Balyoz kumpası mağdurlarının çocukları anlatıyor: Gün geldi parasızlıktan minibüse binemedik
Paraları yetmediği için minibüse binemedikleri de oldu, harçlığını test kitabı almak için biriktirmek zorunda kalan da... Bale gösterisinde gözü hep seyircilerin arasında babasını arayan da... Çocukluğuna Balyoz inenler anlatmaya devam ediyor. Bugün Benan ve Eylül ile birlikteyiz: “Biz bunları neden yaşadık?”
İpek ÖzbeyBenan 24 yaşında. Babası emekli Kurmay Albay Koray Eryaşa, Balyoz kumpası yüzünden 40 ay yatmak üzere hapse girdiğinde Benan 14’ündeydi. Üstelik doğum günüydü. O gün okullar açılmıştı. Başarılı bir puanla kazandığı yeni okuluna başlayacaktı. Anlatıyor o günleri: “Okulu kazandığım için çok mutlu olmam gerekiyordu. Ancak birkaç gün önce babamın yemek yememeye başladığını görmüş, neşem kaçmıştı. Sonradan duydum ki babam tutuklanacakmış. 14 yaşındayım, algılayamıyorum da. Liseye başlayacağım gündü. Annem biriyle telefonda konuşurken ağlıyordu, o an ‘Bitti’ dedim. Bitmişti sahiden: Okula başladığım gün giden babam, mezun olduğumda geri döndü.” İlk zamanlar çok da anlamamış başlarına geleni. Öyle ya; bir denizci ailesi olarak babasının tatbikatta olmasına alışıktı. Sanki babası tekrar tatbikata gitmişti ve gelecekti! Ablası Malezya’daydı. Ona uzun süre söylemediler. Hatta baba Koray Eryaşa, onu cezaevinden arıyor, ama dışarıdan aradığını söylüyordu.
‘AĞLAMA KIZ, YÜRÜRÜZ!’
Benan günler geçtikçe anlamaya başlamıştı. Babası tatbikatta değildi. Çok sarsılmışlardı ailece, ama güçlü anne yıkılmalarını önledi. Bakın Benan o günleri nasıl hatırlıyor: “Bizden çok şey alındı. Babamız alındı, mental sağlığımız alındı, paramız alındı, her şeyimiz alındı. Elimizde kalan tek şey aile bağımızdı. Bazen onu bile zorladılar. O kadar depresyondaydım ki anneyle kızı arasında olmaması gereken kavgalar başladı. Paramız çıkışmadığı için dolmuşa binemediğimizde annem ağlama krizine girince, ‘Aaaaa neden ağlıyorsun kız, yürüyüş yaparız’ diyerek espriye vurduğumu, tepeye tırmandığımızı hatırlıyorum. Bunu 14 yaşındaki bir kıza yaşatmamaları gerekiyordu.”
Çok zor durumda bırakıldıklarını söylüyor: “Bazı insanların durumu çok iyiydi ama doğrusu bizimki o kadar iyi değildi. Öğlen arkadaşlarım yemeğe çıkardı, o bir saatlik süreden nefret ederdim, çünkü ben sınıfta oturup beklemek zorundaydım. Harçlığımı yemeğe vermek istemiyordum, çünkü o parayı biriktirip test kitabı alacaktım. Bu olgunluğu hiç bu kadar erken yaşamamam gerekiyordu ama maalesef yaşadım işte. Bakın ben tüm imkânsızlıklara rağmen buraya geldim, Almanca kursumdan gelen 50 kişiydik ve bir tek ben kaldım. Çok çalıştım, çok güçlüydüm, o kadar güçlü olmasaydım kendimi öldürebilirdim. Çok kötü bir durumdaydık.”
14 YAŞINDA, 22 GİBİ...
Haksızlığa tahammül edemeyen, hırçın biri olmuş sonunda: “Erken büyümek zorunda kaldım. Arkadaşlarım eğlenirken ben evde oturuyordum. Annem bana 5 lira veriyordu, o dönemde kantinden iki günlük yemek alacağınız para, ben bir hafta kullanıyordum. Ama arkadaşlarım çok iyiydi. Hatta hepsi şimdi nasıl değiştiğimi görüyor, Geçmişte o kadar agresiftim ki... Evde erkek yok, her şeyi ben tamir ediyorum. Annem üzülmesin diye daha hassas davranıyordum. Bir noktada bencilce bir konuşma olacak belki ama bizim yaşımızdakiler bence bu olayı daha ağır atlattı. Ergenlik dönemindesiniz ve babanız elinizden alınıyor. 14 yaşındaydım ve 22 yaşında gibi davranmaya başlamıştım.”
