Gezi davasında tutuklu Hakan Altınay: Birbirimize kulak verecek miyiz?

Gezi davasında 18 yıl hapis cezasına çarptırılan ve şu an tutuklu bulunan Ali Hakan Altınay, Karar gazetesindeki "Birbirimize kulak verecek miyiz?" başlıklı yazısında bazı değerlendirmelerde bulundu.

cumhuriyet.com.tr

Üçüncü Gezi Parkı davasında Mücella Yapıcı, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater, Yiğit Ekmekçi ve Mine Özerden ile birlikte 18 yıl hapis cezasına çarptırılan ve şu an cezaevinde bulunan Avrupa Siyaset Okulu Kurucu Direktörü Ali Hakan Altınay, Karar gazetesi için "Birbirimize kulak verecek miyiz?" başlıklı bir yazı kaleme aldı. 

"Günlük koşuşturma, hayatın rutinleri içinde hikmetini, hediyesini ıskalamamız muhtemel bir faaliyet, dinlemek. Popüler kültür ve mevcut eğitim programları hitabeti, sunum yapma tekniklerini önceliyor" diyen Altınay, "Dinlemenin önemine dair ipuçları etrafa serpiştirilmiş durumda ama fark etmek biraz dikkat kesilmeyi gerektiriyor" ifadelerini kullandı;

Altay, yazısına şöyle devam etti;

" Mesela, Mevlana Mesnevi’sine “Dinle” diye başlıyor. Türkçe’de enfes bir ifade olan “can kulağıyla dinlemek” gibi bir sözümüz var. Dinlemenin edilgen ve sadece kulağa dair bir faaliyet olmadığını hatırlatma amaçlı olsa gerek bu ifade ve ilginçtir ki bir doğu felsefesi olan Zen’de de çok benzer bir önerme var: “Kulağınla değil kalbinle dinle.” Orta Amerika’da yaşayan Mayaların yeni lider bulma zamanı geldiğinde en iyi konuşan değil, en iyi dinleyeni seçmeye gayret ettikleri anlatılır. Benzer şekilde Selçuklu uygarlığının Aristo’su kabul edilen Nizâmülmülk’ün işitme zorluğu çeken yöneticiler için geliştirdiği çözümleri Siyasetname’sine dahil etme gereksinimini hissetmesi meselenin önemine işaret ediyor olsa gerek.

Liderler için başarıya giden bir yol olmanın ötesinde bir toplumu oluşturan sıradan insanlar için de birbirine kulak verme gerekliliğinden, sorumluluğundan bahsedebilir miyiz? Hem Afrika hem de Avrupa düşünce tarihini iyi bilen felsefeci Kwame Appiah “Birbirimize ne borçluyuz?” sorusunu sorduğu çalışmasında, pek akla gelmeyecek bir cevap verir: “Birbirimize merak borçluyuz.” Birbirimizi merakımıza layık bulmayacaksak, birbirimizi dert etmeyeceksek, bir arada yaşamak çok zor olur, der Appiah. Benzer şekilde, yazar Tanıl Bora ortak akıl tanımlamasına “Akıl zaten ortaktır. Eğer bir toplum olarak birlikte akıl yürütemezsek zaten toplum değilizdir” diye itiraz eder.

Memleketimize dair ilginç ve çok umut verici bir çaba olan Boğaziçi Avrupa Siyaset Okulu (link: https://avrupasiyasetokulu.org/) birbirimize karşılıklı merak ve muhabbet borçlu olduğumuz varsayımı üzerine kurulu. Düşünür Simone Weil ve Nobelli bilim insanı Daniel Kahneman dikkatin, kulak kabartmanın ya da merakın ne kadar kıt kaynaklar olduğunu ve tam da bu yüzden ne kadar değerli olduğunu farklı açılardan anlatırlar. Kolay bir şey istemediğimin farkında olarak soruyorum: Bu ülkeyi ve ortak bir kaderi paylaşan bizler birbirimize kulak kabartma iradesini gösterebilecek miyiz?

Bu soru benim için akademik bir soru ya da teorik bir fantezi değil. Olağanüstü kötü bir yargılama sonrası 18 yıl hapis cezasına mahkum edilip karar kesinleşmeden tutuklandım. Aylardır Marmara (Silivri) Cezaevi’ndeyim.

