilerin yörüngesinde kalmaya mecbur olacak. Dolayısıyla sonucu ne olur bilinmez ama Türkiye, karşısında diyalog kurabileceği, sorunlarını olgunlukla konuşabileceği ve çözüm arayışı egzersizine girebileceği tecrübeli bir dış politika kadrosu bulacak Washington’da. Ama en büyük değişiklik, ikili ilişkiler bakımından devlet başkanları arasındaki kişisel ilişkilerden ziyade kurumlar arası diyaloğun asıl belirleyici olması ile yaşanacak. Türk-Amerikan ilişkileri Trump gibi bir karar alıcının ana değişken olduğu, sürprizlere açık ve öngörülebilirlikten uzak bir modelden kurumların daha ağırlık kazandığı, iyi veya kötü ama daha istikrarlı bir modele evrilecek.
- Öyleyse Türkiye’nin dış politika yaklaşımı değişmek durumunda..
Türkiye’nin kanaatimce ABD’de özellikle siyasi karar alıcıları etkileyen ve baskılayan kritik resmi ve sivil kurumlarda etkinlik kazanması lazım. Son yıllarda Türkiye bu anlamda çok zemin kaybetti. Bunun birçok nedeni var ve özellikle geçmişte yapılan hatalar var. Bir dönem, havalimanında kendisini karşılamaya gelen büyükelçinin elini sıkıp TUSKON temsilcisinin arabasına binerek onun programına iştirak eden bakanlar vardı. Keza Türkiye’nin Washington’daki lobi gücü, İsrail lobisinin malum nedenlerle kaybedilmesinden de zarar gördü. Bugün Amerika’daki Rumlar ve Ermenilerden oluşan geleneksel Türkiye aleyhtarı lobilere, bir yandan FETÖ diğer yandan İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır gibi ülkelerin de eklenmesiyle gün geçtikçe güç kazanan Türkiye karşıtı bir kartel var. Kısmen bu grubun çalışması kısmen de Türkiye’deki demokratik erozyon sonucunda ABD Kongresi’nde güçlü bir Türkiye muhalefeti oluştu. Keza ABD medyasında da Türkiye, sürekli olumsuz bir söylem ile anlatılır oldu. Bu durumu tersine çevirmeye çalışmamız lazım.
- Peki, atılması gereken adımlar?
Bunun ilk şartı, hükümetin içeride yeniden bir demokratik reform sürecini başlatması. Türkiye’nin demokrasi geleneğini güçlendiren bir yola girmesi lazım. Bunun yanı sıra ABD karar vericilerini ve kamuoyunu etkileyecek adımlar atılmalı. Bunun da yolu Amerikan medyasını ve düşünce dünyasını etkilemekten geçiyor. ABD’de düşünce kuruluşları çok etkin bir role sahipler. Her yeni başkan seçildiğinde, bu düşünce kuruluşlarından iktidara bir göç oluyor. Bu son dönemden örnek verecek olursak Beyaz Saray’da Türkiye’nin de dahil olduğu Avrupa bölgesinin direktörlüğünü üstlenecek olan Amanda Sloat, Brookings Enstitüsü’ndeydi. Hem yeni CIA başkanı Bill Burns hem de yeni Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Jake Sulllivan, Carnegie Vakfı’ndalardı. Savunma Bakan Yardımcısı Colin Kahl, Center for New American Security’deydi. Türkiye’nin işte bu ve benzer kurumlara ve o kurumlardaki insan kaynağına uzun vadeli yatırım yapması lazım. ABD kamuoyunda zemin kazanmaya çalışmak, Amerikan sisteminin kendinden gördüğü, orada uzun zamandır yerleşik ve düzenin parçası olan bu tip kurumlar üzerinden daha etkili olacaktır. Türkiye’nin, Biden dönemi kamu diplomasisini bu doğrultuda yeniden şekillendirmesi lazım. Türkiye’nin resmi söylemine güç katacak sözcülerin Amerikan müesses nizamının kabullendiği bu kurumların içinden çıkması lazım. Ancak bu şekilde, o da orta ve uzun vadede ABD’de kamuoyu oluşturma gücünü elde edebiliriz.
ABD, TEHDİDE KARŞI İYİ SINAV VERDİ
- Kongre baskını sürecinde ABD demokrasisi de tartışmaya açıldı. “Geri dönülemez şekilde yara aldı” yorumuna katılır mısınız?
