Aslında hepimiz bir aidiyet arıyoruz

Rıza Kocaoğlu’na göre aslında hepimiz bir aidiyet arıyoruz. Betonla, demirle, metrekareyle ölçülen bir aidiyet değil. Dinlenilmek ve anlaşılmak adına bir aidiyet. “Ormanlardan Hemen Önceki Gece” oyunu da bu aidiyetsizliğe dikkat çekiyor.

Aslında hepimiz bir aidiyet arıyoruz
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 25.01.2015 - 11:50

Kocaoğlu’na göre tiyatro çözüm üretmiyor, iyi fikirler veriyor. Yani dünyayı değiştirmiyor “dünya değişmeli!” dedirtebiliyor. O yüzden de tiyatronun tahrik ediciliğine ihtiyacımız var.

“Ormanlardan Hemen Önceki Gece” hem ruhsal hem de fiziksel anlamda üst düzey performans gerektiren bir metine sahip. Oyunun sonuna kadar hiç nokta yok, hep virgülle ilerliyor, şiir gibi akıyor, bazen azgınlaşıyor bazen de duruluyor ama durmuyor. Mizah da var içinde trajedi de. Seyirci için de kolay bir seyirlik değil, çünkü yansımalarınızı gördüğünüzde huzurunuz da kaçabilir. Hepimizin trajedilerinden parçalar taşıyor. “Ormanlardan Hemen Önceki Gece”yi Ayberk Erkay’ın çevirisiyle Melis Tezkan ve Okan Urun sahneliyor. Ömer Sarıgedik’in de özel bir ses tasarımı var. Rıza Kocaoğlu iki yıl aradan sonra döndüğü tiyatro sahnesini belli ki özlemiş, oyunun metni ile mücadele edip tenine ve ruhuna hikâyeyi yerleştirmiş. Zaten oyunda geçen yalnızlığı, yabancılığı ve sistematik yalnızlıştırmayı da hissettiğini söylüyor. İşte hikâyenin devamı.

- Fransız yazar Bernard-Marie Koltès’in “Ormanlardan Hemen Önceki Gece”si oyuncuyu olduğu kadar seyirciyi de sınayan bir metne sahip. Akış virgüllerle sürüyor, nokta ise sonda. Nasıl bir hazırlık geçirdiniz?

- Zihinsel ve fiziksel performansta çatışma, çarpışma yaratan bir metin bu. Hikâyeden hikâyeye sıçrayan nehir bir anlatım söz konusu, bunu yaparken de bütünlüğünü koruyor. Küçük hikâyelerden tüme varıyoruz. Evet, iki anlamda da yorucu. Kendimi denediğim, sınadığım, ağırlığımı tarttığım bir çalışma. Metinle çok yatıp, kalktım mücadele ettim, didiştim. Tiyatroya iki yıl ara vermiştim, “biriken” yani Melis Tezkan ve Okan Urun böyle bir teklifle gelince onlarla yola çıkmak istedim. Koltès’in metni güçlü ve güçlü bir metin iyi bir girdaptır, kendine çeker insanı. Okan ve Melis ile çalışmak da çok iyi geldi çünkü taze ve dinamik bir yapıları, özgün bir dilleri var. Yaptığınıza doyuyorsunuz böyle
olunca da.

- Oyunun dünyası girersek. Yalnızlık ve sistematik yalnızlaştırma fikir kurgusunda öne çıkıyor. Nedir hikâye?

- Akan bir nehir “Ormanlardan Hemen Önceki Gece”. Fark etmeden duygu dünyanızda geziniyorsunuz. Metnin derdi bizim derdimiz. Kendimi çok yalnız hissettiğim ve yalnızlaştırıldığımızı düşündüğüm, çevremin boşaltıldığını, bunun da sistematik yapıldığını fark ettiğim bir dönemde oyunun teklifi geldi. “Çok paralel” dedim, epey de yansımamı gördüm burada. İşte yola çıkmama neden de bu oldu. Herkes yansımasıyla karşılaşsın istedim.

- “Oyunda virgül yok” dedik, şiir gibi akıyor. İsyan da var ama sanırım aşk düşüyor gölgesine.

- Sert olsa da bu bir aşk oyunu. Tek kişilik bir aşk oyunu ve o yüzden dramatik. İnsanın yalnızlığını, çaresizliğini derinlemesine, bir o kadar da nahif ve mizahı bir yaklaşımla anlatıyor. Her yerde gezinen sıradan trajedilerin bir bütünü. Senden, benden, bizden, ondan. Yıllar önce yazılmış ve bugünü anlatan, geleceğe kurulmuş bir hatırlatma.

 Daha anlatılacak çok şey var

- Koltès’in dünyasını yaşadığımızı tersten görüyor biraz da. Metinleri de kolay anlaşılır değil.

- Bilinçli şekilde kendini sistemin dışına atmış bir adam Koltès, kendini odaların, evlerin dışında görüyor. Nedir oda? Adamın cebinde çok kelimesi var ama onları anlatacak birini bile bulamıyor. Dünyanın en temel ihtiyacı derdini anlatmak, işte bunu bile karşılayamıyor. Hayatta kalmak için gereklidir anlamak, anlaşılmak, zaten öyle tedavi olmaz mıyız? Metindeki adam da devamlı konuşuyor. Kendiyle, geçmişiyle, geleceğiyle. Paylaşmak için birini arıyor, anlamak ve anlatmak için. Seyirci de burada kendini o yansımada görüyor belki de. Oyunun sonunda anlatılan aşk hikâyesinin gerçek mi, yalnızlığın bir yan etkisi mi olduğu da seyircinin kararına kalıyor aslında.