Önceki Cumhurbaşkanları, Anayasa Mahkemesi eski başkanları, çeşitli siyasi parti genel başkanları, baro başkanları ve çok sayıda yurttaş bu yargılamayı lanetledi. Kamuoyu araştırmaları toplumun çoğunluğunun bu kararı onaylamadığını gösterdi. Lakin iktidara sempati ve güven duyan yurttaşlar arasında kararı makul, meşru bulanların çoğunlukta olduğu da anlaşılıyor. Ben kendi adıma bu durumu dert ediyorum ve bu kararı makul bulan vatandaşlara sesimi duyurmaya çalıştım (https://medyascope.tv/2022/06/04/ali-hakan-altinay-yazdi-geziye-dair-siradisi-bir-muhabbet/). Emine Uçak Erdoğan’ın Perspektif’te yayınlanan çok değerli ve çok derinlikli cevabı (https://www.perspektif.online/asil-imtihan-bizim/) dışında bir tepki alamadım.

"DERDİMİ ANLATMAYI BİR KERE DAHA DENEMEK İSTİYORUM"

Birbirimizi sicil amirimiz kabul etmemizin en önemli toplumsal bağımız olduğuna inandığım için derdimi anlatmayı bir kere daha denemek istiyorum: 25 Nisan 2022’de aralarında benim de olduğum sekiz kişi hükümeti cebir ve şiddet yoluyla devirmeye teşebbüs etmek ve buna yardım suçundan mahkum olduk. Gelin görün ki tek bir kişinin eline değil silah ya da taş, bir dal parçası aldığına dair ne bir iddia, ne de bir delil var. İddia makamı iddianamesine ters dönmüş araba resimleri koydu, ben de kendisine defaten “Bu arabaları ben mi çevirdim?”, “Arabaları çevirenler ‘Hakan Altınay dediği için bu arabaları ters çevirdik’ mi dedi?”, “Bu ters çevrilen arabalardan birinin benim olmadığını nereden biliyorsunuz?” diye sordum ama cevap alamadım. “Kardeşin duymaz, eloğlu duyar” dizesini kanıtlarcasına Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi “Kendi ceza kanununuz şiddet unsuru arıyor ama siz değil bunu iddia etmek, sorusunu bile sormamışsınız” tespitini yaptı. Dahası, iddia makamının bir önceki yargılaması sırasında kolluktan gelen tanıklar “Bu kişilerin hiçbirinin şiddete karıştığını görmedik. Tersine bazılarının gergin ortamları yatıştırdığına şahidiz” dedi.

Gezi olaylarının içinde mutlak bir dış mihrak olduğuna inanmak isteyenler olduğunun farkındayım. Lakin bu suçları araştırmakla görevli resmi kurumlar defaten böyle bir delil olmadığını tespit etti. İşin garibi hükümet üyeleri şüphe duyulan kuruluş temsilcileri ile 2013’ten sonra da görüşmeye devam ettiler. Daha da garibi Gezi hakkında film yaptı denilenlerin film yapmadığı, tweet attı denilenlerin tweet atmadığı, banka hesabı açtı denilenlerin hesap açmadığı defaten ortaya çıktı.

"ÖNLERİNE GELEN YENİ TEK BİR DELİL YA DA BİR TANIK İFADESİ YOKTU"

Belki en garibi, aynı iddianame 2019-2020’de de yargılamaya konu edildi o zaman üç yargıç oybirliği ile herkesi beraat ettirdi. Bu sefer ise bir yargıç “Burada tek bir suç delili yok” diyerek herkesin beraatini istedi ama iki yargıç bizleri suçlu buldu… Bunu yaparken önlerine gelen yeni tek bir delil ya da bir tanık ifadesi yoktu. Hatta tek bir soru sormaya gerek duymadılar. Aldıkları kararın üstüne de büyük harflerle “Türk Milleti Adına” yazdılar. İşte bu resim sonrasında bu dava son yılların en çok eleştirilen davası oldu ama yine de bu güzel ülkenin güzel insanlarının bir kısmı bu konuya kulak kabartmamayı seçiyor. Bunun nedeni üstüne biraz daha düşünmemizi öneriyorum.

Çok acı ama haksızlığı, hukuksuzluğu kanıksamış olabiliriz. Hatta “Bana da hayat iyi davranmadı. Başkalarına yapılan haksızlıklarla huzurumu kaçıramam” diyor olabilirsiniz. Bu sefer haksızlıklara maruz kalanların makbul insanlar olmadığı hissiyle içinizi soğutuyor olabilirsiniz. Göz attığınız gazeteler, televizyonlar yargılananlar hakkında olumsuz bir resim çiziyor olabilir. Halbuki zaman ayırıp kendiniz göz atsanız, hepsinin ortak noktasının daha müreffeh, konforlu hayatlar yerine toplum yararını önceleyen tercihleri hayatları boyunca yaptıklarını kolayca göreceksiniz.

