İzmirli bir Ayşe Hanım vardı tarihin soluk yapraklarında!
KONUK YAZAR | Bergama eski Belediye Başkanı Sefa Taşkın, Cumhuriyet Ege için yazdı...
İZMİR / Cumhuriyetİzmir’in taş döşeli yollarından bir Ayşe Hanım da geldi geçti.
Kimlerin yüzünü okşamadı ki Körfezin serin ve nemli imbatı.
Hırçın dalgaların köpüklerinden kopan tuzlu damlacıklar kimlerin yüzüne dokunmadı ki?
Rüzgar Fars/İran dilinde “zaman” demekmiş!
Hani “yel gibi geçti” derler ya!
Ne yüksek düzeyde insanlar çıkarıyor şu Batı Anadolu toprakları.
Yosun tutmayan rengarenk çakıl taşları, denize sert giren kayalıklar, akan yelle kayan martılar tanık buna.
Kim idi Ayşe Hanım? Ne iz bıraktı bize?
Ne anlatır onun öyküsünün yazılı olduğu soluk yapraklar?
Erkek egemen bir toplumun içinden yükselen kadınlar o derin sağduyu ve kapsayıcılıklarıyla hayatı ilmek ilmek örüyor hep.
Ayşe Hanım’ın sesi çok uzaktan gelmiyor!
Onu bize camileri, medreseleri, mescitleri, kiliseleri, havraları ile 18.yüzyılın İzmir’i tanıtıyor.
Nice yaşanmışlıklar içinde seçkin bir hanım sunuyor günümüze geçmişi derin İzmir.
Onun yıllarında güzel İzmir, 1700’lerde, gittikçe zenginleşen kozmopolit bir limandı.
Doğu Roma, Bizans İmparatorluğu döneminde Emeviler, Selçuklular, Haçlılar, Cenevizliler, Rodos Şövalyeleri arasından el değiştirip duran kent, Türklerin bölgeye yerleşmesiyle siyasal istikrara kavuştu.
1082’de, Çaka Beyle İzmir ve çevresine giren Türkler ancak 1422 yılında Osmanlı ile birlikte kalıcı olarak bölgeye tümüyle egemen oldular.
1528 yılında, yaklaşık 1150’si Türk, 150’si Rum, toplam 1300 kişilik nüfusuyla küçük bir köy olan İzmir, büyük bir atakla zengin bir kent olmaya yöneldi.
Nasıl?
Prof. Rauf Beyru’nun verdiği bilgilere göre: 1620’lerle birlikte, Padişah IV.Murat zamanında Osmanlının İranlı Safevi Krallarıyla Irak’ın paylaşılması için giriştiği savaşlarda Doğu’nun mallarını Batı’ya taşıyan ünlü İpek Yolu güvensiz hale gelmişti.
Savaşın yol açtığı düzensizlik, İpek Yolu’nun önemli duraklarından biri olan Halep’in yöneticileri, yüksek vergilerle tüccarları canından bezdirmişti.
Bu ortamda Halep’in, özellikle zengin Ermeni tüccarları, yabancı misyon temsilcileri kenti terk ettiler.
Sığındıkları İzmir açtı kucak onlara.
Akdeniz’den gelip Anadolu’nun içlerine giren bir körfeze sahip olan, Batı Anadolu’nun verimli ovalarına yakın İzmir, ticaret için çok uygun bir konumdaydı.
1566’da Osmanlının eline geçmesiyle, daha önce Anadolu’nun Avrupa ile ilişkilerinde işlek bir ticaret merkezi olan Sakız Adası eski önemini yitirmiş, Sakızlı tüccarlar ve Rumlar da ticaretin yükselen yıldızı İzmir’e taşınmıştı.
Gelişen mal alışverişleriyle Batı’dan, Frenklerin/Levantenlerin kente akını hızlandı.
Yahudiler ise 1590’lı yıllardan itibaren, özellikle Selanik’ten göçüp İzmir ve çevresine yerleştiler.
Bu gelişim İzmir’i Akdeniz’in parlak bir limanı haline getirdi.
Ve İzmir aldı yürüdü!
İhtişamlı köşkler, konaklar, yalı evleri ortaya çıktı.
Tabii ki varsılın eline el açan yağınla fakir fukara da üredi kentte.
Çok eski çağlardan beri yoksulluk varsıllığı sırtında taşıyor.
