Kavala, çevre ve adalet...
Bergama eski Belediye Başkanı Sefa Taşkın, Cumhuriyet Ege için yazdı...
cumhuriyet.com.trKavala bugünkü Yunanistan’da, Doğu Makedonya, Batı Trakya’da, bulunan bir kent, vilayet merkezidir. Deniz kıyısında masmavi denizle kucak kucağadır. Bu sevimli şehre “mavi şehir” de denir.
Bir zamanlar tütüncüleriyle ünlüydü Kavala. Maharetli fırıncıların pişirdiği bademli kurabiyeleriyle tanınıyor şimdi.
Kenti antik çağda tam karşısındaki Taşoz adasından gelen göçmelerin kurduğu söylenir.
1387’de Murat Hudavendigar zamanında Osmanlıların eline geçer. Zaten iki yıl sonra I. Murat, Kosova seferinde savaş meydanında öldürülecektir.
Balkanların fethi için gerekli parasal kaynağı I. Murat’a, Bergama’da Hatip Mahmut’un tarlasını sürerken bulduğu üç mermer küpteki altınların sağladığı söylenir.
Mermer küplerden üzeri atlı savaşçılar kabartmasıyla süslenmiş olanı Padişah II Mahmut, 1830’larda Batı Anadolu’da yaşanan veba salgınına karşı hekimler gönderen Fransız Kralı Luis Philip’e hediye eder. Şimdi Paris’te Louvre Müzesi'ndedir.
Bu kralın iktidarı o yıllarda, Paris Komünü'yle, işçi sınıfı ve orta tabakaların isyanıyla yıkılacaktır.
Diğer iki mermer küp süslü değildir ve bugün İstanbul’da, Ayasofya Camisi'nde bulunuyor.
Kavala’nın adı, 1769 yılında bu kentte doğmuş, Osmanlı'nın başına pek çok iş açan Mısır hidivi/valisi Mehmet Ali Paşa’yla da anılır.
Arnavut kökenli Kavalalı Mehmet Ali Paşa 19. Yüzyıl'ın sonlarında Osmanlı’ya baş kaldırır. Oğlu İbrahim Paşa ordusuyla Kütahya’ya kadar gelir, İstanbul’u tehdit eder.
1912’de Balkan Savaşı sonunda Kavala, yenilen Osmanlının elinden çıkar. Hangisinin egemenliğinde kalacağına yönelik Bulgarlar’la Yunanlılar uzun yıllar çekişir.
Balkan Savaşı'ndan ve 1923 Mübadelesi'nden sonra birçok Kavalalı Türk Anadolu’ya sığınır. Zorlu muhacirlikle hayata tutunmaya çalışır.
Kavala adı bugün, soyadı Kavala olan bir iş insanı, Osman Kavala’nın adıyla sıkça telaffuz ediliyor.
Kavala muhaciri tütüncü bir ailenin oğlu olan Osman Kavala iyi eğitim almış ve birçok iş alanında yenilikçi ve başarılı girişimleriyle adını duyurmuş bir kişi.
Aynı zamanda çevre, insan hakları gibi konulardaki olumsuzluklara karşı bir duruşu var. Siyasal iktidara karşı muhalif oluşu da açık.
Osman Kavala “Gezi Olayları” olarak bilinen, İstanbul Taksim Meydanı'ndaki Gezi Parkı'na yapılmak istenen binalara karşı çıkan çevreci eylemlerin örgütleyicisi olarak suçlandı ve yargılandı.
Bu eylemlerin dış kaynaklı olduğu, amacının hükumeti yıkmak olduğu iddia edildi.
Oysa kendiliğinden oluşan tepkisel kitle olayların, ne kadar yaygın olursa olsun önderi de örgütleyicisi olamaz.
Dört yıl süren mahkemeden sonra suçlu bulundu, “ölüm cezası”na eş “ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına” çarptırıldı Osman Kavala.
Çevreyi korumak için uğraşanların, onlara destek verenlerin kanıtlanmamış iddialarla, dolambaçlı yollarla suçlanması ülkemizde nedense olağan hale gelmeye başladı.
Çevreye verilebilecek zararlara karşı ülkemizde ilk yığınsal karşı çıkışlar, 1990’larda Aliağa Termik Santralı'na ve Bergama Siyanürlü Altın Madeni'ne karşı halk direnişleridir.
Bergama’daki çevreci, barışçı, sevimli, yığınsal köylü hareketi ve deneyimi o kadar etkili oldu ki çevre duyarlılığı ve çevre korumacı eylemler Türkiye’de dalga dalga yayıldı.
Tabii ki insanlık içinde yaşadığı çevreyi koruyacak. Çevrenin ölümü insanın ölümünden başka bir anlam taşımıyor. İnsanlar bunun farkında artık.
Bergama olaylarının ardından çevremizi kirlilikten koruma bilinci, çevreci kitlesel karşı çıkışlar her yerde boy göstermeye başladı.
İnsanlar çok haklı olarak mahvolmuş bir çevrede, kimyasal ve biyolojik kirlilik içinde yaşamak istemiyor.
Büyük kentlerde yüksek beton binalar arasında boğuluyor insanlar. Çocuklar dar alanlarda büyümeye zorlanıyor.
Sağlıklı ve temiz bir çevrede yaşamak en temel insan haklarından biri. Hatta anayasal hak!
Bu duruma rağmen karar verici konumunda olan yetkililerin; ekonomik kalkınma gerekçesine sığınmaları, sermaye sahiplerinin daha çok ve çabuk kâr elde etme hırsı, varsılların zenginliklerini daha da arttırma güdüsü; çevreci görüşlerin dikkate alınmamasına, oluşan direnişlerin göz ardı edilmesine neden oluyor.
Birçok çevreci eyleme bir kulp takılıyor, her çevreci girişimin ardında bir musibet aranıyor.
Bu tür kirletici yatırımlardan çıkarı olanların attığı “dış güçlerin parmağı var” iftirası, çevrecilere karşı caydırıcı bir sopa olarak kullanılıyor.
Oysa dünya sonsuz evrende tüm insanlığın ortak yuvası.
Karar vericiler insanlarının sıkıntılarını dinlemeyince çevreyle ilgili hemen hemen her sorun, tarafsız olduğu düşünülen yargıya taşınıyor. Anayasal hakkın korunması, adalet bekleniyor.
Bu ortamda yaygın kitlesel tepki daha da kökleşiyor, bu tepki siyasal karar vericiler tarafından ne yazık ki öteleniyor, bastırılıyor.
İlk kez Bergama’dan yükselen “Her yer Bergama her yer direniş”, haykırışı, “Her yer Gezi her yer direniş”, “Her yer Artvin her yer direniş” çığlıklarıyla kulaktan kulağa yayılıyor.
Tabii ki sivil, barışçı gösteriler kamuoyunun dikkatin çekmekten, karar vericileri, çevre için uygun olmayan kararlardan vaz geçmeleri için uyarmak amacından başka bir anlam taşımıyor.
Yöneticilerin her zaman doğru karar verdiği söylenebilir mi?
İşte bu gelişmeler bağlamında, İstanbul Gezi Parkı'nı yok etme girişimine karşı çıkan yığınların bu duyarlılığına övgü düzülmesi gerekirken, eylemlerin bir şiddet ortamına, birçok insanın ölümüne yol açan davranışlara dönüşmesi ülkemiz için hiç hayırlı olmadı.
Hele hele burada yaşanan olumsuzluklara karşı çevrecileri destekleyen, bu desteğin altında başka niyetler aranarak hapishanelerde yıllarca tutuklu bırakılan Osman Kavala ve arkadaşlarının “günah keçisi” yerine konulması bir başka garabettir.
Üstelik, mevcut siyasal iktidarın kimi temsilcilerinin, mahkemenin başından beri Osman Kavala’nın suçlu olduğu yönünde kanaatlerini sık sık açıklamaları, yargılamanın adil bir kararla sonuçlanmayacağı kanısının kamuoyunda yerleşmesinin nedenidir.
Sonunda Kavala ve arkadaşları hakkında karar vermekle görevli üç hakimden kıdemli olanın "yeterli ve somut" delil olmadan mahkemeden böyle bir karar çıktığına ilişkin karşıoyu, bu yargı kararının doğru olmadığı yönünde vicdanların iyice sarsılmasına yol açıyor.
“Yeterli ve somut” delil olmadan bir kişiyi ölünceye kadar hapse mahkum etmek, bırakın hukuku anlam dışıdır.
Şimdi çok büyük çoğunluk bu kararın adil olmadığını görüyor.
Osman Kavala’nın siyasi görüşlerine karşı oluşlarıyla tanınan kimi kişiler bile Kavala ve arkadaşlarının hayatını söndürecek bu karara karşı seslerini yükseltiyor.
Adalet olmazsa birey kendini nasıl güvende hisseder ki?
Adalet olmazsa toplumsal düzen huzur içinde nasıl sürer ki?
Böyle evrensel bir duruma tabii ki dünyanın birçok yerinden tepki gelecektir. Bu olgu dünyanın her yanında konuşulacaktır.
Kim ne derse desin, Osman Kavala ve arkadaşlarının mahkumiyeti kişisel basit bir yargı kararı olmaktan çıkıp giderek bir toplumsal ve kavramsal sorun olmaya, kişilerin siyasal iktidarı sorgulama durumuna evriliyor. Endişe ve korku yayılıyor.
Üçbinbeşyüz yıl önce Anadolu’da Hititler’de erkek Güneş Tanrısı “Adaletin Efendisi”ydi. Antlaşmalar hep “O”nun huzurunda yapılırdı. Güneş, her şeyi gören tanrısal güç olarak yeryüzündeki hak ve adaleti yönetirdi.
Güneş her şeyi milyonlarca yıldır görüyor.
Antik Yunanda bile ülke “yasa” anlamına gelen “Nomos”larla yönetilir, tanrılaştırılan Themis “düzeni”, Nemesis “cezayı” simgeler, Nomos’un, “yasa”nın kızı, “Dike” gözleri bağlı olarak “adaleti” temsil ederdi. Adalet “yasa”nın kızıydı.
Hz. Ali de kendi çağında yargıcıları uyarıyor: “Yerdeki hakimlerin gökteki hakim karşısında işleri zordur. Ancak adaletli olup doğru hüküm verenler hariç.”, diyordu. Yanlış karar veren yargıçların öteki dünyada işleri kolay değildir!
Hukuk tarihi böyle durumlarla ilgili birçok değerlendirmeye sahiptir.
Rus anarşist filozof Mihail Bakunin 1870’lerde iktidarların yargıyı kendi çıkarları için kullandığını ileri sürmüş “hukuk iktidarların fahişesidir” demişti.
Ne kadar ağır, ürkütücü ve düşündürücü bir ifade.
Bu belki o zamanın Rusyası ve başka birçok ülke için doğruydu ama bu değerlendirmeyi onaylamayan başka örnekler de vardır.
Bir anlatıya göre 1750 yılında Almanya’da yaşanmış bir olay ibret vericidir:
Prusya/Almanya Kralı II. Frederick başkent Berlin yakınındaki Postdam kentine uğrar. Kendine saray yapmak için bir yeri çok beğenir. Ancak bir değirmen vardır o yerde.
Mülkün sahibi yaşlı değirmenciden o yeri satması istenir. Ancak değirmenci çok para teklif edilmesine rağmen değirmeni satmayı kabul etmez.
Kral Frederick değirmenciyle bir de kendisi konuşur. Mülkü neden satmak istemediği sorar. Yaşlı adam, “Değirmenin ona atalarından kaldığını, onun da değirmeni çocuklarına bırakacağını” söyler: “İsteyen Kral olsa bile değirmen satılık değildir”.
Kral, isteğinin zorla da olsa yerine getirilebileceğini söyleyince, değirmenci ondan hiç beklenmeyen bir cevap verir:
“Kral güçlüdür, zorla da olsa değirmeni alabilir ama unutmasın ki Berlin’de hakimler vardır. Hiçbir iktidar, hiçbir siyaset, hiçbir güç, kral bile olsa adaletten üstün değildir.”
Kral II. Frederick olgun bir kişilik olmalıydı. Bu cevabı hoşnutlukla karşılar. O da zaten ülkesinde hukukun üstünlüğünün yerleşmesini istemektedir.
Prusya Krallığı var oldukça, bu değirmene kimsenin dokunmamasını buyurur. Sarayını değirmenin yerine değil, hemen yanına yaptırır.
Güçlünün değil, haklının mahkemelerde üstün gelmesi gerektiğine inanır ki şöyle der: “Hukuk konuşmalı, krallar sessiz kalmalı.”
Heyhat! Ne yazık ki krallar hiç susmuyor!
Günümüzde, Potsdam’da saray ile değirmen yan yana hala duruyor.
31 Aralık 1917 de Osmanlı veliahdı Vahdettin ve heyeti Berlin ziyaretinde yılbaşı kutlamaları yapılan bir oteldeydi. Heyetten birisi, bu olayı biliyordu ve arkadaşlarına anlattı. “Potsdam çok yakın, o değirmeni ve sarayı gidip görelim”, dedi.
Heyetten hiç kimse, yılbaşı eğlencelerinden vaz geçip Potsdam’a gitmek istemedi.
Herkes yılbaşını kutlarken, bu öyküyü anlatan kişi adaletin simgesi olan bu yapıları görmek için yola çıktı.
O kişi, o heyette bulunan Mustafa Kemal Paşa’ydı.
Umarım biz de “Ankara’da hakimler var” diyebiliriz.
Sefa Taşkın
29.04.2022
Karşıyaka/İzmir