Dünya tarihi uygarlık tarihi değildir!
Bir kişinin yaşamı için binlerce cilt yazılan bu dünyada, insanlık tarihi yazmakla bitmez. Uygarlık konusu bu tarihin en gözde ve uzun bölümüdür. Ne var ki birbirlerini hayvanlardan daha kanlı ve sürekli geliştirilen tekniklerle öldüren insanlar daha uygar olmadılar.
İnsanların tarihlerini yazmaya başladıkları çağda dünyanın bütün nüfusu, 20. yüzyıl savaşlarında öldürülen insanların sayısından daha azdı. Uygarlığı tanımladık. Ama uygar olamadık. Uygar olan insanlar orada burada var.
Tarihte başlıca insan gruplarının eriştikleri uygarlık adı verilen teknik, spiritüel ve teknolojik gelişmenin birkaç tepe noktası var: Mezopotamya ve Mısır’ı (İ. Ö. 4000- 500) izleyen Yunan yükseltisi ve ardılları (İ.Ö. 600-İ.S. 400), Çin yükseltisi ve daha sınırlı bir Hint yükseltisi (İ.Ö. 500 ile İ.S. 800); Yakın ve Ortadoğu’da İslam yükseltisi, diğer adı ile Abbasi Rönesansı (İ.S. 1000- 1200); Avrupa yükseltisi ve ardılları (İ.S. 1500 den bu yana).
Bu aşamalar toplumların coğrafi sınırlar içinde bütünleşmeleri, kentleşmeleri, ortak dillerinin ve teknolojilerinin gelişme süreciyle örtüşür.
İlk yoğunlaşma İndus ile Nil arasında, İkincisi Çin ve Hint’te, Avrupa ve dünya için en etkilisi Kuzey Ege ve Akdeniz’de. En büyük yükseliş Avrupa’da olmuştur.
UYGARLAŞMADA ZORLUKLAR
İnsanoğlu, örgütlü ve teknolojik olarak ileri düzeyde olsa da, kendi cinsini yok ettiği sürece, uygar olmakta zorluk çekiyor. Doğa ve diğer canlılarla (kendimizi de içeren) mücadelemizde, kan dökücü bir tür olarak sivriliyoruz.
Uygarlık tarihi bu iki temel etkinlik üzerine kurulu bu serüveni anlatır: İlki insanın yaşamını fiziksel olarak uzatmak için ürettiği düşünceler, araçlar ve örgütlenmeler; İkincisi diğer insanları yoketme içgüdüsünün taştan, sapandan atom bombasına kadar uzanan gelişimi ve savaş ve silah bağlamında kurduğu örgütlenmeler.
Tarihin içeriği bir yanda savaş ve fetihler, öte yanda düşünceler, keşifler, üretilen araçlar ve insanların davranışlarını akılla (beynin neokorteksinin etkinliği) kontrol eden toplumsal kurallar üzerine kuruluyor . Biz şiir yazıp, resim yapıp, musiki besteleyerek, dünyayı inceleyip öğrenerek ve sözde insanın varlığına saygı göstererek uygar boyutumuzu tanımlıyoruz. Fakat bu örgütlü ya da yalnız olarak, öteki insanları kurtlar gibi öldürmemize engel olamıyor. Gündüz insan, gece kurt! Hepsinin arkasında ilkel ideolojiler var.
GEOMETRİK ARTIŞ
Bugün yaşamımızı sürdürmek için zorluk çekiyoruz. Yerküre büyümüyor. Fakat nüfusu geometrik olarak artıyor. Bu durumun karanlık bir gelecek hazırladığını, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarını gördükten sonra, insanlar anladılar. Yazarlar, düşünürler ve bilim adamları tehlike çanları çalmaya başladılar. Fakat bilim ve teknolojinin kurtarıcılığına inanmaya devam etsek de insanlığın endişesi giderek artıyor.
‘The Club of Rome’ kamuoyunu uyarıcı kuruluşların en ciddi ve eskilerinden biridir. 1977 yılında ‘The Goals of Humanity’ (İnsanlığın Amaçları) adlı bir rapor yayınlamıştı. (Dutton, New York, 1977). Rapor bundan 50 yıl önce bilge insanlar ve bilim adamlarının dünya toplumlarına önerdikleri davranışları kısaca özetler, eğilimler ve tehlikeleri vurgular. Bu değerlendirmede Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu neredeyse aynen anlatan gerçekler var.
Club of Rome’un raporunda saptadığı sorunlar içinde bugün bizim ülkedeki kargaşayı haber veren sorunların bazıları şunlar:
BÜYÜMENİN LİMİTLERİ
Dünya ekonomisi sürekli büyüsün mü yoksa bunun bir limiti var mı? Sorun önce nasıl büyüyeceğini saptamak. Sonra hangi amaçla büyüyecek? Ekonomi kendini büyütmek için büyürse bu, her zaman, insanlığın amacına uygun düşmüyor.
Peki, insanlığın amacı nedir? Müteahhitlerin her yere gökdelen yapması, ya da buldukları her maden için doğayı delik deşik etmeleri değil! ‘Ekonomi insanlığın amaçlarına hizmet ettiği oranda yararlıdır’ der Roma Klubü’nün raporu.
Bir kentin boyuna büyümesi gerekli mi? İnsanın daha iyi bir ortamda yaşamasını mı sağlıyor? Hava kirliliği, trafik kaosu, topluma kaybettirdiği enerji, zaman ve yarattığı gerginlik, neden olduğu insan kaybı, insanlıktan çıkmış, yozlaşmış, insanlara eşya gibi, hatta bindikleri otomobillerden daha az acıyarak bakan bir bürokrasi.
