Semih Çelenk’ten “Hurufat”
Semih Çelenk yeni şiir kitabı “Hurufat”la şiirseverlere bir kez daha sesleniyor. Çelenk’in yeni şiirleri hayatın kenarından dolanmıyor, aksine tam ortasına dalıyor; var oluşu eşeliyor, hem şairin hem de şiiri okuyanın kendine ve yaşama yabancılaşmaması gerektiğini söylüyor.
-Hurufat üçüncü şiir kitabınız. Önceliği yüksek sesle okunabilmek gibi görünen bu şiirde, imge yoğunluğu arttıkça belki bu olanağı yitirmemek için mi biçimsel olarak beyit gibi klasik formlara yöneliniyor? Bu dediğim, ilk kitap için olmasa da ikinci kitap “Nacar ile Serkisof’”ta da görülüyor.
- Bunu daha önce hiç düşünmedim ama sanırım nedeni bu olabilir. Evet, büyük ihtimalle aldığım eğitimin ve yaptığım işin tiyatro olduğu düşünülürse, bunun şiir dilimi, söyleyişimi ve şiir tavrımı etkilememesi düşünülemez. Sanıyorum “Nacar ile Serkisof”ta da böyle şiirler çok. Bir de, müziği taşımak gibi bir görevleri de var bu ikiliklerin. Bunun da ötesinde, şiiri söyleyen ozan, aslında “ben” değil de, bir “ozan” karakteri... Masanın üzerine çıkıp şiirini okuyor. Çıkan yüksek sesi, müzikaliteyi ve ritmi de önemsiyor bu yüzden. Bilmiyorum ama kimi zaman “şair” öznenin geçmişteki, arkaik zamanlardaki var oluşuna dair bir özlem olabilir bu. Hayat ile ilişkisiz bir sanatı, inorganik bir şiiri anlamakta zorluk çektiğimi söyleyebilirim. 1992 yılında anneannemin ölümünün ardından ona yazdığım bir şiiri, çoğaltarak mevlide gelenlere dağıtmıştım. Kendi de bir şiir olan “mevlid”de şerbet ya da helva yerine şiir dağıtılmasını kimsenin yadırgamadığını ve üstelik mutlu olduklarını söyleyebilirim.
“ŞAİRİN AYAKLARI SUYA ERER”
- Kitap adları –Redd-i İthal, Nacar ile Serkisof, Hurufat- ya eskil Türkçe ya da açık bir nostaljiye işaret ederken şiir dilinde güncel Türkçe her zaman olmasa da çoğunlukla tercih ediliyor. Bu seçimler şair öznenin tarihselliğe vurgu yapma isteğini mi gösteriyor, yani güncelin aslında tarihin arkasından mı okunmasını istiyor, ya da bir şeylerin değişmediğine mi işaret ediyor?
- “Redd-i İthal”ın temel göndermesi Redd-i İlhak’tır. Vatan’ın İlhak edilmesinin reddini seslendiren slogan ve tavır bugün ithal olanın reddine dönüşüyor kanımca. Bu ithal meselesi sadece “yabancı olan”la tarif edilemez tabii. Zorla gelen, seni yurdundan eden, sana kötülük yapan bir ithalat bu. Çünkü 1980’lerden başlayarak çok fazla Amerikanlaşan yaşantımızda, bize ait olmayan şeylerin fink atmaya başladığını üzüntüyle gördü bizim kuşağımız. Buğdayınızı, pamuğunuzu, mısırınızı, haşhaşınızı yitiriyorsunuz, sonra da elin süprüntüsünü ambalajlanmış olarak lüks marketlerden, fiyakalı tüketiciler olarak alıyorsunuz. Pazardaki fileli insan modeli doyurmadı bizi. Markette arabalı dolaşan fiyakalı insana geçtik. Halbuki o noktayı geçenler tekrar fileye döndü batı uygarlığında. Bu ilk kitabın ismi öyle bir gönderme. “Nacar ile Serkisof” ise insan-zaman ilişkisine kafa yoran şiirlerin ağırlıklı olduğu bir kitaptı ve iki saat markasının adı. Biri benim çocukluğumda sünnette koluma takılan Nacar ve bir diğeri de şimendiferli de denilen Rus Serkisof cep saati… Tıpkı Kerem ile Aslı ya da Romeo ile Juliet gibi zamana ait iki markayı kitabın adına taşıdım. Bunun hikayesi de bu. “Hurufat” ise bildiğiniz gibi harfin çoğulu. Şiir oluşturmak için en küçük yapı taşı harf, harfler… Bunun yanında bir de benim çocukluğuma bir selam yolluyor. Ben küçükken bir tipo matbaada çıraklık yapıyordum. Orada harflerin bulunduğu çekmecenin adı hurufat idi. Harflerle ilk aşkımın başladığı yere bir gönderme. Görüldüğü üzre her birinin de hikâyesi ayrı. Sözcüklerin “eskiliği” meselesine gelince, ben dilde arılaşma ile fakirleşmenin karıştırıldığını düşünüyorum. “Harfler” deyince anlaşılır oluyoruz, evet ama “hurufat” sözcüğüne yazık değil mi? Onun tınısına, ses değerine, taşıdığı hayatlara, çağrışımlara... Bu bir sözcük soykırımı olmaz mı? Benim için bu sözcükleri kullanmak, bahçede biten otu, endüstriyel ürüne tercih etmek gibi. Süper sözcüğü kullanıma girdiğinden beri, olağanüstü, fevkalade, harika, müthiş, mükemmel, muazzam, muhteşem vb. kaç tane sözcüğü unutmuş olduk? Bilmem anlatabildim mi...
