Uzmanlar, 10 Kasım'da '6 Ok'u anlattı... 'Anmak değil anlamak: Çünkü Atatürk bir fikirdir'

Aramızdan ayrılışının 84. yılında uzmanlar, '6 Ok'u, Ulu Önder'in tabiriyle 'Kemalizm prensipleri'ni Cumhuriyet'e anlattı.

Çağdaş Bayraktar

“İki Mustafa Kemal vardır” demişti ulu önder: “Biri ben, et ve kemik geçici Mustafa Kemal. İkinci Mustafa Kemal, onu ‘ben’ kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur.” 

Onun “naçiz vücudunun toprak olmasının” 84. yıldönümünde, en büyük eserim dediği Cumhuriyetin “ilelebet payidar” olması, onu anlamak ve fikirlerine sahip çıkmakla mümkün. Çünkü “büyük ölülere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir.” 

CUMHURİYETÇİLİK 

DOÇ. DR. REZZAN ÜNALP

“Atatürk önderliğini; ulusal bir toplum anlayışı, anavatan, ulusal egemenlik ve bağımsız devlet temaları ile saptadı” diyen Doç. Dr. Rezzan Ünalp, ulu önderin Cumhuriyeti ulusal egemenlik kavramına dayanarak demokrasi temeline oturtmayı amaçladığını söyledi. 

Cumhuriyeti sadece yönetenlerin seçimle belirlendiği bir devlet biçimi, rejim olarak algılamanın yanlış olacağına da dikkat çeken Ünalp, “Cumhuriyetin, eşitliğe dayalı bir yönetim biçimi olan demokrasinin ön koşulu olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye için de demokrasiyi yaratan Cumhuriyet olmuştur. Bu nedenle Cumhuriyetçilik; ulusal egemenliğin asla kimseye emanet edilemeyeceğini, devredilemeyeceğini ve vazgeçilemeyeceğini öngörür. Bu nedenle bir ulusu oluşturan bireylerin siyasi ve sosyal eğitiminde, vatan sevgisinde noksan varsa öyle bir ulusun egemenliğini gerektiği derecede kuvvetle elinde tutamayacağı kesindir. Bu bakımdan ulusal egemenliği yaşatmada vatandaşların gerekli nitelikte yetiştirilmesi önem taşır” dedi. 

“Tarih bize, yurttaş olma bilinci ile demokrasiye doğru ilerleyiş arasında da esaslı bir bağlantı bulunduğunu gösterir” diyen Ünalp, “Atatürk binlerce yılın birikimini içinde barındıran Anadolu da bir ulus devlet kurarken, bu devletin kimliğini ulusal bir kimliğe oturturken "Türk" adının belirlenmesi hem tarihsel ve hem de bilimsel bilgi birikiminin bir sonucuydu. İşgalcilere karşı Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı yürütürken kendi ulusal kimliği ile mücadele etmiştir. Türk kimliği ile ayakta kalabilen Türk Ulusu, siyasal bir örgütlenmeye giderken Türkiye Cumhuriyeti Devleti adını aldı. Atatürk'ün kurucusu olduğu bu devlet, aynı zamanda anayasal bir yapıda ortaya çıktığı için bir hukuk devleti niteliği taşıyordu” ifadelerini kullandı. 

MİLLİYETÇİLİK

PROF. DR. HAKKI UYAR

Atatürk’ün milliyetçilik anlayışının iki önemli temele dayandığına dikkat çeken Prof. Dr. Hakkı Uyar, bu iki dayanağın tam bağımsızlık ve çağdaşlık olduğunu söyledi. “O, Milliyetçiliği bir kültür, bir uygarlık savaşı olarak görmekteydi. Ümmetten millet, kul ve tebaadan birey ve vatandaş yaratmanın peşindeydi” diyen Uyar, Milliyetçiliği laik bir kimliğe büründürmek, ümmet bilincinden toplumu arındırmanın çabasındaydı. Milliyetçilik anlayışı Alman tipi bir milliyetçilik (ırkçı) değildi. Fransız tipi bir milliyetçilik (kültür) idi” dedi. Uyar, Atatürk’ün ulusal Türk kimliğine bakışını şöyle açıkladı:

“1924 Anayasası ve bu anayasa üzerine yapılan tartışmalar Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik temeller üzerine kurulduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Aslında Türklük kavramına yüklenilen içeriğin 1876 Anayasası’nda tanımlanan Osmanlılık kavramından (madde 8) farklı olmadığı dikkat çekicidir. Nitekim sonraki yıllarda da Atatürk’ün yaptığı iki tanım, resmi milliyetçiliğin etnik ve dinsel kimliğe dayanmadığının açık bir göstergesidir. 

1925’te ‘Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ tanımı ile 1930’daki ‘Millet, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasal ve sosyal bir topluluktur’ tanımı bu anayasal ve tarihsel arka planın ürünüdür.

Etnik kimlikleri reddetmeyen, ancak bu kimlikleri ortak kimliğe, Türk kimliğe entegre olmasını isteyen, asimilasyoncu olmayan bir milliyetçilik anlayışını benimsemişti Atatürk. barışçı ve ilerici milliyetçilik/ulusçuluk anlayışı, çağdaşlaştırıcı kimliği ile hem tüm zamanların ve hem de sadece Türk milletinin değil tüm insanlığın pusulası, deniz feneri olmaya devam edecektir.”

HALKÇILIK

DOÇ. DR. MEHMET EMİN ELMACI

Atatürk için ulus egemenliği kadar önemli olan kavramlardan birisinin de Halkçılık olduğunu söyleyen Doç. Dr. Mehmet Emin Elmacı, Atatürk’ün en başından beri kafasında bu fikri uygulamaya başladığını, TBMM’nin açılışından beş ay sonra Meclis’e sunduğu bir programın adının da bu nedenle “Halkçılık” olduğunu söyledi. “Halkçılık; halkın refahının düşünülmesi, eşitliğinin sağlanmasıydı” diyen Elmacı, dönemin şartlarını ve halkçı uygulamaları şöyle özetledi:

“Halk din temelli millet sistemi ile ayrışmış ve görünürde büyük bir ötekileşme yaşanmaktaydı. Bu nedenle de farklı harflerle okuyup yazıyor, hepsi de ayrı müfredat içeren eğitim kurumlarında eğitim görüyordu. Farklı giysiler giyiyor ve farklı yerlerde eğleniyor, geziyor hatta ayrı mahallerde yaşayıp gidiyordu. Bazı meslekler daha imtiyazlıydı ve bazı lakaplar sayesinde insanlar sınıflandırılıp, birbirlerinin haklarını ve ekonomik durumlarını göz ardı edip, çağdaş millet sistemindeki dayanışmacılıktan uzak bir durumda yaşamlarına birbirilerinden habersiz bir şekilde devam etmekteydiler.  Köylü üzerinde hiç kimsede olmayan ağır bir “aşar vergisi” vardı. Kadınlar erkeklerle hukuken ve toplumsal anlamda eşit değildi.

Bu nedenle; Aşar vergisi kaldırılarak eşitlik için adım atıldı. Herkesin aynı milli müfredat ile eğitim öğretim görmesi sağlandı. İnsanları sınıflandıran ve imtiyazlı hale getiren lakaplar kaldırıldı. Kadın erkek eşitsizliği giderildi. Halkçılık herkesin eşit olması, devletin halka dayanmasıydı. Yönetimin bir aile ya da bir kişiye değil doğrudan halka ait olmasıydı.”

DEVLETÇİLİK

PROF. DR. DURAN BÜLBÜL

Azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde “devlet öncülüğünde planlı sanayileşme” uygulamasının ilk defa Atatürk Türkiyesi’nde gerçekleştiğine dikkat çeken Prof. Dr. Duran Bülbül, “Bu planlama ile Türkiye’de ihtiyaç duyulan temel sanayi mallarını kamu girişimleri aracılığıyla üretmek temel hedef olmuş, plan hazırlandığında ise dış kaynak öngörülmeyerek plan öz kaynaklarla yürütülmüştür” dedi.

Benimsenen devletçilik ilkesinin özgünlüğünü vurgulayan Bülbül, “Atatürk iktisat ekollerinden ne liberalizme ne de sosyalizme bağlı kalmamış, kendine özgü üçüncü bir yol oluşturmuştur. Atatürk devleti yeniden kurarken iki döneme ayırmıştır: birinci dönem 1923-1929, devletin ve ekonomik koşulların yeniden inşası; ikinci dönem 1930-1938 devletçilik (etkin ve öncü devlet) ve sanayileşmedir” ifadelerini kullandı. Bülbül, uygulanan özgün devletçilik modelini şöyle özetledi:

"İlk Sınai Kalkınma Planı 1933-1938 yılları için 2. Sınai Kalkınma Planı da bizzat Atatürk’ün yönetiminde 1938-1944 yılları için hazırlanmıştır. Kısaca özetlemek gerekirse 1. Sınai Kalkınma Planının temel amacı olan : “Türkiye’de bulunan fakat tüketim için üretilmeyen ve dışarıdan ithal edilen iç tüketim mallarının ithal edilmeyip, ülke içinde üretilmesi” olup bu kapsamda çeşitli fabrika ve kurumlar oluşturulmuştur.

4 TEMEL KARAKTER

Ekonomi bilimine, kurallarına önem vermeyen uluslar sonlarını hep kendileri hazırlar. Bunun bilincinde olan Atatürk’ün ekonomi anlayışının en temel unsuru ekonomik denge ve istikrardır. Bu politikayı 4 ana grupta toplamak mümkündür:

1. Türk Lirası’nın değerini koruyan anti-enflasyonist para-kredi politikası.

2. Gerçek kamu kaynaklarına dayanan denk bütçe politikası.

3. Devalüasyonsuz dış ticaret politikası.

4. Ulusal kaynakların etkin kullanımını sağlayan planlı kalkınma politikası.”

DEVRİMCİLİK

DOÇ. DR. HALİL ÖZCAN

Atatürk ilkelerinin bütünleyici dört ilkede temellendiğini söyleyen Doç. Dr. Halil Özcan, bunların milli egemenlik, tam bağımsızlık, milli birlik ve bütünlük ile dinamik ideal olduğunu belirtti. “Kemalizm, akıl ve bilim rehberliğinde bütünleyici dört temel ilke temelinde; altı ilkesiyle Türk milletini dinamik ve devrimci idealine ulaşmayı hedefler” diyen Özcan, “Akıl, bilim ve dinamik ideal hedefini ortaya koymak sürekli olarak devrimciliği gerekli kıldığı için Kemalizm, geçmişin bekçiliği ve kalıplaşmış inanç sistemi yerine değişen koşullarda sürekli, akılcı yenilenmeyi zorunlu kılar” ifadelerini kullandı. 

"YALNIZCA YENİLİK YAPMAK DEĞİL"

Bu kapsamda “yeniliklerin akılcı ve kalıcı olabilmesi için de Türk milletini geri bırakmış kurumları ortadan kaldırılması gerekliliğini” vurgulayan Özcan, “Bu anlamda devrimcilik, yenilik yapmak kadar yeniliklere engel olanları ortadan kaldırmak yükümlülüğü ile de karşı karşıyadır. Ancak Türk devriminin özelliği kurtuluş ve kuruluşun bütünleyici ilkeler temelinde hukuk temelinde dünyanın en kansız ve sancısız devrim olma özelliğini taşımasıdır” diye konuştu. 

