Cumhuriyet Genç Yazın (29 Ocak 2022)

Cumhuriyet'in gençler için, gençlerle beraber hazırladığı "Cumhuriyet Genç Yazın" okurlarımızla buluştu.

cumhuriyet.com.tr

ANLATIL(A)MAYAN

ALİ KEREM KORKMAZ

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER

“…ekilir ekin geliriz

ezilir un geliriz

bir gider bin geliriz

beni vurmak kurtuluş mu…

Hasan Hüseyin Korkmazgil

Bu yazıyı yazmaya onu kaybedişimizin 38. yıldönümünde karar verdim. Ömrü boyunca onlarca cepheden gelen yüzlerce kurşuna karşı bir şekilde kendini savunmuştu ama kanser onu sırtından hançerledi. 57 yıllık yaşamına ciltlerce eser, Türk siyasal hayatını canlı canlı etkileyen iki dergi sığdırdı. Bunların haricinde ise birçok yerde yazıları yayımlandı. Ölümünün üstünden 38 yıl geçmesine rağmen bugün hâlâ yazdığımız her yazıda öncelikli olarak onun tanıtılması, düzenlediğimiz programlara onu tanıtarak başlamamız benim kanıma dokunuyor açıkçası…

Suçlu olarak hepimizi görüyorum çünkü o “anlatıl(a)mayan” birisi. Öncelikle biz tanımıyoruz ki aynı ilkeleri paylaşmadığımız başkalarına anlatalım onu…

YANILSAMALAR

Bugün hâlâ onu “cuntacı” ve “anti-demokratik” olmakla suçlayan çevrelerin olduğunu görmek acı verici. Bir kişiyi yargılamak için önce onunla ilgili okuma yapmış olmak gereklidir ve onun “Devrim ve Demokrasi Üzerine” adlı eserini okuyanların onunla ilgili bu çıkarımlarda bulunacaklarını sanmıyorum. O, gerçek demokrasi ile yönetilen müreffeh bir Türkiye tahayyülüne sahipti ve ömrünü buna harcadı. Fabian Sosyalizmi’nden, Marksizm’den etkilendi ve Kemalizm’i yeniden yorumladı. Türk Devrim sürecine yeni bir halka olarak “maarifçiliği” ve “anayasacılığı” aşarak yaşadığımız problemlerin “içtimai” değil “iktisadi” olduğunu söyleyerek “iktisadiyatçı” düşünmemiz gerektiğini aktardı. Ona göre sorunların çözümü “iktisadiyatçılık”taydı ve bunu hallettiğimizde kalan bütün sorunlarımız da sırasıyla çözülecekti.

“Yön”ünü kaybetmiş bir ülkeye yeni bir “yön” sunabilmek için ömrünün büyük bir kısmında boynunda iple yaşadı, Doğan Avcıoğlu. Yön’ü çıkardığı yaklaşık 5.5 yıl içerisinde iktidar olma stratejisi defalarca değişti çünkü o zekiydi, dinamikti ve içinde bulunduğu, konjonktüre göre düşünüyordu.

Yazıma başlamadan önce ise Gökhan Atılgan hocanın Cumhuriyet gazetesinde yazdığı “Doğan Avcıoğlu: Devrimci ve tabu yıkıcı” başlıklı yazısını okudum (4 Kasım 2021). Haddime değil fakat bu yazıya eklemek istediğim bir şey var. Avcıoğlu evet devrimci ve tabu yıkıcıydı ama o bazı çevrelerde çok daha büyük tabu haline bürünmüş, görmezden gelinmiş, yanlış anlaşılmıştır. Biz ise devrimci ve tabunun, tabu yıkıcısı olmalıyız.