NE GEREK VARDI Kİ?
Babası eve döndüğünde neler hissettiğini anlatırken o çok sevdiği, kötü günlerinde sarılıp teselli bulduğu kedisiyle bir anısını da anlatıyor: “Kedimin adı Serseri. İkimiz de başak burcuyuz ve onu çok seviyorum. Dört yıl sonra babam geldiğinde şöyle bir durum yaşadım: Evde bir erkek var. Utanmıştım başta. Kahvaltı masasına gitmek üzere odamdan çıkıyorum, Serseri kapıdan bakıyor, ben de eğilip baktım, babam orada, Serseri ona kaçamak bakış atıyor, göz göze geldik... Çünkü evde erkek olmasına alışık değiliz.”
Peki, babasında bir değişiklik var mıydı?
“Bana yansıtmadı ama bu, babamın kalbinin kırık olmadığını göstermiyor. İyi bir baba olduğu için bana hissettirmedi. İşini elinden aldılar, özgürlüklerini aldılar. Nasıl kalpleri kırık olmasın.”
“Geçmişe baktığında neyi affetmezsin?” diye soruyorum: “O dönemde çok yakınımızdaki insanların bizi sırtımızdan vurduğu oldu. Çok yakın arkadaşlarım dahil... Ama affetmeyeceğim kimse yok, affetmezsem devam edemem. Ben ilerlemek istiyorum ama unutmayacağım: Küçücük bir çocuğa nefret cümleleri kurduranları unutmayacağım.” Yaşadıkları karakterini değiştirmiş:” Mesela Avrupa’da bazen ırkçılığa maruz kalıyorum. O zaman gürlemediğim insan kalmıyor. Tek başıma dekana bağırıyorum. Hele benim yanımda birine zorbalık yapılsın, travma etkisi olarak bağırmaya başlıyorum. Kimsenin hakkı yensin istemiyorum.”
Şimdi Viyana’da mimarlık okuyor. Bu görüşmeyi Zoom üzerinden yaptık. “Dönmeyi düşünüyor musun” diye soruyorum, işte cevabı: “Mimari açıdan, Türkiye’ye dönüp öğrendiklerimi uygulamayı çok istiyorum. Ancak benim düşünce tarzımın şu anda Türkiye’ye uyacağını sanmıyorum. Daha lisede bile uymuyorken, bugün öğrendiklerimi asla Türkiye’de uygulayamam. Biz muazzam olan eski binalarımızı neden yıktık, kimliğimizi neden koruyamadık? Eski İzmir evleri diye arama motoruna yazıyorum, bir iki fotoğraf ancak bulabiliyorum. Bizim ülkemizdeki eğitim sistemi benim gibi insanları cezalandırıyor.”
Peki kafasında “Neden bunları yaşadık” diye bir soru var mı?
O, soruyu değiştiriyor, “Ne gerek vardı ki” diyor daha çok: “Ailemde kimse suç işlememişken ben niye hapishanenin içini öğrenmek zorunda kaldım? Ben niye etüt yerine cezaevine gitmek zorunda kaldım? Arkadaşlarım hamburgerciye giderken ben niye acaba evde paramız var mı diye düşünmek zorunda kaldım? Biz bunları neden yaşadık?”
İnsanın içini yakıp geçen sorular bunlar... Sahi Benan bunları neden yaşadı?
MÜZİK ZEVKİNİN TEMELİ CEZAEVİNDE ATILDI
Babası emekli Deniz Kurmay Albay Mücahit Erakyol, Kafes ve Balyoz davasından 4.5 yıl yatmak üzere cezaevine gittiğinde Eylül henüz beş yaşındaydı. Daha babasının tutuklandığını hatırlamayacak kadar küçüktü yani. İlkokula başladığında bir akrabaları ağzından kaçırmış, annesi ona anlatmak durumunda kalmış. O zamana kadar babasını Afganistan’da görevde sanıyordu. Hatta bir gün gelmediğini görünce bir akrabasına babasının öldüğünü söyleyivermişti.
“İçimde haksızlığa karşı büyük bir öfke birikmeye başlamıştı” diyor Eylül. Nasıl olmasın ki?
O kabus günleri anlatıyor: “9 yaşındaydım. Bir pazar sabahıydı, uyandım. İçeriden bir adam sesi geliyordu, şoke olmuştum. Babam zannettim. O kadar heyecanlandım ki kalbim küt küt atıyordu. Hızlı hızlı giyindim, içeri koştum. Bir baktım ses televizyondandı. Annem kahvaltı hazırlamıştı, masada tek başınaydı. Hayal kırıklığımı çok net hatırlıyorum.”
