Bize rağmen var olan bir insanlığın tarifi!

Bilinmeze doğru sürüklenen hayatlarıyla en sert gerçeklere işaret eden uçurumların kıyısında dolanan dört insan... Karanlık geçmişi tuhaf olaylarla dolu, bacakları dizlerinden kesik yaşlı Efsun Abla... Kim olduğunu hatırlamayan, hafızasını yitirmiş Adnan Abi... Sokaklarda bedenini satarak para kazanan Hülya... Bir sabah ailesini, işini terk ederek sokaklardaki tekinsiz hayata karışan şair Musa... Ve çöpte bulunmuş, her daim gülümseyen bir bebek, Matruşka... Mine Söğüt, yeni romanı Başkalarının Tanrısı’yla (Can Yayınları) biri bebek beş sokak insanının yarı hayal yarı gerçek hikâyesiyle, yanından geçip gittiğimiz insanların tanrısına ve medeniyetin (!) temellerine dair derin bir sorgulamaya girişiyor.

Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap Eki

Fotoğraflar: KAAN SAĞANAK

BİR VAROLUŞ HALİ

- Efsun Abla... Adnan Abi... Hülya... şair Musa... Ve çöpte bulunmuş bir bebek, Matruşka... Herkesin vazgeçtiği bir yerde, her şeyin gözden çıkarıldığı bir kuytuda, “üşümekle ısınmak, donmakla çözülmek, var olmakla yok olmak arasında” kendilerine bir yer/yurt/koza bulan insancıklar...

Birlikte tükenen birlikte dirilen, birlikte direnen adeta günübirlik yaşayaduran canlar... Yıkıla yıkıla bir şekilde yıkılmamak böyle olsa gerek. Dibe vuruyorlar kimi gönüllüler de buna, hayatın sillesini göğüslemiş/çözümlemiş, haklı dramlarına kapılmadan ayrıksı bir boyutta deli dobra eyvallahsız yola devam ediyorlar...

Kahramanları kurgularken neden böylesi bir yapıyı tercih ettiğinizi sormak romanın ana duygusunu açımlamanızı rica etmek de olacaktır...

Sanırım çağımızın temel meselesinin yıkılmakla ayakta durmak arasında verilen bir varoluş çabası olması yüzünden bu kahramanlara yöneldi zihnim.

Sadece bir yüzyıl önce kurulan hayallerin, ideallerin, umutların tepetaklak oluşuna tanıklık ettiğimiz ve kendimize henüz tam olarak itiraf etmesek bile bu tanıklıkla beraber ağır bir sorumluluk da hissettiğimiz bir süreçten geçiyoruz.

Yıkılmak ya da dirilmek dışında bir ara formül olmadığını hissettiğimiz bir sıkışıklığın içinde sorguladığımız bir varoluş halinin yükü en yaşlı insandan en genç insana kadar herkesin sırtına aynı acımasızlıkla binmiş durumda.

Tüm canlılar gibi, en ağır koşullarda bile hayatta kalmayı vazife edinen insanın bu vazifesiyle başa çımaya çalışırken cebelleştiği sorgulamaları en yoğun yaşadığı çağlardan birindeyiz. Bu sadece ülke özelinde değil, tüm dünyada aynı. Her zamankinden belki daha fazla sorumuz var ve hala bir cevabımız yok. “Başkalarının Tanrısı” işte bu meselenin romanı.

‘BU, BİR DİRENÇ ROMANI!’

- Hayli dramatik hatta vahşi hikâyelerini yarı gerçek yarı düşsel bir boyutta aslında gerçekçi bir izlekte kesiştiriyorsunuz. Bize özgü, kimi arabesk ve/veya klişe olarak görülebilecek bu kader kurbanlarının kentin cangılında, yaşamın ikircikli, oyunbaz akışında kendi içlerinde bir kaybolup bir belirmesi fakat yine de ille de yitmeyişi olarak okudum Başkalarının Tanrısı’nı. Ne der yazarı?

Hepimiz gerçekle hayalin iç içe geçtiği bir dünyada yaşıyoruz. Ve hayallerimizi gerçeklerden beslenerek ya da zehirlenerek kuruyoruz. O yüzden her hayalin özünde ağır bir gerçekliğin damgası var. Belki de bizi hayatta ve hatta dengede tutan şey bu.

Evet, bu bir direnç romanı. Ama kahramanlarının ayakta kalmak kadar sürünmek için de gösterdiği bir direnç söz konusu.

- Eril dünyanın raconlarının hababam kesildiği, şiddetin her şekline maruz kalmış, toplumdan itilmiş kadınlar... Bacaklarını kesecek kadar kendinden vazgeçmiş, aşka sarılmış bir kadın... Günlük rutinine bayrak açmış kentli ve şair bir erkeğin yılgınlığı... Unutmayı tercih etmiş bir adam... Çöpte bulunan bir bebeğin her daim gülümsemesi...

Yıkıldı yıkılacak bir binanın altında, yıkıldı yıkılacak dünyaları, yıkıldı yıkılacak neşeleriyle kim bunlar? Şair Musa da sıklıkla soruyor, sorguluyor bunu. Biz de soralım, kim bu kimsesizler ve neden buradalar? Nereden geldiler, nereye gidiyorlar? Nasıl da vazgeçmiyorlar?

Vazgeçmiyorlar çünkü hayatta kalmaya programlılar ama kalmak istedikleri hayatın anlamını kavrayamıyorlar. Onları ve hatta bizleri inatçı kılan da sanırım anlam arayışı. Bu insanlar tanrının hiç ama hiç umursamadığı insanlar. Her gün onların yanlarından kayıtsızca geçip gidiyoruz.