CUMHURİYET NEDEN BU DURUMA DÜŞTÜ?
Tarihimizde ilk yapılacak gözlem, Osmanlı toplumunun 12. yüzyılda İslamın yarattığı uygarlık atılımını izlememesidir. İslam dünyasının diğer ülkeleri de bu davranışı bizimle paylaşıyor. Onun için de bir sömürge görüntüsü veriyorlar.
İkinci gözlem, 15. yüzyılda Osmanlının Avrupa Rönesans akımına katılmamasıdır. Üçüncü gözlem, çağdaş dünyanın önde gelen toplumlarının uygarlık standartlarını Cumhuriyetin mirasını da yadsıyarak, dışlamaktır.
Bunun sonucu çağdaş teknolojiyi yaratacak örgütlenmeyi ve eğitimi gerçekleştirememek teknolojide geri kalmak.
Türk insanının genelde soyut tartışmaları sevmediği ve izlemediği kanısında olduğum için -aklı ermiyor, demiyorum- hepimizin yaşadığı günlük yaşam deneylerini, yaşamsal kargaşanın ciddiyetini sergilemek için yineleyeceğim:
İnsanlar otomobil icat ettiler. Biz kentleri otomobile feda ettik. Türkiye’de kent terbiye edilmemiş vahşi atlara benziyor. Trafik bu hastalığın temel semptomudur. Kayseri’den İstanbul’a bir saatte gelip, evinize üç saatte gidiyorsunuz. İzmir-İstanbul bir saat, Hava alanı- Beşiktaş iki saat . Bu bir gelişmemişlik kanıtıdır. İstanbul ulaşımının ülkeye neye ve kaça mal olduğunu öğrenmekten korkuyorum.
Bütün ülke yaşamını dağıttığımızı, iklimsel tehlike kapıda iken fiziksel çevreyi kirlettiğimizi, birbirimizi de, açgözlülük yüzünden, acımazsızca soyup yok ettiğimizi bir dehşet filmi olarak güncel olaylarda seyrediyoruz.
DRAMIN EN BÜYÜK SAHNESİ TÜRKİYE
Sevgili okuyucular,
Açlık ve kötülük içeren, milyonlarca insanın ülkelerinden, hayvanlar gibi, ölüm tehlikesi taşıyan göçlerle yollara düştüğü bir dram tarihte var mı? Bu çağdaş dramın en büyük sahnesi neresi? Türkiye. Bunu televizyon serisi gibi seyreden bir insanlık uygar sayılabilir mi?
Yapılan yollar, tüneller, köprülerin sayısı, bunların kimlerin cebine gittiği belli olmayan parasal yükü, yürünmesi olanaksız kaldırımlar, her tarafı otomobil parkı olmuş bir kent, nefes alınması hasta eden bir hava, tahammül edilmez bir gürültünün sersem eden ortamı bir uygarlık görüntüsü müdür?
Ekonominin kullandığı adam başına ulusal gelir, sanayi üretimi, uluslararası ticaret endekslerinin, şişirilmiş yalanlar olmaları bir yana, halkın durumunu anlatan bir içerikleri yok. Yıllık adam başına gelirin %30’u nüfusun yüzde biri tarafından cebe indiriliyorsa, bu sayıların halkın toplumun ekonomik yaşam düzeyini anlatması söz konusu değil. Büyüme endeksleri ne insanların daha refah içinde, daha sağlıklı yaşadığını, ne adalete ve insan haklarına saygı duyulduğunu, ne de gençlerin daha iyi eğitildiğini yansıtan veriler değil.
Bugün 200’ü geçen üniversite sayısı Cumhuriyetin başında sadece İstanbul’da olan iki üniversitenin yetiştirdiği öğrenci niteliğinde öğrenci yetiştiremiyor. Politik amaçlarla değiştirilen programlarla, ilk okullardan liselere, öğretmen okullarına ve meslek okullarına uzanan bir öğretim ve eğitim çöküntüsü var.
Sayısı milyonlara varmış öğrencilerin gereksinimlerini karşılayacak yetişmiş öğretmen sayısının azlığı nedeniyle, ülkenin sorunlarına yanıt arayacak bilinçli insan yetiştiremiyoruz. Diploma veriyoruz. Bilgisiz diplomalı, politika uşağı adayıdır.
Dünya tarihinde sayının gerçeği anlatmak yerine aldatmak için kullanıldığı bu denli yalancı bir dönem yaşanmadı. Bu sadece Türkiye’ye özgü değil. Bu kadar kalabalık nüfusun tüketim sorunlarını, tek amacı paraya dönük bir yaşam perspektifinde çözecek bir sistem olamaz. Evrensel Kapitalizm’in teklemesi de sayılar arasında boğulmasından kaynaklanıyor. Türkiye’nin uygar amaçları sisler içinde kaybolmuş.
En Çok Okunan Haberler
- Kanal D'den flaş 'Annem Ankara' kararı
- Gözaltına alınan Kadir İpek hakkında yeni gelişme
- Nedir bu Emevi Camisi takıntısı?
- 'Senin ne kadar acınacak bir hale geldiğinin...'
- 'Asgari ücret' tepkisi nedeniyle tutuklandı
- Boykot çağrısı yaptı!
- Suriye’de Aleviler sokağa çıktı
- Emekli ve memura ne kadar zam yapılacak?
- Müebbet hapse çarptırılan 31 er tahliye edildi
- Davutoğlu'nun 'hazırım' çıkışına yanıt verdi