Atatürk devriminin, Atatürk önderliğinde Batı ile savaşılarak, Batıcılığı “çağdaş uygarlık düzeyi” olarak belirlediğini söyleyen Özcan, sözlerini Atatürk, çağdaşlaşmayı bir bütün olarak devlette kurumlarını oluşturarak uygulayan ilk devrimci oldu.  Çünkü Atatürk’e kadar hiçbir dönemde, hiçbir yenilik hareketi, toplumu temelinden değiştirerek ortaçağ düzeni yerine, modern bir devlet kurma idealleri taşımadı” diyerek tamamladı. 

LAİKLİK

DR. ÇİĞDEM BAYRAKTAR ÖR

Mustafa Kemal Atatürk’ün laik bir yönetim aygıtı biçimlendirirken yöneldiği temel amacın; din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, özgür benliklerin inançlarının ve hissedişlerinin ise kurumlardan, dayatmalardan, ayrıcalıklardan yalıtılarak tamamen kişilere bırakılması olduğuna değinen Çiğdem Bayraktar Ör, “Tam da bu maksada yönelmiş, kişilere din ve vicdan özgürlüklerini yönetme hakkı ve ayrıcalığı tanımıştır.

Laiklik, bilhassa son yıllarda aktarıldığı gibi kişileri zorlayıcı değil, tam tersine; bireylere herhangi bir inanç ya da inisiyatif seçme konusunda haklar tanıyan, benlikleri özgürleştirici, kişileri siyasi gündemin kurmacasından yalıtan bir ilke olarak Cumhuriyet rejiminin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir” ifadelerini kullandı. 1937’de Altı Ok Anayasaya girerken “laiklik” en temel ilkelerden biri olmuştur diyen Bayraktar, laiklik ilkesinin önemini şu sözlerle tanımladı:

"KADIN HAKKI DEMEK"

“Devletleri yönetenlerin yani iktidar erklerinin insanların maneviyatını sömürememesi, kullanmaması için laiklik vurgusu son derece değerlidir. Din ve vicdan özgürlüğünün hiçbir surette hiçbir siyasi parti ya da kimlik tarafından aşındırılmaması için laiklik hukuki bir kalkan, bir miğferdir. Siyasi ve toplumsal yapıyı dini kullanarak zorbalık yapanlardan koruduğu gibi dinî hassasiyetleri, inançları da siyasi aygıtın kışkırtmalarından korur.

Bizler son yıllarda yaşadıklarımızdan daha da iyi anlıyoruz ki devlet aygıtının yönetim biçiminin uhrevî alandan kesin sınırlarla ayrılması gerekmektedir.  Laiklik aynı zamanda “insan hakkı”  demek olan “kadın hakkı” açısından da güvencedir.” 

‘DENİZCİ DEVLET’

E. DENİZ K. ALBAY BORA SERDAR

Bugünlerde sıkça duyduğumuz ve tartıştığımız “Mavi Vatan” anlayışının özünün Atatürk’ün Meclis kürsüsünden 1937 yılında  söylediği “Denizciliği Türk’ün büyük milli ülküsü olarak düşünmeli ve onu en kısa zamanda başarmalıyız” sözü olduğunu belirten Emekli Deniz Albay Bora Serdar, bu sözün deniz sevgisinden ziyade milli hedefin “Denizci Devlet” olarak belirlenmesi olduğunu belirtti. Bunun için “denize bakmak değil denizden bakmak gerek” diyen Serdar,

“Atatürk Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi sonrası, 1922 yılında, “İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” sözleri ile bunu bizlere duyurmuştu. Atatürk’ün, karacı kültürü ile yetişmesine rağmen, denizciliği “milli ülkü” olarak hedeflemesi bir tercih değil, üç yanı denizlerle çevrili ülkemiz için bir zorunluluktu” ifadelerini kullandı. 