Dengeli toplumsal ilişkilere muhakkak yaklaşacak, eşitlikçi toplumsal ilişkiler kuracak bir gün insanlık.
Bugünkü Kordon boyuna, deniz kıyısına sıkışmış, girişi çıkışı kabadayılara karşı Osmanlı neferleriyle korunan Frenk/Levanten Mahallesi oldukça zengindi o dönem. Farklı bir yaşam tarzı vardı orada.
Denize sıfır yalı evleri, arkalarındaki depolarıyla Avrupa’ya ticaretin köprüsüydü.
Günümüz Kahramanlar semtinden Kordon-Alsancak’a kadarki alanda Ermeni ve Rum Mahalleleri oluşmuştu.
Kadifekale’ye dayanan, Kale’nin eteklerinden Konak’a kadar olan bölge de Türklerin yaşadığı çevreydi.
Kemeraltı’nda, Havra sokağı dolaylarına da yoksul Yahudiler yerleşmişti. Sonraları, zengin olanları daha güneyde deniz kıyısına, Karataş’a taşındılar.
Bugünkü Kemeraltı’ndan içe doğru, Hisar Camisine kadar giden, oradan, kısa bir kavis yaparak tekrar denize doğru yönelen bir çizgi içinde kalan alan, küçük bir koy, deniz idi.
Bu İç Deniz yıllarca İzmir’e hizmet eden küçük bir liman olarak değerlendirildi.
Kemeraltı Caddesi belki de rıhtımıydı bu limanın.
Kuzey ucunda limanı korumak için yapılmış “Okçu Kalesi” adı verilen, güçlü taş surları olan bir kale bulunuyordu.
İlk kez Bizanslılar tarafından 14.yüzyılda yapılmış olan bu kale uzun yıllar “San Pietro Kalesi” olarak anılmıştı.
Türkler ona “Okçu Kalesi” dediğine göre, demek ki eski zamanlarda oklarla korunuyordu İç Liman.
Süreç içinde küçük limanın denizi, eskiden Değirmen Dağı denen Eşrefpaşa semti çevresindeki yükseltilerden inen yağmur sularının taşıdığı birikintilerle yavaş yavaş doldu.
Bu toplumsal ve coğrafyasal ortamda ticaretçi Frenkler genellikle varlıklı, Ermeniler ve Rumlar çoğunlukla sanatkâr ve esnaf, Yahudiler çok fakir idi.
Müslüman halk ise kırsalda toprakla uğraşıyor, ekip biçiyordu. Çiftçiydiler. Tabii onların da onlara hükmeden Ağaları, Beyleri vardı!
Geniş toprak sahibi Türk Ağalar Devletle iç içeydi. Osmanlı adına vergi topluyor, güvenliği sağlıyor, ticaret yapıyorlardı.
Görünür bir varsıllık içindeydiler.
Kurumsal ve eylemsel olarak dini ve kültürü yaşatan da onlar idi.
Konu üzerine geniş bir araştırma yapan, Urfa-Harran Üniversitesinden Yasin Taş’ın aktardığına göre: İzmirli Ayşe Hanım bu eşraftan, Derviş Ağazade Mehmet Efendi’nin kızıydı.
Kökeni, toplumda çok saygı gören dervişlere dayanıyor olmalıydı.
Prof.Mehmet Demirci’ye göre İzmir o dönemler bir dervişler yatağıydı.
Dervişler; İslam’a sadık, kurallarını yerine getirmeyi kabul etmiş, Allah’a bağlanmış, Mürşidinin (yol göstericisinin) öğretisi doğrultusunda yaşayan kişilerdi.
Kendilerinden çok Allah yolunda özgeciydiler.
Uzun yıllar Hıristiyanlığın yaşandığı Anadolu yavaş yavaş, içine kendine özgü birikimleri de katarak İslam’ı içselleştiriyordu.
Ayşe Hanım’ın böyle bir ada sahip dedesi Derviş Ağa Ödemiş’in Birgi kazasından Hacı Ali Efendi’nin oğlu idi.
“Hacılık”, önemli bir sıfattı Türk soylular arasında.
Varlıklı insanların, Hacc’a gitmesi, Hacı olması toplum içinde çok muteberdi.
Yerine getirilmesi bir İslami ödev olmasının yanı sıra Hacı ya da Hacce (kadın hacı) olan kişilerden beklenen davranışlar “yücelikti”.