- Oyundaki yüzleşmeyi hayatına vursan ne çıkar karşına?

- Ben oyundaki metin gibi hızlı akmayı seviyorum. Nerede duracağımı da biliyorum. Oyun iki kişiyle oynanır. Elbette tek başına da oynadığımız zamanlar olur. Gerçek yalnızlık oyun arkadaşı bulamamaktır. Bizim karakterimiz de dışarıda bırakılmış, belki de tercihi, net olan bu dünyada “öteki” olduğu. Hepimiz büyüyoruz, cesaretimiz kadar olgunlaşıyoruz. Sistemin karşısında ne kadar dik duruyorsak o kadar yaşıyoruz. Kendi gibi olmayanı, kendinden olmayanı sırılsıklam eden, eve almayan, ona bir odayı bile çok gören bir dünya var. En temel ihtiyaçlarını karşılayabilen ve karşılayamayan insanlar olarak dünya ikiye ayrılmış durumda. Yoksullar ve zenginler, evsizler ve evliler. Hepimiz pisliğin ortasında bir melek arıyoruz. Sığındığımız yer eviniz, odanızdır. Koltès bunu bir yabancı hikâyesi olarak anlatıyor. Yabancı hisseden yabancı olduğu kadar, yabancı görülen de zorunlu yabancılaşır. Bu yüzden hepimizin hayat odalarına ihtiyacı var.

- Metinler ağır, izleyiciyi yoruyor, hırpalıyor. Rafine fikri veriyor, ya sonrası?

- Sokakta olanları görmeye çalışan biriyim. Bu metinle boğuşmaya başladığımdan beri de ıskaladığım şeyleri fark ettim. İçimde başka bir kararma oldu. Tiyatro bir çözüm üretmez, iyi bir fikir verebilir. Vicdanı hatırlatır, dünyayı değiştirmez, “dünya değişmeli!” dedirtebilir. Tahrik eden bir yanı var tiyatronun.

- “Ormanlardan Hemen Önceki Gece”, orman metaforunu açsak biraz da?

- Oyunda “bir odam olsa, bir çimenlik olsa oturup konuşsak seninle” diye sesleniyor
karakter; “dinlesek birbirimizi o zaman anlarız milletin derdini. Anlarız az çok birbirimizi dinlersek hepimizin yabancı olduğunu. Otursak ağaçların gölgesinde, anlasan beni. İşte orası da benim evim”. Aslında bir aidiyet arıyoruz. Betonla, demirle, metrekarayle ölçülen bir aidiyet değil. Dinlenilmek ve varlığımızın görülmesi bu belki de. Dinlemek ve anlamak beceremediğimiz şeyler. Anlamayı başardığımızda başlayacak hayat.

- Ya orman?

- Hikâyede Nikaragua’nın adı geçiyor. Bir general ve onun askerlerinin varlığı ironik olarak anlatılıyor. General ormandan hiç ayrılmıyor. Ormanda kıpırdayan ne varsa sıkıyor kurşunu. En çok da rengi başka olanlara... Rengi ağaçların, suyun, taşın renginden başka olanlara sıkıyor, onlar gibi kıpırdamayanlara... Karakter de diyor ki “ama ben kıpırdamak istiyorum, sıkacaklarsa sıksınlar. Anlatabilmek istiyorum, konuşmak istiyorum” diyor. Herkesin kıpırdayan bir şeyler olmak istediği zamanlar olur, olacaktır.


Hayatımızda umutsuzluğa yer yok

Hayatla aran nasıl?

- Kendimi iyi hissediyorum çünkü tiyatro yapıyorum. Bu gezegende huzurlu bir şey varsa o da işini iyi yapmak, sevdiğin işi yapabilmek. Bu kendimiz kadar insanlığı da kurtaracak. Buhranlarımdan öyle çıkıyorum. Çalışmadığım zaman dibe çekiyor hayat beni. “Tiyatro, sinema yapmadan yaşayamam” artistiğinden bahsetmiyorum. Çalışmam lazım, iş yapmam lazım, bu marangozluk da olur, terzilik de. Sürekli yaşamak, biriktirmek zorundayız.

- Ya memleket halleri?

Herkes zırhını oluşturmaya, güçlendirmeye çalışıyor. Boğuluyoruz, nefes alamıyoruz. Bazen nefes alamıyorum, bazen nefes alamayanları seyrediyorum. Bu umut kırıcı ve yaralayıcı. Belki de büyümek acıyla geliyor Türkiye’de. Can simidimiz okumak, yazmak, üretmek. Tek tutunacak dalımız bu. Ne isterdim biliyor musun? Çok isterdim Hrant Dink’in hayatta olmasını, bu oyunu izlemesini sonra da oturup sohbet edebilmeyi. Benciliz, hem de çok bencil. Hayatta olduğumuzun farkında olmamız gerekli. Umutsuzluğa yer yok hayatımızda, bunu hakkımız da yok. Hâlâ görünmeyeni görenler var, inatla. Birileri muhtaçların ellerini de tutuyor. “Biz” ve “onlar” dediğimiz zaman zaten en büyük yanlışla başlamış oluyoruz hayata. “Ama”lı cümleler kurmadan vicdanımızın ve merhametimizin yolunda gitmemiz gerekli.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler