‘Kelimelerin gücünü görmeliyiz’
Özcan Karabulut sekiz yıllık bir sessizliğin ardından “Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati”yle okurla buluştu. Karabulut’la kitabını konuştu
- Yeni öykü kitabınız Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati’ne uzanan edebiyat serüveninizde edebi estetik içinde aktarılan toplumsal ve siyasi arkaplanın hep var olduğunu, bunun yanı sıra bireysel olan arzunun kriz anlarına yer verdiğinizi görüyoruz. Her ikisi için de yazanın sansür duygusundan uzak durması gerekir. Otosansürü aşabildiğinizi düşünüyor musunuz?
İlk yazdığım öyküden son yazdığım öyküye kadar -buna romanım da dâhil-, toplumsal ve siyasi arkaplanı bireysel olan arzunun kriz anlarına edebi bir estetik içinde yer vermeye çalıştığımı söyleyebilirim. Kitaba adını da veren Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati öyküsündeki Muzo karakteri 78 kuşağından ve askerlerin, polislerin öldürülmeleri, Suruç katliamı gibi travma yaratan olaylardan pek çoğumuz gibi etkilenmiş biri. Ama Katya’yı motosikletli delikanlının arkasında ona sarılmış bir halde gördüğünden itibaren, savaş artık Suruç’ta ya da başka yerlerde değil, şeftali bahçesinde ayakta dikilen Muzo’nun içinde sürmektedir. Cehennemin dibi dedikleri yer artık orasıdır. Kitabın ilk öyküsü, “Gece, Bir Otel Odasında” öyküsü Diyarbakır’dan dolayı siyasal olmak zorunda, kimlik ve aidiyet sorunu da öykünün ilgi alanında ister istemez. Sahiden biz kimiz, farklı aidiyet duygularıyla kendimizi nereye ait hissediyoruz? Öykü kapalı bir kadınla gelen bir aşk öyküsü, anlatı boyunca Diyarbakır şehri de tıpkı kapalı kadın gibi bir öykü karakteri olup çıkıyor. Diğer öykülerde olduğu gibi bu öyküde de bedene, suya sabuna dokunulur, arzunun kriz anlarına yer verilir. Yazdıklarımda toplumsal ve siyasi arkaplandan hiç vazgeçmedim; farklı okumalara bağlı olarak, öykülerimin toplumsal meselelere yaptığı siyasi göndermelerle kendince bir tür imgesel tarih çalışmasına girdiğini söylemek mümkün. Bununla birlikte, öykülerimin çok katmanlı yapısı, yan karakterleri, yan temaları, ele aldığı meseleleri düşünüldüğünde, metinlerde arzunun kriz anlarından daha fazlasına yer verildiği görülebilir. Yine de, daha önce yazdıklarım göz önüne alınırsa, Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati’nde arzunun kriz anlarının çok daha belirgin olduğunu ve bir sonraki saatte de sürdüğünü söyleyebilirim. Ülkemizdeki sansür, yazarların yazdıklarını denetlemeye zorluyor. Sansür sadece siyasal otoriteden, onun baskısından, yaratma hak ve özgürlüklerini engellemesinden kaynaklanmaz. Tabular, toplumun genel ahlakı da bir tür sansürdür. Bizde dinsel, cinsel konular birer tabudurlar ve üzerlerinde yazmak kolay değildir. Sadece bu tür sansür değil, insanın ailesi, çoluk çocuğu, kamuda çalışıyor olması da oto-sansüre yol açabilir. Dolayısıyla yazınsal üretimin sadece düşünce ve ifade özgürlüğüne bağlanmasını eksik bulurum. Biz yazarların da kendi kendimize itiraf edemediğimiz korkularımız, tabularımız var. Herhalde en tehlikelisi yazarın kendine uygulayacağı sansür olmalı. Örneğin, günlük tutarken ne kadar özgürüz? Tuttuğumuz günlüklerin bir gün birinin eline geçip okunma ihtimali kendiliğinden bir sansür yaratmaz mı? Günlük tutarken de otosansür yapmaz mıyız? Kelimelerin gücünü görmeliyiz; dolaylı, sanatlı, eksiltilmiş biçimde yazarak otosansürü aşabiliriz.
“ERKEK DÜZ BİR ŞEY”
- “Cin Ziyaretleri”, “Matmazel Bendis”, “Yıldız” ve “Bay Kelimeler” başlıklı öykülerinizi okuduğumuzda, kadını hikâyenin merkezine yerleştirdiğinizi fark ediyoruz. Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati’nde neden çoğunlukla kadınların hikâyelerine odaklanmayı seçtiniz?