9.Yüzyılda yaşamış İmam Buhari’nin aktardığı Hadis’e göre “kim Allah için hacc eder de kötü söz ve davranışlardan sakınır ve günahlara sapmazsa annesinin onu doğurduğu günkü gibi günahlardan arınmış olarak (evine) dönerdi.
“Kul hakkı” yemek bunun dışında tutulmuştu. Çok büyük bir bağışlanamaz günahtı bu.
Bugün bile, örgütlenmemiş insanların “hak ettiğine”, “emeğine” yok pahasına el koyanlar yok mu?
Günümüzde Ödemiş’in bir mahallesi olan Birgi, 13.ve 14. Yüzyılda, Osmanlı daha Batı Anadolu’ya egemen olmadan önce, bu bölgede varlık gösteren Aydınoğulları Beyliğine başkentlik yapmış bir yerdi.
Bugün de o zamanlarla ilişkili, kendine özgü geleneksel mimari dokusunu koruyor.
Ayşe Hanım’ın babası Derviş Ağazade Mehmet Ağa bölgede sözü geçen, bir ayan ve mütesellim idi.
Bu işi yapanlar Devlet adına vergi toplar, belli bir kısmını kendine alır, gerisini İstanbul’a, Sultan’a gönderirdi. Savaş zamanı da asker verirdi Ordu’ya.
Kırsal alanda böyle bir düzen kurmuştu Osmanlı.
Yasin Taş’ın bildirdiğine göre Dervişzade Mehmet Efendi bu işlerinin yanı sıra Devlet’in bu bölgede, denizlerdeki gücünü de gösteren bir kişiydi.
“Derya Beyi” deniyordu ona. Osmanlı Donanmasına gerektiğinde gemi ve asker sağlıyordu.
Bu yetkiyle Midilli, Sığla (İzmir) ve Muğla (liva denen) sancaklarında devlet adına Mutasarraflık, mülki amirlik yaptı.
Dervişzade Mehmet Efendi, Derya Beyi olarak başkentle arasında bazı sorunlar yaşasa da İzmir’de Devlet’in en yüksek görevlisi olmuştu.
Osmanlı paşalık unvanı da vermişti ona.
Oğulları İsmail Paşa ve Ali Bey de babaları gibi Devlet hizmetinde denizci, kaptan olarak görev yaptılar. İsmail Paşa bir ara Tersane yöneticiliğinde de bulundu.
İşte Ayşe Hanım İzmir’de siyasal ve toplumsal olarak böyle güçlü ve varlıklı bir ailenin kızıydı.
O da bu gücü ve varlığı, büyük bir beceriyle, kendi varsıl yaşamını sürdürme dışında, toplumsal yarar için kullanmasını iyi bildi.
Tabii ki böyle bir hanıma uygun bir eş bulunmalıydı.
Ayşe Hanım, bir diğer saygın İzmirli, Hazinedarzâde Mustafa Efendi’nin oğlu Müderris Mehmed Efendi ile evlendirildi.
Devletin bir tür para işleriyle ilgili olması olası Hazinedarzâde ailesi Bergama kökenliydi.
Bergama’yı saran Madra Dağı’nın poyrazını, bitek Bakırçay Ovası toprağının kokusunu tanıyorlardı muhakkak.
İzmir’de tanınmış, yüksek düzeyde bir müderris (medrese/okul hocası, öğretici) idi Hazinedarzâde Mehmet Efendi.
Muhtemelen akrabaları olan, yine Hazinedarzade namlı İbrahim ve Ali Paşalar, dünürleri Dervişzade Mehmet Efendi/Paşa ile aynı dönemde görev yapmış Osmanlının, bölgedeki ileri gelen denizcileriydi.
İzmir, denizlerin öneminin farkında, bu yönde Devlet adamları yetiştiriyordu.
Dervişzade Ayşe Hanım ile Hazinedarzade Mehmet Efendi bu ortamda evlenmiş olmalılar.
Aralarında büyük bir “aşk” olup olmadığı bilinmiyor.
İzmir’in zengin ve etkin ağaları o zamanın Kasap Hızır (Hisar camisi çevresi) ve Cami Atik Mahallelerinin belirli kesimlerinde oturuyorlardı.
Zaten İzmir neredeyse bu iki büyük mahalleden oluşuyordu.
Ayşe Hanım ve eşi Mehmet Efendi de bugünkü İki Çeşmelik’ten Beyler Sokağına uzanan Cami Atik (Eski Cami) Mahallesinde, deniz kenarında büyük bir konakta yaşadılar.