- İki yolunuz var: Biçimsel olarak daha klasik tarzı seçtiğiniz bunlardan biri. Yoğun imge ve metafor patlamalarının ardından birden keskin bir argo kendini gösteriyor. Ufunet, ihmalkâr gibi eskil sözcüklerin hemen ardında “kuburu boklu alaturka hela” geliyor. Özellikle kadim bir geçmiş vurgusunun sık yapıldığı bir dönemde olduğumuzu da dikkate alarak soruyorum: Bir büyü bozumu mu hedefleniyor? Ya da şair öznede gerçekleşen bir büyü bozumu mu yansıtılıyor?
- Aslında, ilk olarak imgefuruşluk yapan bir yeni şiire tepki sayabiliriz bunu. İmgelerin havada uçuştuğu ve bir tür imge fetişizmi diyeceğimiz, temelsiz, köksüz, arka arkaya yığılmış imgeler bütünü olan bir şiir türü görüyorum dergilerde. Bu yüzden de belki bir tür “anakronik” denilecek, zaman dışında, naif, romantik bir şiire özlem. Birincil olarak bu. Ama hemen arkasından bunu yazan “uslu çocuk”u ortadan kaldırma hamlesi. Ardından gelen argo, bu romantik şiir dünyasının bozumu. Ya da bir nevi dramatik yanılsamanın epik bir yabancılaştırmayla kırılması. Okuru ya da dinleyiciyi bir seyirci haline getiriyor ve Antik Yunan oyunlarındaki gibi bir gerilim boşalım dizgesini izliyor sanki. Asri hayatımızdan hiç mutlu değilim. Evet, bilgisayar, internet, uçak vb. hayatımızı kolaylaştırdı. Yine de hiçbir teknolojik yenilik “insani değer” bakımından köyde mayalanan yoğurdun ya da pembe domatesin mertebesine, dalında olan hurma zeytinin mertebesine ulaşamaz. Enginarla, ıhlamurla, zeytinle neyi kıyaslayabiliriz? O yüzden hakiki hayatın ögeleri benim için asıldır. Şiirimin dünyası onlarla örülüdür. “Ihlamur Reklamı “diye bir şiirimde şöyle bir dize var. “Kim bir ıhlamur reklamı yapar ki/ Bir şairden başka?”
- Bir yanda bir “iyilik arayışı” var, şair denizle konuşurken eski soruları yineliyor üstelik bin yıllık soruları sorduğunun da farkında, Mango torbalı kızların sınıf atlama hevesine alaycıdan çok hüzünlü gözlerle bakıyor, ısrarla ele alınan sosyal sınıf meselesini “Çok Meşgul Adamlar”da öfkeye dönüşmüş olarak görüyoruz. Bu açıdan bakıldığında ahlak eleştirisi gibi görünüyor şiirler ve mutsuzluğa getirilen açıklama da bu oluyor. Bu bakış açısı biraz kral çıplak demek isteyen, naifliğini korumak isteyen, belki bu yüzden çok da derinleşmeyen bir açı. Şair öznenin bunu seçmesinin nedeni, göreceliğin kabulünün doğruları tanımlamayı zorlaştırması mı, yoksa göreceliliğin devreye girmeden bazı temel doğruların masumiyetini yitirmemiş gözlerle saptanmasını mı umuyor?