- Kadın karakterlerin yadsınmaz biçimde öykülerimin bir parçası olduğunu söyleyebilirim. Kadınlara yazıyorum, kadınlar beni sevsinler diye yazıyorum, diyemem ama kadınsız, kadın karakterin olmadığı bir öykü, bir roman düşünemiyorum. Kaldı ki, “Niçin yazıyorsun?” sorusuna verilecek cevaplardan biri de bu olabilirdi. Bizim edebiyatımızda Karacaoğlan’dan Nâzım Hikmet’e, Cemal Süreya’dan Nedim Gürsel’e, kadın izleğinin temel izleklerden biri olarak işlendiği ve kadının iyi bir “edebi malzeme” olduğu görülüyor. Demek ki kadın benim için de iyi bir “edebi malzeme.” Bireysel ve toplumsal başkaldırıları olan kadınlar, yaşam kurdu ya da yaşam militanı kadınlar beni daha çok ilgilendiriyor. Bu kadınlarda bir parça Emma Goldman, bir parça Tina Modotti, bir parça Milena buluyorum. Serüven, heyecan, aşk ve düşler kadınlarla birlikte geliyor. Tabular onlarla yıkılıyor, yasaklara ve engellere onlarla birlikte baş kaldırıyorsunuz. Kadın erkeğe göre pek çok şeyi daha derinden hisseder, daha derinden yaşar ve sancılı da olsa daha hızlı değişir. Kadınlar bir, iki, üç adım ötesini erkeklerden çok daha iyi görebiliyorlar. Çok yaratıcılar, çok hızlı düşünüp karar verebiliyorlar. Bu beni bir yazar olarak da etkiliyor; kadınların düşünce hızına yetişme arzusu beni heyecanlandırıyor, yaratıcı da kılıyor. Erkek, üzerinde fazla konuşulmayacak kadar düz bir şey. Belki bir tek cinsellikleri üzerine konuşulabilir çünkü cinsellik yediden yetmişe bütün erkeklerin ortak savaş alanı gibi görünüyor. Düzlükten kurtulmak için bir erkeğin yapacağı tek şey, hemcinslerinin tersini yapmasıdır, diyebilirim. Öykülerimdeki erkek karakterlerin yapmaya çalıştığı şeylerden biri de budur. Kitaptaki “Bay Kelimeler” dışındaki öykülerin ben anlatıcıları erkek, diğer karakterlerin neredeyse tamamı kadın.
“ROMANIN ÇEKİM ALANINDAN KURTULMAM KOLAY DEĞİL”
- Türkiye öykücülüğünde öyküler kısalırken romandan sonra sizin öykülerinizin uzadığını görüyoruz. Nedenlerini düşündünüz mü? Bu, yeni bir romanın habercisi mi?
- Saptadığınız gibi bizim öykücülüğümüzde öykülerin boyu kısalırken benimkilerin boyu uzadı. Romandan sonra elimi neye atsam, on-on beş sayfalık öyküler çıktı ortaya.Amida, Eğer Sana Gelemezsem romanını yazdığım yıllarda, yeni bir roman kendini bana duyurmuştu: Bu bir “İstanbul” romanıydı. Hatta bu yeni roman için küçük bir araştırma yapmış, notlar da almıştım. Ama benim ilk roman deneyimim ve çalışma koşullarım bu yeni romana başlamama izin vermedi. Zorunlu olarak öyküler yazacaktım; işte bu koşullarda öyküler yazdım ve yazdığım öykülerin öncekilere göre uzun olduğunu gördüm. Roman yazmış olmamın ve yeni bir romanı düşünmemin bunda payı büyük kanımca. Öyküyle romanı karşılaştıran bazı yazarlarımız uzunluk / kısalık karşıtlığı üzerinde durur. Bence bunun bir önemi yok çünkü kendi payıma öyküyü “melez” bir tür olarak görüyorum. Türler arasına sınırlar koymak eskisi kadar kolay değil. Ben kendi sesimle, kendi bakış açımla, en iyi düzen içinde en iyi kelimeleri bularak öyküler yazmaya çalışıyorum. İkinci sorunuza dönersem: Amida’yı yazmak çileli ve bir o kadar da zevkli bir uğraştı. Öykücüler bana kızmasın; roman yazmak her şeyiyle tam bir yazarlık haliydi, sanki roman yazmak yazarlığa çok yakışan bir tür gibi gelmişti bana. Artık romanın çekim alanından kurtulmam kolay değil, elbette roman yazmak istiyorum. Boyu uzun öyküler, yeni bir romanın habercisi olabilir.
Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati / Özcan Karabulut / Can Yayınları / 136 s.
En Çok Okunan Haberler
- İstanbul'da hissedilen deprem!
- Tel Aviv’i balistik füze ile vurdular
- 'Kanlı Noel' saldırganı hakkında neler biliniyor?
- Yoğun bakımdaki Emre'den acı haber
- Salonu terk ettiler!
- Ukrayna 'bin kilometre' uzaktaki hedefleri vurdu!
- 'Bunu da yaptınız, yazıklar olsun!'
- 'Yaptığınız kötülük hiç unutulmayacak!'
- 'Ekonomist Erdoğan'ı sordu, yanıt İmamoğlu oldu!
- Özlem Gürses'e ev hapsi!