HASTALIĞI BİLE ENGELLEYEMEDİ…

Ömrü boyunca aşırı üretkendi ve çalışma hırsıyla doluydu. Az uyuyup çok çalıştığı birçok kişi tarafından aktarıldı bugüne. Yakasına yapışan ölümcül hastalığı kadar bile onun üretkenliğini, çalışma isteğini kesememişti. Çok şiddetli mide yanmaları çektiği dönemde yaptırdığı kucak rahlesinde okumaya ve yazmaya devam etti çünkü yapılacak çok iş vardı ve henüz ölmemişti… 4 Kasım 1983’te ise artık bayrağı devretme vakti gelmişti. Birçok kişiyi “rahle-i tedrisi”nden geçirdi, çok fazla kişiyi etkiledi fakat o bayrak yere düşe kalka bize kadar geldi… O bayrağı ömrümün sonuna kadar hep en yüksekte tutma sorumluluğunu yüreğimin en derinliklerinde hissediyorum. Onu tanıdığım zaman “Doğan Avcıoğlu”nu yaşatma ve anlatma sözünü kendime vermiştim ve yine ömrümün sonuna kadar bu söz uğrunda yaşayacağımın sözünü veriyorum… Bu sözleri hâlâ birilerinin veriyor olması da ne başarısız devrim girişiminin, ne hastalığının, ne de ölümünün onu engelleyebildiğini gösterir…

“Devrimci Doğan, devrimci öldü…”

YAŞAMAK

SAKİNE DENİZ YILMAZ

HALİÇ ÜNİVERSİTESİ FEN EDEBİYAT FAKÜLTESİ PSİKOLOJİ BÖLÜMÜ

“Ama ne zaman çağırsam atılgan yanımı/ Çıkıp geliyor gene eski tembelliğim/ Bilmiyorum asla kimim ben/ Kaç kişiyim, kaç kişi olacağım/ Bir çana dokunup da/ Çağırabilseydim gerçek kendimi/ Gerekliysem çünkü kendime/ yok olmamalıyım ben”

Dünyadaki bütün yoksulların ve âşıkların şairi Pablo Neruda’nın bu dizileri bana hayatta “kendim” olmayı hatırlatıyor. Ben olmam yalnızca benimdir. Ne bir ebeveyn, ne ait olduğum kültür, ne de içinde yaşadığım kitle. Benimle yaşayan, benimle soluk alan içinde olduğum bu “benlik”. Yaşamak zorunda olmak ne kadar zor bile olsa, hayatı bir anlığına bile durdurma şansımızın olmamasının ağırlığında kalsak bile. Her gün mutlu uyanmadığımız bu siyasi iklimde, benim gibi hisseden birileri olduğuna eminim. “Yok olmamalıyım ben” diyor Neruda. Yok olmamak için, kendimi bulmam gerek.

Hepimiz bir yanımızı çağırıyoruz bu hayatla baş etmek için. Bazıları sorumluluk almayı, bazıları umursamamayı, bazıları ise bastırmayı seçiyor. Kendimiz olmaya çalışmıyoruz artık. Yalnızca hayatta kalmaya çalışıyoruz.

CANLI OLMAK

“Bir canlının ilk ödevi, canlı olmaktır” der Erich Fromm. İçimizde kaç kendimiz var ve kaçı gerçekten canlı? Kaçı bu hayatın gerçekten farkında? Öylesine mi yaşıyoruz, günlerimizi mi geçiriyoruz? Canlı olmak dayanışma içinde olmaktır, başka canlılara yardım etmektir. Kendini bile bulamamış, kendine dair farkındalığa erişememiş bireyler başkalarına karşı dayanışma gücünü nereden bulacaklar?

Ama doyumsuz, huzursuz ve tedirgin bir hayat yolundayız. Geleceğimize dair endişelerimiz hepsinin önüne geçip bizi kendimizden uzaklaştırıyor. Siyasi yetkeye olan bağımız, hayatta kalmaya odaklı yaşamlarımız bizi gerçekten “yaşamak” eyleminden uzaklaştırıyor.

Heba edilen ömürler, hayatın koşturması, sevdiklerimize gerçekten sevgimizi hissettirmeden, dayanışmadan yoksun hayatlarımız siyasi hezeyanların altında birer birer eziliyor. Bu iklimde “yaşamak” başlığında romantik cümleler elbette komik duruyor. Fakat aradığımız, sorguladığımız, ümitsiz olduğumuz bir gelecek varsa eğer; bu geleceğin çözümü aradığımız şeye zaten sahip olduğumuzdur.

Ateş nasıl kendini yakamazsa, bu hayatta da aradığım şey kendimim. Onu bulamam çünkü zaten ona sahibim. Yaşamak gücünü kendimde bulduğumda başkalarına yardım edebilirim.

GİDİŞİN ERTESİ

OSMAN ŞAHİN

SABANCI ÜNİVERSİTESİ ELEKTRONİK MÜHENDİSLİĞİ

Gitmeler zordur,

Hele bir de sessiz sedasız olanları var ya...

Bir gün gelirsin, bakarsın etrafına;

Sonra bilirsin ki, bir eksiğiz artık.


Susma vakti geldi yanaştı,

Bir mektup gibi buruşturulup atılan gönlüme.

Anladım ne kadar çok yorulduğumu;

Kızaran gözlerime aynada baktığım zaman.


Kimse masum değil...

Merhaba, çaresiz gözlerim !

Uyanma vakti geldi artık.

İlkbaharın ilk yansımaları, hoşgeldin...

BİZİM ORA

TİLBE ŞEVVAL YILDIRIM

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ FELSEFE BÖLÜMÜ

“İsmin artık bu” dedi, kabul ettim. Etmesem ne çıkardı ya. Bunca yaşanandan sonra karşı gelsem kazanan yine o olmayacak mıydı? Geçmişi düşününce, kendimden eksilenler dışında bir şey göremez oldum. Şimdi ismim de farklı bir aidiyete doğru yol alıyordu. Yazgım yeniden yazılıyordu. Kaçsam gitsem diye çok düşündüm, hakkımı yemeyin. Ama nereye gideceğimi, nasıl bir düzen kurabileceğimi kestiremedim. Her örnek kötüydü, her gün kötüydü... en azından yapacağım belliydi; yeni ismime yüklenen görevlerle sürüp gidecekti günlerim. İsmim gülmesi gereken yerde gülecek, alıp başını gitmesi gereken yerde ardına bakmayacaktı. İsmimin aracı olacak bedenim, ben olmak dışında her şey olacaktı. Kadın olacaktı, eş olacaktı, yüksekten bakacak ama itaatkâr olacaktı...

Çok fazla düşünürsem delirecek gibi oluyorum. Onun için zamana bırakıyorum yaşanacakları. Zaten şu yaşıma değin en çok zamana bırakmayı öğrendim. Müdahale ettiğim de edemediğim şeyler de kendi çizgisinde ilerlemeye devam etti. Onca emek bir rüzgârla yıkıldı, bir çizikte oluk oluk kan oldu aktı. Onun için hissizleştim, akışına bıraktım. Görüp de “bilmiyorum” dedim, kulağıma geleni duymadım varsaydım. İnsanlar, böyle daha mutlu olunacağı ile ilgili demeçler yayımlıyorlar her gün. Sanıyorum kimsenin daha benden haberi yok.

Eskiden, istemesem de bir görüşe sadıktım. Bir inanca tabiydim, bir gayeye inanırdım. Karşımda yıkılan birini görünce içimden, ezip geçmek gelse de yapamazdım. Halbuki öylesi daha kolaydı. Ama bizim orada öyle içinden geldiği gibi davranamazdın. Herkesin uyması gereken şaşmaz çizgilerle ağları örülmüş kurallar, yerine getirilmesi farz olan sorumluluklar vardı, en azından gün aydınlıkken. Gün döndü mü, sanki gören göz de duyan kulak da paydos ederdi. Edermiş. Ev dedikleri dört duvardan, sıcak ateşin başından ancak sigara içmeye pencereye çıkar; “görmedim” diyebilmek için ışıklarını açmaz, “duymadım” diyebilmek için radyosunu sigarasına ortak bellerdi bizim ora. Böyleydi köyüm. Böyle bir yerde içimi hınçla doldurdular. Böyle bir köyde, kimse anlamasın diye en kırmızısından kuşağı geçirdiler belime. Bizim oradan geriye ne içimde kötülük edecek mecal kaldı ne de kötülük görünce durdurabilecek yürek... Demir parmaklığı olmayan ama ateşi her daim yanan hapishaneye bu köyden uğurlandım. Önce direnme hakkımı elimden aldı bu köy, sonra konuşma hakkımı. Şimdi de düşünemez oldum. Hangi gündeyiz, neredeyiz, akışına bıraktım.

Şimdi yeni aidiyetimin omuzlarına yüklenecek sorumlulukların listesini sıralıyorlar önüme. İşçi olarak görülen bu beden, var oluş, kafa... Yine de çok düşünmüyorum önümü. Akışına bırakıyorum. 

Bir delilik vuku bulma cesareti gösterinceye değin...