CEZAEVİNDE ROCK MÜZİK
Küçücük bir kız çocuğunun hayal kırıklığı...
Babası İstanbul’daki cezaevindeyken ayda bir gün görüşüyorlardı. Son bir senede İzmir’e nakil olmuştu; o zaman haftada bir gün görmeye başladı. Çocukluk anılarında hep cezaevi var, anlatıyor: “Görüşe gittiğimiz yerde masalar vardı, etrafta askerler geziniyordu. Süremiz çok kısıtlıydı: 40 dakika. Annem ona yemek götürmek istiyordu. Gizli gizli içeri sokmaya çalışıyor ama yakalanıyor, sonunda da sokamıyorduk. Babam gazeteleri kesip bir şeyler yapıyordu, ben gittiğimde oynuyorduk. Bir de MP3 çalar almıştı. İçinde müzik vardı. Cezaevine gittiğimde bana müzik dinletiyordu.”
Baba-kız rock müzik dinliyor; Eylül’ün müzik zevkinin temelleri de cezaevinde atılıyor. Öyle ki şu anda basgitar çalıyor, söz yazıyor, şarkı söylüyor, rock müzik yapıyor. Okulda grupları bile olmuş.
O zamanlar da ortada büyük bir haksızlık olduğunun farkındaydı. Diyor ki: “Bütün arkadaşlarımın anne babaları okula gelirdi, benim babam gelmiyordu. On bir yıl bale yaptım. 4.5 yıl babam gösterilerimi izleyemedi, gözüm onu arardı. Hep annemle ikimizdik. Benimle yaşıt kuzenim var. Onun babası da asker, ama emekli olmuştu. ‘Benim babam son anda kurtuldu ancak Eylül’ün babası yok’ diyordu, ona üzülmüştüm. Annem de çalıştığı için bazı şeyleri tek başına yapmak zorunda kalıyordum. Annemin mutsuzluğunu da hissediyordum. Bu durumu kafaya takıyordum. Şu anda bana ya da başkasına yapılsın, fark etmez, en küçük bir iftirayı kaldıramıyorum.”
ACINMASI GEREKEN KİŞİ!
Kenara çekilip tek başına “Bunu hak ettik mi, biz ne yaptık” diye ağladığı zamanlar oldu. Ama bir yandan da annesine destek olmaya çalışıyordu. Üzüntülerini dışarı vurmamaya çalışıyorlardı: “Annemdeki kırgınlığı, kendimdeki öfkeyi fark ettiğim için belki de bilmiyorum, üniversitede psikoloji okumak istiyorum.” 2018’de dershaneye gidiyor Eylül, bir grup yaşıtı ismini Google’da aratıyor, ailesiyle ilgili yazılanları okuyorlar. İşte üzüldüğü bir an daha: “Birdenbire acınması gereken bir kişiymişim gibi davrandılar bana. Açıkladım onlara da ama neden bunları konuşmak zorunda kaldık ki bizim babamız suçlu değildi sonuçta...”
Bir gün bahçede arkadaşlarıyla oynuyorken annesi yanına gelmiş koşarak, “Haydi Eylül, baban çıkıyor, onu almaya gidiyoruz” demiş.. Arabayı kurdelelerle süslemişler. Cezaevinin önü çok kalabalık, herkesin elinde bayrak, heyecanla bekliyormuş. Ve mutlu son...
Babası çıktığından beri ailesiyle hiç ayrılmadan mutlu yaşıyor.
Üniversiteye hazırlanıyor, Türkiye’de okuyacak, “Dövizin durumu malum” diyor. Sonra yüksek lisans için yurtdışına gitmek istiyor. Gönlü geleceğini burada, ülkesinde kurmak istiyor ama güven duygusunun zedelendiğini söylüyor. “Son dönemde de görüyoruz, haksız yere birçok insan hapse atılıyor. İnsanın kendi ülkesinde kendini güvende hissetmemesi çok kötü bir şey” diyor...
Bu çocuklar kısacık bir ömre sığdırılan upuzun bir hayatta bedel ödemiş, hâlâ da ödüyor. Peki, niye kimseye fatura çıkmıyor?
Fidanları kırmayalım, budamayalım! Ve dileriz ki başta “Balyoz’la erken büyüyen çocuklar” olmak üzere hiçbir yavrumuz haksızlık, hukuksuzlukla yetişmesin, yaşamasın, geleceğe umutla baksın...