Bu bölgedeki gösterişli konaklar haremlik ve selamlık olmak üzere iki katlıydı. İçlerinde hamamları, bahçelerinde havuzları, fıskiyeleri vardı.
Rüya gibi bir yaşam olmalıydı bu zenginlik içinde.
Prof.Rauf Beyru’ya göre İzmir’i ziyaret eden Avrupalı gezginler, bu mahallenin, konaklarının güzelliği karşısında hayranlıklarını saklayamıyorlardı.
“Küçük Paris” diyorlardır bu bölgeye.
Önceleri Kadifekale eteklerinde yaşayan Türklerin zenginleri, zamanla denizin doldurulmasıyla oluşan bu bölgeyi imar etmiş, camiler, mescitler, hanlar, medreseler, şadırvanlar, hamamlar, sebiller ile donatmışlardı.
Giderek İzmir’in bu köşesi, Müslüman ahali için kentin ve ticaretin, Devlet yönetiminin merkezi durumuna gelmişti.
Tabii ki bu zenginliğin toplumun her kesimine yansımadığı, yoksulluğun da diz boyu olduğu ortamda Ağaların “hayırseverlikleri” gerekli oluyordu!
Ramazan ayında, bayramlarda ve kandil günlerinde Müslüman mahallerinde zenginler tarafından kurbanlar kesilir, yemek kazanları kaynar, ihtiyaç sahiplerine yiyecek dağıtılırdı.
Konakların kapıları ardına kadar açılır, bahçelere kurulan büyük sofralarda, kalaylı sinilerin çevresine toplanan fakir fukara karnını doyururdu.
Onun için mi yıllardan beri “her gün bayram olsa” der, fakir çocukları?
Ayşe Hanım işte böyle bir çevrede, böyle bir birikim ve görgü içinde yetişmiş, yaşamıştı.
Babası ölünce büyük bir miras kaldı Ayşe Hanım’a: İzmir’in Palancılar Çarşısında (bugünkü 1316 Sokakta) babasına ait Fazlıoğlu Hanının yarısı, bir konak, evler, dükkanlar, bir sabunhane, kent dışında zeytinlikler ona hak olarak verilmişti.
Bunca mal mülke sahip olmak, Ayşe Hanım’ın yetenekli iş insanı olma yönünü ortaya çıkarmış olmalı.
Demek ki gizli, birikmiş bir güç vardı içinde.
Açığa çıkmayı bekleyen bir “akıl, beceri”!
Ayşe Hanım yalnız varlıklı ve tanınmış bir ailenin kızı, hanımı olarak kalamazdı.
Ticarete atıldı ya da babasından kalan işleri sürdürdü. Kısa zamanda İzmir’in en namlı tüccarlarından biri haline geldi.
Bugünkü Kemeraltı’nda, deniz kıyısında tek katlı iki kapılı, büyük bir han yaptırdı. Hanın içinde depo olarak kullanılan 15 mahzen, 1 kahvehane, bir kenef de vardı.
Çok işlevsel ve göz alıcı bir külliye idi burası.
Hanın önüne inşa ettirdiği özel iskele kente gelen giden malların yükleme boşaltma işlerinde büyük yarar sağlıyordu. Depo ve iskelenin kullanımı Ayşe Hanım’a büyük kazançlar getiriyordu.
Belki de bugünkü Konak Vapur İskelesi onun türevi, onun esintisidir.
Artık İzmir’de ticaretin odağında yalnız Levantenler, Hıristiyanlar değil Müslümanlar, hatta Türk kadınlar da vardı.
Zaten zamanın ruhu da İzmir’i büyük bir ticaret merkezi, Osmanlının çok önemli limanlarından biri yapmaya yöneltmişti.
Ünlü İpek Yolu kendine yeni bir kavşak bulmuştu.
Ayşe Hanım'ın vakf belgesi.
Asya’nın içlerinden İran’a, bir Türk kenti olan Tebriz’e gelen, oradan da daha önce Halep’e giden yün, pamuk, ipek ve balmumu taşıyan deve kervanları artık İzmir’e gelmeye başlamıştı.
İzmir’den, bu malların İstanbul’a, Anadolu’nun diğer yerlerine, Avrupa’nın dört bir yanına dağıtılmasının önü açılmıştı.
İzmir’in denizi kendine çekiyordu tüccarları.