- Şiir hem teknik anlamıyla hem de insani bakımdan bir damıtma, damıtılma işidir. Oradaki imge, hayat, duruş, insan, sözcük bir damıtılma, konsantrasyon koridorundan geçmiştir. Tabii ki benim şiirim de bunun farkındadır. Yazanın olamayacağı kadar iyi, saf, özgür, ütopik olabilir şiir. Bir niyetlenme halidir çünkü aynı zamanda. Kurgusal bir gerçeklik. Niyet dünyası. Bir harikalar diyarı. Şiir, kurduğu bu niyet dünyasının üzerine titrer ve bunu bozan çirkinliğe, sınıfsallığa, sömürüye, zulme, budalalığa karşı sesini yükseltir ya da onu şiirin dünyasında cezalandırır. Şiirin şamarıyla tabii. İyiliğin şiddetiyle. Bunu böyle ortaya koyarken kimi zamanda gerçek dünya kendini hissettirir. Şairin ayakları suya erer. O zaman bir umutsuzluk ve hüzün de kaplar şiiri. Ancak bu hüzün terbiye edici, bileyici bir hüzündür. Bu kez mazlumun, iyiliğin sesi daha güçlü yükselir. Naiflik ve derinleşmeme meselesine gelince, şiir yalınlık üzerine bir tefekkür ve bunu kelimelere büründürmedir, kelimelerle seslendirmedir. Tabii ki bahsettiğimiz meselelerin katmanlı, karmaşık, korelasyonlu olduğunu biliyorum. Ancak, şiir sizin de bildiğiniz gibi bunu yalınlıkla anlatma işidir ki bu yalınlık bazen fiziğe, kimyaya, astronomiye, sosyolojiye de yol açıcı olabilir.
“DÜNYANIN EN GÜZEL KAÇAKLARI SANATÇILARDIR”
- Ve tabii böylesi bir tavrın sonucu kaçış: “kaçmak bir meşru müdafaadır çoğu zaman kendinden kendine.” Aslında bir bütün olarak ele alındığında “Hurufat “bir modern entelektüelin iç çelişkilerinin de aynası: O naif bakışı çoktan yitirmiş kişi o. Yitirmemiş gibi davranıyor, doğru olanı yapmak istiyor, ancak bunu sürdürmesi imkânsız, aynaya baktığında hep bir eksik görüyor ve kaçma hakkını saklı tuttuğunu da gizlemiyor bile, kaçtığı yerde yine kendisini bulsa bile. Kaçmak kaçınılmaz mı?
- Dünyanın en güzel kaçakları sanatçılardır. Güzel kaçarız. Güzel vazgeçeriz. Kolayca güçle ve iktidarla ilişkimizi kesebiliriz. Ben şairi bir entellektüel olarak tarif etmeye karşıyım. Şairin en yalın haline, şiirin dorukları Yunus’u, Pir Sultan’ı örnek alalım mesela. Onların hem ozan hem derviş hem de aydın olduklarını görürüz. Ama entelektüel farklı birşey. Bana daha inorganik geliyor. Aydın, mücadeleci, özgürlükçü olmayan bir entelektüel sadece bir malumatfuruştur bence. Dil bilir, ansiklopedik bilgi bilir, farklı meselelerin bağlantılarını, kadim yanlarını bilir. İyi de bu bilgi, insanlık bakımından, özgürlük bakımından bir silaha dönüşmezse ne işe yarar ki? Aziz bey (Nesin) “insanın birincil görevi yeryüzüne iyi bir gübre olmaktır”derdi. Ben burada bahsettiğim türden entelektüellerin “iyi gübre” de olamayacak türden inorganik olduklarını düşünüyorum. Kaçış derken, ben kaçışı olumsuz bir anlamda kullanmıyorum. Kaçış bir geri çekilme ve mevcut gücü korumadır. Bazen mesele, boyunuzu aştığında bir adım geri çekilirsiniz. O hercümerç içinde kaybolmak istemezsiniz. Böyle söylediğime bakmayın. Bu çok bilinçli bir tavır değildir. İçten gelir. Bir tefekkür ve soluklanma aralığıdır bu kaçış. Bir mücadele biçimidir. Sıvışmak, sinmek, pısmak, dönmek, yok olmak vb. ile karıştırmamalı. Kaçmak, o an için o paradigma içinde, o oyun içinde bulunmayı reddetmektir. Bir derviş sessizliğidir. Başka bir halde bulunma isteğidir. Dolayısıyla da burada “kaçmak” sözcüğü bir yanıyla ironiktir.
- Son üç şiirse küllerle ve ölümle bitiyor. Küllerle ilgili her iki metaforda da aşk iması var. Şair özne bu kaçışların ve eksiklerin azabından aşkla yanıp ölerek arınmayı mı umuyor? Özellikle son şiirdeki kendini iyileştiremeyen doktor, bulunamayan pozitif kan üzerinden soruyorum bunu.
