İzmir'in boğası
KONUK YAZAR | Bergama eski Belediye Başkanı Sefa Taşkın, Cumhuriyet Ege için yazdı...
cumhuriyet.com.trİnsanlık tarihi boyunca Anadolu insanının en çok değer verdiği canlı varlıklardan biridir boğa.
Güçlü, üretken, boyun eğmez!
Muhtemelen Orta Anadolu’da yaklaşık 10 bin yıl önce yaban sığırlarını evcilleştirdi ilk çiftçiler.
Anadolu’da bugün, Türkçede, gelişiminin her bir aşamasında farklı bir adı vardır bu bereketli varlığın.
Yeni doğana buzağı, biraz büyüyünce erkeğine dana, dişisine düve, anaç olana inek, iğdiş edilmişe öküz, damızlık olan boğa deniyor.
İnekler yüzyıllardır süt veriyor insanlara. Genç erkekler, danalar et kaynağıdırlar. Erkek sığırlar olan boğalar soyun sürmesini sağlıyorlar.
Danaların kız kardeşleri düveler de özenle hazırlanıyor ergenliğe.
Kısırlaştırılmış erkek sığırlar olan öküzler kağnıları, arabaları çektiler, yük taşıdılar, zamanın akışında. Çifte koşuldular. Toprağın ekilebilir hale gelmesine yardımcı oldular.
Hatta dışkıları bile işe yaradı: Samanla karıştırılıp kurutuldu, tezek oldu. Kışın ateş yaktı ocaklarda.
Toplumsal gelişiminin önemli aşamalarında insanın yanı başında bulundu, yavaş hareket eden bu koca başlı varlıklar.
Büyük ozan Nazım Hikmet’in Anadolu kadınlarının çilesini anlatırken simgesel olarak dediği gibi, onlara o kadar çok değer verilirdi ki; “kadınlarımızın soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelirdi (!)”.
Boğalar tarih boyunca iri vücutları, dik duruşları, böğürme denen gür sesleri, görkemli görünüşleriyle birlikte, üremedeki belirgin işlevleriyle insan bilincinde, inancında yüceltildi.
Anadolu’nun 10 bin yıllık en eski kültürel izlerinden Göbeklitepe’de T şeklindeki taş dikitler üzerine işlenmiş çeşitli hayvan figürleri arasında yabani boğa da bulunur.
Dünya’nın ilk kent biçimi yerleşim yerlerinin başında yer alan, M.Ö.6000’lere tarihlenen Konya-Çatalhöyük’teki evlerin duvarlarında da yabani öküz avlarının kırmızı renkle çizilmiş görüntüleri vardır.
Sokaksız, bitişik evlerden oluşan bu ören yerinin duvar resimlerinde görülen geniş kalçalı, iri göğüslü kadın figürleriyle dişiliğin; boğa ve koç başlarıyla simgelenen erliğin; doğum, yaşam ve ölümle bağlantılı olduğu düşünülür.
İnsanlar tarım yapmayı öğrenmeleriyle birlikte suyun, yağmurun ürün almadaki gerekliliğini iyi kavradılar. Bu bilgiyi inançlarına da yansıttılar. Zamanla, yağmuru getiren bulutların efendisi Gök Tanrı/Erkek Fırtına Tanrısı evrenin egemeni oldu.
Gücü ve üretkenliği temsil ettiği düşünülen boğa en büyük Anadolu Tanrısı Fırtına Tanrısının simgesiydi artık.
Nasıl göksel etki, yağmur toprağın üretim yapmasına yardımcı oluyorsa boğa da kendi soyunun, insanlara yararlı varlıkların üremesine neden oluyordu.
Soyu sürdüren bir soyluydu o!
Yanına yaklaşılmayacak kadar güçlüydü!
Anadolu’da icat edilen hiyerogliflerde/resimli yazılarda da “güç” anlamına geliyordu “boğa başı” işareti.
Anadolu’nun en eski halklarından Luviler’de Fırtına Tanrısı Tarhunt (belki Tarkan), Hititler’de Taru’dur.
Güney Anadolu’nun Taurus (Toros) Dağları adını onlardan alıyor olmalıdır. “Bin Boğa Dağları”dır onlar. Boğalar kadar dik başlıdır, zor ulaşılır.
İzmirli Prof. Ekrem Akurgal da Gök Tanrı’nın en önemli simgesinin boğa olduğunu vurguluyor. Hitit metinlerinde ve sanat eserlerinde Gök Tanrı'nın boğa üzerinde ayakta dururken betimlendiğini bildiriyor.
Anadolu’nun ilk bütünleşik devletini İ. Ö. 2. binyılda kuran Hititler'in inancında, Kralların “öldükten sonra tanrı olduğuna” inanılıyordu.
Krallarla ilgili tanımlamalarda kralların başlıklarına, tanrı oldukları anlaşılsın diye boğa boynuzları konuluyordu.
“Fırtına Tanrısı'nın gürlediği”, gök gürültüsü gibi meteorolojik olaylar sırasına yapılan Hitit törenlerinde kral ve kraliçe sarayda bir pencerenin önünde gökyüzüne doğru başlarını eğiyor, Fırtına Tanrısı'nın şerefine kadeh kaldırıyor, onuruna iki siyah boğa ve dokuz siyah koyun kurban ediliyor, tanrıya siyah ekmek somunu sunuluyordu.
Yine Eski Hitit Dönemi'ne tarihlenen, Çorum-Hüseyindede tepesinde bulunan vazolardan birinin üzerine çizilmiş sahnede insan boğa ilişkisi bir oyuna dönüşüyordu: Müzisyenler ve dansçıların önünde gençler boğanın sırtından geriye doğru ters atlama/sıçramalar yapıyorlardı.
Buna benzer bir çizim Konya-Çatalhöyük duvar resimlerinde de rastlanıyor.
Hatta Ege Denizi’nin öte yakası Girit adasındaki antik Knossos Sarayı’nda çizili duvar resimlerinde de delikanlıların boğalarla cambazlık yaptığı gösteriliyor.
Antik Helen inancında da boğanın tanrısal olduğu kabul ediliyordu. Bu dinin baş Tanrısı Zeus’un da gözde hayvanı boğadır. Hatta bazen Zeus boğa kılığına bile girer.
Zeus bugünkü Lübnan ülkesi çevresi olan Fenike’de aşık olduğu, kır çiçekleri toplayan Europa adlı güzel kıza beyaz bir boğa kılığında sokulur, sırtına bindirir, Girit adasına kaçırır.
Bugünkü koca kıta Avrupa adını işte bu Europa’dan almıştır.
Türk mitolojisinde de Boğa Tanrı/Ud Ata, Boğa Ata vardır. Bazı Türk boyları, köklerinin boğadan geldiğine inanırdı. Oğuz Kağan’a adını Boğa Ata vermişti. Çok güçlü, yaşamı denetleyen, bilge bir tanrıydı o.
“Boğayla güreşen” anlamına gelen “boğaç” sözcüğü Türkçe ile aynı kökten gelen Macar dilinde de bulunur.
Arap alfabesinin ilk harfi olan “alaf-elif” de Arap ve Yahudi dillerinin kökeni olan Sami dilinde “öküz” demektir. Sonra Helen, Latin alfabesinde “alfa”ya dönüşmüş bu sözcük.
“A” harfinin yan bacakları “öküz”ün boynuzlarına nasıl da benziyor!
Orta Doğu, Akdeniz insanları; arabalarını çektirdikleri, yüklerini taşıttıkları, tarlalarını sürdürdükleri, etiyle beslendikleri, boğanın kardeşi “öküz”ü, icat ettikleri düz yazının ilk harfi yapmışlar.
Eski boğa kültürünün, Dünya’nın birçok yerinde olduğu gibi Anadolu ve Ege denizi çevresinde binlerce yıl devam ettiği görülüyor.
İşte böyle derin, anlamlı, insanlık kültürünü var eden köklerin başında gelen boğa’nın Batı Anadolu, İzmir çevresinde de kutsanmamış olması düşünülemez.
İzmirli/Smyrnalı kör ozan, Meles Çayı kıyısında şiirler söyleyip dolaşan Homeros’un sözünü ettiği; “Asia/Asya çayırları” dediği Batı Anadolu yaylaklarında tabii ki yerli boğalar da sere serpe geziniyordu.
Onun üretkenliği, insan yaşamını kolaylaştırırken gönüllere de taht kuruyor, güç peşinde koşan insanı gücüne özendiriyordu.
İ.S.1.yüzyılda, Roma döneminde, Akdeniz’in incisi İzmir, Pagos/Kadifekale eteklerinde denizle haşır neşirken, Buca, Gaziemir düzlükleri, Bornova Ovası İzmir’in boğalarının da şen yurduydu.
Bugün, Berlin’de Pergamon Müzesinde bulunan, o dönemden kalan bir ayağı kırık görkemli bronz boğa heykeli bunun bir ifadesi olmalı.
Ne kadar da sağlıklı, güçlü, kendinden emin, sevimli görünüyor!
Tüm haksızlıklara karşı çıkıyormuş gibi başı dik, onurlu!
Bu durumun bir diğer anlamı çok üzücü:
İzmir’in verimliliğini simgeleyen bu eşsiz boğa heykeli; Bergama’nın Zeus Sunağı ve heykelleri, Söke-Milet’in Pazar yeri kapısı, Germencik-Menderes Magnesia’nın mermerleri gibi alavere dalavereyle ele geçirilip şaibeyle Almanya’ya, yurt dışına çıkarılmış, kaçırılmış/götürülmüş.
Üstelik bunun, Anadolu’dan apartılmış diğer tarihi eserler için bir hapishaneden farkı olmayan Berlin Müzesinin belgelerine “Prusya (Almanya’nın eski adı) Kültür Mirası/Malı” olarak kayıtlı olması ne kadar uygunsuz, saygısız, irkiltici. Bir de boynuna “Nr. 30067” diye bir kayıt/mahkumiyet numarası asılmış.
Oysa Anadolu’nun, Ege Bölgesinin, İzmir’in toprakları hala verimli. Çayırları yemyeşil.
Gürbüz boğalar hala çiftliklerimizde üretiyor, otlaklarımızda vakur bakışlarla dolaşıp duruyor.
Elbette Berlin’e götürülmüş olan, İzmir’in bir diğer simgesi olabilecek bu bronz şaheser, İzmir’in boğası da yuvasına, var edildiği topraklara geri dönmeyi bekliyor.
Sefa Taşkın
20.05.2022
İzmir/Karşıyaka