Ayşe Hanım’ın Kemeraltı sahilindeki hanı ve iskelesi de bu dağıtım için biçilmiş kaftandı.
Zaten babası Dervişzade Mehmet Efendi ve kocası Hazinedar Mehmet Efendinin akrabaları hep denizci, deniz yollarının güvenliği, limanların yönetimleriyle ilgili kişilerdi.
Muhakkak onların da yardımıyla Ayşe Hanım varlığına varlık kattı.
Bunlarla birlikte Ayşe Hanım hayır işlerinde de etkin görüldü.
Baba soyunun ve hısımlarının Devlet’e yakınlığıyla, Müderris olan eşi nedeniyle Ayşe Hanım ilim çevrelerinde iyi tanınan, Devlet katında ve toplum içinde saygı duyulan bir kadındı.
Bu ortamda 1749 yılında çok önemli ve verimli, izleri günümüzde de göz önünde olan bir Vakıf kurdu.
İyi ilişkiler içinde olduğu İzmir’in saygın aileleri ona bu Vakıf’ta yardımcıydı.
Yine Yasin Taş’ın verdiği bilgilere göre; Vakfın kuruluş (tescil) toplantısına (meclise); İzmir Müftüsü Hâcı Ahmed Said Efendi ve onun dünürü Kâtipzâde Müderris Hâcı Ahmed Reşid Efendi, müderris Çavuşzâde Seyyid Mehmed Efendi, Çavuşzâde Mahmud Efendi ve Yusufzâde Mehmed Efendi, Haremizâde, Çadırcızâde, Müdanizâde ve Nazikzâde ailelerinden temsilciler, şehrin önde gelen âlimleri, hayırsever, seçkin kişiler katıldı.
Yaptıkları işler ve nitelikleri lakaplarına yansıyan bu aileler, 18. yüzyıl İzmir toplum hayatının bel kemiğiydi.
Onlar din, eğitim ve ticaret gibi alanlarına yön verdikleri gibi kendilerine de ait vakıflarla hayır hasenat işlerinde bulunuyorlardı.
Dervişzâde Ayşe Hanım kurduğu Vakıf’la, önce bugünkü Konak Meydanı’nın bulunduğu yerde bir medrese inşa etti. Yakınındaki ticaret yaptığı Han’ı, İskele’yi de bu vakfa dahil etti.
Ayşe Hanım yaşadığı ortamın eğitim etkinlikleri, öğretim ihtiyaçlarıyla da ilgiliydi.
Bu nedenle, oluşturduğu Vakıf’a yaptırdığı ilk hayırlı iş bir eğitim kurumu kurmak, bir medrese inşa etmek olmuştu.
Ayşe Hanım kendi adını verdiği medrese binasını, bugünkü Konak meydanında, deniz kıyısında, içine yaşadığı köşk ile İzmir’in yine varlıklı ailelerinden Katipzadelerin ünlü konağı arasındaki kendine ait alana inşa ettirdi.
Medrese binası kagir ve iki katlıydı. Alt katında, yatılı öğrencilerin kaldığı “hücre” denilen 8 oda, üst katta ise ders yapılan bir mekan vardı.
Binaya ayrıca bir çamaşırhane, bir hamam, iki kenef yapılmıştı. Öğrencilerin her ihtiyaçlarının karşılanması düşünülmüştü.
İnşaat 1749 yılı ilkbaharında tamamlandı. Binayı hemen İzmir Kadısı (Baş yargıcı) Atıf Mehmed Efendi huzurunda Vakıf’a devretti Ayşe Hanım. Ek olarak kent çevresindeki 667 adet zeytin ağacını da Vakıf’a bıraktı.
Medresenin giderlerini karşılamak için de 1754 yılında sahip olduğu Konak, ev, dükkan, sabunhane gibi birçok mülkü de Vakıf’a bağışladı.
Medresede kalan öğrencilerin sabun ihtiyaçlarına kadar birçok ihtiyacının karşılanmasını şart koştu.
Başka medreselerde dedikodusu yapılan yanlışlıkların yansımaması için, kendi medresesinde hiç kimseye rica ve şefaatle müderrislik verilmemesini, kimsenin kayrılmamasını Vakıf şerhinde özellikle belirtti.
“İltimas”; birine haksız yere fayda sağlamak, bu toplumsal hastalık, demek o zamanlar da varmış!