Tekrar başa dönecek olursak, ortak vatanımızda böyle rezil işler yapılırken, gözümüzü, kulağımızı kapatma hakkınız var mı? Biz kulak kabartmadığımızda neler olur? İstiklal Marşımızın çok tekrarlayıp, az irdelediğimiz “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal” mısrasını mutlaka hatırlıyoruzdur. Mısranın içeriğini çok düşünme ihtiyacı hissetmiyoruz çünkü istiklal de iyi bir şey, Hakk’a tapmak da… iki iyi şeyin ilintili olması doğal, makul gelir bize. Peki Hakk’a değil de başka bir şeye tapsaydık da istiklal hakkımız olacak mıydı? Ya da istiklal tam olarak kimin hakkıdır? İster adalet üzerine eserler vermiş ünlü filozof John Rawls’u referans alın, ister Nizâmülmülk’ü, istiklal ya da kendi kaderine hükmetme becerisi ve ehliyeti belli bir işlevselliğe, yetkinliğe sahip toplumlara has bir ayrıcalıktır.

Sadece Selçuklu uygarlığının değil geniş bir coğrafyanın ve çağın önemli siyaset teorisyeni Nizâmülmülk, İslam’ı referans almadan da işlevsel bir toplumsal düzen kurma ihtimalimiz var ama zulüm ile başarısızlık garanti tespitini yapar. Nizâmülmülk haklıysa, ülkemizdeki adaletsizliklere duyarsız kaldığımızda, üzerine titrediğimiz devleti ve bağımsızlığını çürüttüğümüzün farkında mıyız? Çocuklarımız “bu çürüme sırasında siz ne yapıyordunuz” dediğinde bir cevabımız olacak mı?

Gezi davasında ya da hayatın başka alanlarındaki adaletsizlikleri dillendirmeyi gereksiz ve riskli bir doğrucubaşılık olarak görenler de olabilir. Her doğruya şehadet etmenin hakim gücün gazabını çekmeye neden olabileceği kaygısıyla sizin işiniz olmadığını düşünüyor olabilirsiniz. Bu durumda sizden iki kişiyi gözünüzün önünde canlandırmanızı rica edeceğim: Birisi Osmanlı’nın en kudretli döneminde Kanuni Sultan Süleyman dahil çeşitli padişahlara Şeyhülislamlık yapmış, cenazesi Fatih Camii’den kaldırılmış birisi olsun. İkincisi ise birincisinden yüzyıllar önce yaşamış ama ne nerede doğduğunu, ne de nerede öldüğünü bildiğiniz bir garip olsun. Zaten öldüğünün günlerce sonra fark edilmesini, naaşının soğuk suyla yıkanmasını dilemiş olsun bu mütevazi Anadolu evladı. Üstüne üstlük birinci kişi, ikincisinin ve benzerlerinin katlinin vacip olduğuna dair görüş bildirmiş olsun. Bir tahmin yapacak olsak, bugün hangisinin sözünün makbul, geçerli olduğunu düşünürüz? Sizin tahmininizi bilmiyorum ama ilki Ebüssuûd Efendi, ikincisi ise Yunus Emre. İlkini pek anan yok ama Yunus Emre herhalde bu memlekette üzerine en geniş mutabakat olan kişilerden. Dönemin muktedirlerinden çekinerek susanlardan olmadığı için 800 yıl sonra Yunus Emre irfanından feyz alma ayrıcalığına sahip isek, bizim de doğruya, hakikate şahitlik etme sorumluluğumuz vardır belki de.

Buraya kadar çok değerli istisnalar dışında muhafazakâr camianın Gezi davasına duyarsız kalmasını, yeterince kulak kabartmamasını eleştirdim ama tek eleştirim bu değil. Gezi’yi önemseyen bazıları, 2013’teki o deneyimi bir aşağıdan kardeşleşme süreci, bir dinleme, anlama devrimi olarak tanımlamayı seçiyor. Bunu önemseyenlerin Gezi’den sahici, samimi bir endişe duyan muhafazakarları anlama, onlara kulak kabartma sorumluluğu olduğunu da kabul edeceğimizi umuyorum. Muhafazakarlar Gezi’deki talepleri fazla maksimalist, fazla hırçın buluyor olabilirler… Daha sabırlı, daha ilim sahibi bir kamusal dili tercih ediyor olabilirler. Bu da -söylemeye bile gerek olmadığını umuyorum- tabii ki makul ve meşrudur. Gezi’ye sempati duyanların, bu tercihe saygı duydukları konusunda, bu tercihi kaale alma iradesine sahip oldukları konusunda kimsenin şüphe duymamasını sağlama sorumluluğu olduğuna yürekten inananlardanım.

Daha kardeşçe bir Türkiye istiyorsak, buna inanıyorsak, hepimize düşen işler var. Ne mutlu ki sorun da biziz, çözüm de… Kendi göbeğimizi kesecek, kendi yaralarımızı iyileştirecek, kendi hikayemizi yazabilecek güce, beceriye sahibiz. Seçim sadece ve sadece, bizim hepimizin."