Hayır, tam tersini düşünüyorum aslında. ABD kurumları bu tehditlere karşı iyi bir sınav verdi. Mesela çok geniş yetkilerle donanmış bir başkanın seçim sonuçlarını tartışmaya açma çabalarına ABD yargısı engel oldu. Trump, bu amaçla ülkenin çeşitli eyaletlerinde açtığı 65 davanın hepsini istisnasız kaybetti. Bir diğer örnek de Trump’ın Washington Post tarafından ses kaydı da yayımlanan, Cumhuriyetçi Parti mensubu Georgia Valisi ile yaptığı konuşma. O konuşmada Trump, Georgia’da oyların kendine avantaj sağlanacak şekilde sayılmasını istiyor. Aynı siyasi geleneğe mensup vali de buna açıkça karşı çıkıyor. Dolayısıyla bu örneklerden kuvvetler ayrılığının ve de özellikle yargı bağımsızlığının demokrasiye yönelik tehditlerin bertaraf edilmesi bakımından ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Ama aynı zamanda bu kurumsal bağımsızlık ve yetkinlik ne kadar önemliyse, bu kurumlarda görev yapan kişilerin ahlaklı ve erdemli duruşları da o kadar önemli. Demokratik ilkelerin korunmasında sadece kurumların değil, kişilerin de çok önemli olduğunu ABD örneğinde hep beraber gördük.
- Trump’ın azli Trumpizmin de azli olarak yorumlanabilir mi? Yani “ABD bu hamleyle fabrika ayarlarına dönecektir” diyebilir miyiz?
Trump, ABD tarihinde görev yaptığı süre içinde iki kez azledilme “başarısını” sergilemiş ilk başkan oldu. Demokrasi karşıtı hareketlerine bakıldığında çok da sürpriz değil belki. Bir yandan da siyasal popülizm ile özdeşleşmiş “Trumpizm”in ABD siyasetinde kalıcı olduğunu söylemek lazım. Ama gördüğüm kadarıyla Biden’ın da önceliği, ABD demokrasisine tehdit oluşturan bu toplumsal dalgayı yaratan kırılganlıkları ortadan kaldırmak olacak. Bir yandan küreselleşme ile neo-liberal politikaların diğer yandan pandeminin yarattığı sosyal tahribatı gidermeye çalışacak. Dolayısıyla ilk döneminde sosyal boyutu güçlü bir kamu politikası göreceğiz ABD’de. Bu bağlamda Demokratların Georgia seçimleri ile Senato’yu da kontrollerine almış olmalarının önemini vurgulamak lazım. Zira yeni Amerikan başkanı ancak bu sayede iddialı harcama hedefleri de içeren politikalarını Cumhuriyetçilerin engellemelerine takılmadan hayata geçirebilecek. Biden’in bu hedefinde başarılı olması, kanaatimce yalnızca ABD açısından değil, dünyada liberal demokratik düzenin geleceği açısından da önemli.
ABD İLE MASA DEVRİLİRSE…
- AB liderleri Türkiye’ye karşı izlenecek yol konusunu Biden yönetimiyle istişare etmek istiyor. Türkiye nasıl bir fotoğrafın içinde olacak? Yeni dönemde daha etkin ve eşgüdüm içinde çalışan bir Transatlantik blok görür müyüz?
Evet, kesinlikle. AB, Aralık 2020 Zirve Kararı’nın Türkiye ile ilgili bölümünde, Türkiye’ye yönelik politikasını ABD ile yakından istişare edeceğini ifade etti. Bildiğim kadarıyla Türkiye-AB ilişkilerinde böylesi bir vurguya ilk kez rastlıyoruz. Bu yeni gerçeği bir fırsat olduğu kadar risk olarak da görebiliriz. Şöyle ki: Türkiye ile ABD arasında önümüzdeki döneme damgasını vuracak bir anlayış birliği oluşması, Türkiye-AB ilişkisinin de önünü açacaktır. Örneğin 2016 yılı sonundan bu yana bekleyen, gümrük birliğinin güncellenmesi müzakereleri o takdirde 2021 yılı içinde başlayabilecektir. Ama tabiatıyla bunun tersi de geçerli. Yani ABD ile masa devrilirse bunun AB ile ilişkilere olumsuz yansımasını beklemek gerekecek. O zaman AB içinde Türkiye’ye yaptırım uygulanmasını isteyen ülkelerin sesi daha yüksek çıkacaktır mesela.
En Çok Okunan Haberler
- MHP'de 3 milletvekilinin istifası istendi!
- 2'si ağır, 3 polis yaralandı!
- Uğur Dündar'ın 'babalık' davasında karar çıktı
- Bahçeli'yle sürpriz görüşme!
- BRICS'e 'ortak ülke' olma davetini kabul etti
- Kadınlara cehennem hazırlayanlar
- Meclis'te arbede
- Türkiye’de ilk kez uygulandı! Hasadı 15 gün sürüyor...
- Storm Shadow füzesi Rusya'ya ateşlendi!
- Mauro Icardi'den Wanda Nara açıklaması!