Kendi kuruluşunun bazı medreselerde görülen yozlaşmalara karşılaşmamasını istiyordu Ayşe Hanım.
Bina yapıldığında binanın içinde toplu namaz kılmak için özel bir yer ayırmamıştı tasarımcılar. Zamanla namazların cemaatla yapılması gerektiği düşünüldü.
Medresenin bahçesine küçük bir mescit yapılması kararlaştırıldı. Mescidin yapımı 1755 ilkbaharında bitti.
Ayşe Hanım’ın Medresesi ve Camisi uzun yıllar İzmirlilere hizmet etti.
Daha sonraları Vakıf yönetimde birçok sıkıntılar yaşansa, birçok konu mahkemelik olsa da yapıların işlevi sürdü.
Bugünkü Konak Meydanına 19.yüzyılda, o zamanın siyasal koşulları ve ihtiyaçları ortamında deniz doldurularak askeri bir tesis; “Sarı Kışla”, sonra da daha gerideki Hükümet Konağı inşa edilmişti.
Bu binaların alan ihtiyaçlarını karşılamak için Ayşe Hanım’ın Medrese ve Camisine gelir sağlayan yapılar; konağı, hanı, sabunhanesi ve iskelesi zamanla ortadan kaldırıldı.
Zaten Hükümet Konağı da yine İzmirli ünlü Katipzadelerin Konağı yerine yapılmıştı.
Halk arasında deniz kıyısında olduğu için Yalı Camii/Konak Camii olarak anılan mescit ise, zaman içinde depremlerden, yangınlardan zarar görmesinin ardından 19.yüzyılın ikinci yarısında temelinden yıkıldı.
Vakfın geliri yüksekti ve Ayşe Hanım’ın Camisi yeniden inşa edildi.
Ancak, Konak Meydanına yapılan yeni Hükümet binasının/konağının bahçesini genişletmek amacıyla olsa gerek, bu kez eski yerine değil daha ileriye, daha kuzeye inşa edildi.
Başlangıçta minaresi olmayan Mescide zarif bir minarenin 1878 yılında eklendiği sanılıyor.
20.yüzyılın başlarına kadar ikisi bir arada duran Ayşe Hanım’ın Medresesi ve Camisinden Medrese, Hükümet Konağı’nın bahçesini genişletmek gerekçesiyle o zamanın İzmir Valisi Rahmi Bey tarafından yıktırıldı.
Zaman rüzgarmış, gelip geçiyor!
Ne yazık ki geçmişin izlerini de siliyor!
Ayşe Hanım, bugün İzmir’in en gözde mevkisi, Konak Meydanı ve çevresinin biçimlenmesine, işlevselleşmesine yol açan bir insandır.
Bugün “Yalı/Konak Camisi” adıyla anılan “Ayşe Hanım’ın Camisi” günümüzde, her gün önünden geçen binlerce kişiyi, içinde ibadet eden insanları sessizce selamlıyor.
Böyle göz alıcı bir hayat süren, kadın başına İzmir’de önemli işler başaran, o zamanın zengin ve soylu sınıfından Dervişzade Ayşe Hanım ile eşi Haznedarzade Müderris Mehmet Efendi’nin hiç çocukları olmadı.
Önce Mehmet Efendi, ardından muhtemelen 1757 yılında Ayşe Hanım öldü.
Ölümlerine neden olan, belki de o yıllarda İzmir ve Batı Anadolu’yu kasıp kavuran veba salgını idi.
O melun hastalık birkaç yıl içinde İzmir nüfusunun beşte birini kırıma uğratmıştı.
Doğa zaman zaman, kimseyi ayırmadan insanlığa böyle ağır tokatlar atabiliyor.
İşte İzmir Körfezinin köpüklü dalgaları usul usul sahili okşarken, martılar bir lokma peşinde oradan oraya uçuşurken böyle bir sıra dışı kadın yaşadı İzmir’in bereketli ortamında.
Zeytin ağaçlarının yeşil, kara tanelerle yüklü dalları bir yandan poyrazla diğer yandan imbatla salınıp duruyor hala.
O zaman da bu zaman da!
Görkemli dolunay Nif Dağı üstünden tüm haşmetiyle yükselmekten çekinmiyor.
İzmir durmadan değişiyor, dönüşüyor!
Ayşe Hanım anılarıyla onurlandırıyor İzmir’i..…
Neden ki unuturuz bu güzel insanları?
Sefa Taşkın
14.09.2022
Dikili/İzmir