"OLAYLARI DENİZDE BAKARAK YORUMLUYORDU"

Atatürk'ün bu noktaya gelmesinde Trablusgarp Savaşı'nda, Birinci Dünya Savaşı Çanakkale Cephesi’nde ve Kurtuluş Savaşı’nda “deniz kuvveti ve denizcilik gücü” adına yaşadığı acı tecrübelerin önemli etkisi olduğunu belirten Serdar, "Libya’da İtalyan donanmasının kara harekâtına verdiği ateş desteğine, Yunan 'Averoff” zırhlısının tek başına Ege Adaları’nı ele geçirmesine, Çanakkale Cephesi’nde İtilaf donanmasının üstün ateş gücüneü tanık olmuştu. Özellikle denizaltıların o güne kadar bilinen deniz harbi kurallarını nasıl altüst ettiğini hayranlıkla gözlemlemişti.

Kurtuluş Savaşı’nda zafere giden yolun Karadeniz’den geçişini heyecanla takip etmişti. Bu olaylar, kendisine, '…Deniz kuvvetinden yoksun bir kara kuvveti olarak, yarımadamızı, kara kuvvetlerini çekinmeden getirebilecek olan bir deniz kuvvetine karşı hiçbir zaman savunamayız' sözlerini söyletecekti. Artık olayları karadan değil denizden bakarak yorumluyordu" diye konuştu.

“Abdülhamit döneminde Haliç’te çürümeye bırakılan donanmanın nelere mal olduğunu en iyi analiz edenlerden birisi oydu” diyen Serdar, süreci şöyle özetledi:
“Mesajlarını ‘Hamidiye’ gemisinden vermesi anlamlıydı. Donanmanın iskeleti denizaltılardı. Bunları büyük su üstü gemileri ve hücumbotlar takip etti. Gemi inşa faaliyetlerine ve her şeyden önce o gemileri sevk ve idare edecek kadrolara yatırım yapıldı. Bu anlayış MİLGEM’e (Milli Gemi) giden yolun taşlarını ördü. Denizlerin jeopolitik etkisini önemseyen Atatürk, gambot diplomasisini başarıyla kullanan sayılı liderlerdendi. Ancak, denizcilik gücü için sadece donanmanın güçlü olması yeterli değildi.

MAVİ VATAN'IN DOĞUM GÜNÜ
Kapitülasyonlar önümüzdeki en büyük engeldi. Lozan Barış Antlaşması ile bu engel yıkıldı. Müjde, 1 Temmuz 1926’da Kabotaj Kanunu ile geldi. Bu kanun, Türk Limanları arasında yük ve yolcu taşımacılığı hakkını yalnız Türk gemilerine tanıyordu. Bu tarih aynı zamanda mavi vatan anlayışının doğum günüydü. Deniz bir medeniyetti ve kucaklanmalıydı. Atatürk de bunun en büyük örneğini sergiliyordu. Bunu, halkla bütünleşerek yapıyordu. Yüzmeyi ve kürek çekmeyi seven Atatürk, 1 Temmuz denizcilik ve kabotaj bayramı dolayısıyla Moda Koyu’nda gerçekleştirilen şenlikleri ve yapılan yelken ve kürek yarışlarını izlemeyi aksatmıyordu.

Vefatına iki yıl kala Lozan Barış Antlaşması’nda eksik kalan Türk Boğazları Bölgesi’ndeki egemenlik hakkı 20 Temmuz 1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye lehine tamamlandı. Bilinmelidir ki her bir vatandaşın bu ülkü etrafında buluşması ve gayret göstermesi Cumhuriyet’e olan borcudur. Elimizi denizden çekmememiz gerekir. 'Bir ulusun denize ve denizciliğe ait olanak ve yeteneklerinin milli hedeflere erişmek amacıyla kullanılması yöntemidir' dediğimiz Denizcilik Stratejisi’nin olgunlaşmasına, söylem ve eylemleri ile ulusta ve devlette denizcilik bilincinin oluşmasına büyük katkılar sunan Mustafa Kemal Atatürk’ü 84’üncü ölüm yıl dönümünde özlem ve şükranla anıyoruz”