- Var oluşa ait kadim ve cevapsız sorular bunlar. Bizden evvel bu dünyadan gelip göçenler gibi biz de soruyor ve cevap veremiyoruz. İyi ki de veremiyoruz. Bu cevap verememe hali, bu açmazlar bu savrulmalar, gidiş-gelişler şiiri ya da tüm sanatları yaratıyor. İnsanın paradoksu şu, bir yandan bu derinliği, tefekkürü bu ölümlü olma halinden alıyor öte yandan ise kendini Nesimi’yle “enel hak” diye tarif eden bu olağanüstü var oluş, bu müthiş varlık Shakespeare’in dediği gibi bir “toz zerresi”ne dönüşmeyle sonlanıveriyor. Bir isyan duygusu ve aynı zamanda muazzam bir zenginliğe kaynaklık eden bir çelişki. Ezel ebed şiir, edebiyat buradan almıyor mu kaynağını? Aşk’a gelince... Aşk insanın yeryüzünde yaşadığı en damıtılmış ve yoğun hal. Bu damıtılma hali şiire de çok akraba duruyor bu yüzden. Aşıkların şiir yazması ve şairlerin hep aşk halinde olması bu ruh hallerinin akrabalığından olsa gerek. Evet, aşk metaforik olarak bir yanma ve bir dönüşümdür. İnsan dediğimiz bu yaratığın yanması, tutuşması, aşk hali, evrenle vecdi bedenin küle dönmesiyle sonlanır. Bulunamayan kan, iyileştirmeyen doktor, yaşantının faniliğine vurgu yapıyor. Yani kan bulunsa ve doktor iyileştirse de anladığımız anlamıyla ölümsüzlük beyhude bir çaba değil mi? Bu yüzden şair, zamanla ve yeryüzüyle, var oluşla ilişkiyi en iyi çözen adamdır. İnsanın dili tutulduğunda hemen önceden yazılmış bir şiire sarılması bundandır. Şiiri, insanlığın damıtılmış bir özeti saysak yeridir. Bundan dolayı da şiir, en tehlikeli sularda en korkusuzca gezmeyi başaran bir cengaverdir. Yine de, kimi zaman hayatın sanatın, şiirin önünden gittiği zamanlar olur tarihin içinde. Sanki bugünler de biraz öyle. Biz bu söyleşiyi yaptığımız günlerde, bir devrim kelebeği geziyor topraklarımızın üzerinde. Kötülük, zorbalıkla iyilik arasında büyük bir yarılma yaşanıyor. Bu yarılmada bir park içinde küçük bir ülke kuruluyor. Sevinç gözyaşlarıyla izlenebilecek şeyler oluyor. Bundan on beş yıl kadar önce “güzel bir bahçe olsa” diye bir metin yazmıştım. Taksim Gezi gibi bir bahçe, bir park tarif etmişim. Bunun için o kadar sevinçliyim ki. Hayatın içinde masalsı anlamda bir iyiliğin cisimleşmesi, vücud bulması, büyük bir yapıt yazmak kadar mutlu ediyor insanı. Şiirin yaşamdan kopuk olmaması gereğini savunurken yaşamın her gün şiir, müzik, mizah yaratan bir yere dönüşmesi belki de şairin, yazarın içinde bulunduğu yabancılaşma haline büyük bir şamar vuracaktır. Hayatın sopası yok. Hepimizin sevinci ve gülmesi daim olsun. n
Semih Çelenk, “Aşk’a gelince... Aşk insanın yeryüzünde yaşadığı en damıtılmış ve yoğun hal. Bu damıtılma hali şiire de çok akraba duruyor bu yüzden. Aşıkların şiir yazması ve şairlerin hep aşk halinde olması bu ruh hallerinin akrabalığından olsa gerek. Evet, aşk metaforik olarak bir yanma ve bir dönüşümdür. İnsan dediğimiz bu yaratığın yanması, tutuşması, aşk hali, evrenle vecdi bedenin küle dönmesiyle sonlanır. Bu yüzden şair, zamanla ve yeryüzüyle, var oluşla ilişkiyi en iyi çözen adamdır.” diyor.
En Çok Okunan Haberler
- Türkiye'nin en ünlü tekstil devi kapandı
- Soğuk havada TIR kuyruğu 30 kilometreyi geçti
- Muğla'da helikopter kazası: 4 kişi öldü!
- CHP'den Erdoğan'a sert yanıt!
- ‘Binadan çıkamıyorum, bu çaresizliğe...'
- Öğrencisinin Suriye'de Bakan olduğunu öğrendi
- Evini kiraya verecekler için geri sayım
- Volkan Demirel'den Şenol Güneş'e sert sözler
- Fidan ve Colani yeni dönemi açıkladı
- 'Su sorununu çözmek, DSİ'nin görevi değil'