Her gün aynaya baktığımızda karşımızda onları görüyoruz. Her gün onlardan birinin daha sokağa düşmesine, dolaylı yoldan da olsa neden oluyoruz. Ve kendi yarattığımız tanrının bu insanları yani bizi hiç umursamamasının ne anlama geldiği üzerine zerre kadar kafa yormuyoruz.

Bizim yüzümüzden ve bize rağmen var olan bir insanlığın tarifi bu kahramanlar. Yılgınlıkları bizim yüzümüzden, dirençleri bize rağmen. Biz dediğim, binlerce yıldır özenle şekillendirdiğimiz zehirli ve dolayısıyla tehlikeli kolektif bilincimiz.

‘MUSA ÇEKİRDEĞİNDEKİ KADİM GÜCÜN ANLAMINI KOVALAYAN BİR KAHRAMAN’

- Ailesini, işini, kurulu kutsal düzenini terk etmiş, romandan alıntıyla “tüm bağlarından silkinivermiş, köklerini kendi kendine sökmüş, kendi iradesiyle toprağından kopmuş bir ağaca benzeyen”, “İki berduşun dünyasında yeni bir anadil öğreniyorum. O dilin şiirine de zehrine de yakın bir hayatın içinde, içime doğru yeniden büyüyorum.” diyen şair Musa nasıl bir şiir yazıyor romanın kurgusunda?

Nasıl bir “kayıp, dışlanmış, istenmeyen, görünmeyen, umursanmayan” ruhlar ve uğultusu, kaosuyla şehir profili çiziyor okuyuculara?

Ve onunki nasıl bir kayboluş, terk ediş, sırra kadem basış ve “hazırlıksız yakalandığı tuhaf bir yaşam hazzı”?

İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özelliğin soyutlama becerisi olması önemlidir. İnsan kendi cennetini de cehennemini de bu beceriyle, aynı kaynaktan yaratır. Korkuyla cesaretin, tevekkülle isyanın çekirdeğinde bulunan soyutlama, bir silah işlevi de kazanabilir, bir kalkan görevi de üstlenebilir.

Şiir insana soyutlama yeteneğini en bağımsız, en koşulsuz, en samimi şekilde kullanabileceği bir dünya vaat eder. Musa şiirin peşine düşerek aslında çekirdeğindeki kadim gücün anlamını kovalayan bir kahraman.

Onun gözünden ve dilinden dünyaya baktığımızda, kazanmanın ve kaybetmenin anlamını değiştirebileceğimiz sınırsız bir alanın da var olabildiğini ama bu alanı kullanırken alışkanlıklarımızın, öğrendiğimiz şeylerin ve hatta korkularımızın esiri olmaya devam de edebileceğimizi gösteren bir dönüşüm çabasını sorgulamamız gerekir.

Yapmak istediklerimiz, yapamadıklarımız ve yapmadıklarımız... Bu sadece şair Musa’nın değil hepimizin şiirsel trajedisidir.

- Eski yerli romanların trajik duygusundan günümüze nasıl bir esinle, kültürel bir demle uyarlanıyor da bu yol hikâyeleri?

Ben en baştan beri, şehrin karanlığından, karmaşasından beslenerek yazıyorum. Şehir, yani İstanbul, roman sanatının geleneksel trajik yapısını kültürel dönüşümle harmanlayarak yoğunlaştıran bir dinamiğe fazlasıyla sahip.

Evet, bu bir yol hikayesi ancak o yol şehirden dışarı çıkan bir yol değil. Uzaklara gidiyor ama bir sarmal gibi şehrin dibine, ruhun ve bilincin derinliklerine inerek ilerliyor. Hem uzaklaşıyorsunuz hem de olduğunuz yerde kalıyorsunuz.

- Devran... Efsun’un ve Musa’nın yaşamlarının ve romanın da en karanlık gölgesi demek yanlış olmaz sanırım..

Evet, Devran tuhaf bir aşk hikayesinin kahramanı. Sorunlu ve soyut aşk kavramının neredeyse somut hali. Sevginin gaddarlıkla kurduğu derin ilişkiyi bünyesinde çoğaltan ve beden üzerindeki mülkiyet hakkını sorgulatan karanlık bir gölge.

‘MATRUŞKA BU ROMANDAKİ KİLİT KAHRAMAN’

- Çöpte bulunan Matruşka bebek... Romanın tazelendiği, aydınlandığı, umutlandığı her anda bu bahtsız bebek var. Neler vaat ediyor onun varlığı ve şehirle kavgalı, yaşama eyvallahsız Efsun, Adnan, Hülya ve Musa hep birlikte neler düşlüyor Matruşka için?

Matruşka bu romandaki kilit kahraman bence. Ve okurun bana hakkında sormasını istemediğim, aksine benim okura hakkında sormak için can attığım en özel karakter. Bir bebeğin masumiyetinde ve edilgenliğinde sorgulayabileceğimiz değerlerin, hayatı ve kendimizi anlamlandırma uğraşımızda çok kıymetli olduğunu düşünüyorum.

‘MÜLKİYET VE MAHREMİYET, İNSANLIĞIN BAŞININ BELADA OLDUĞU İKİ KAVRAM’

- Diyor ki Musa; “Kahveyi yıkıyorlar. Mahalleyi yıkıyorlar. Altında kalıyor muyuz? Kalıyoruz valla. (...) Ama küllerimizden yeniden doğar mıyız? Doğuyoruz; ne yalan söyleyeyim, ölüp ölüp doğuyoruz. Bir bina yıkılıyor, bir mahalle yok oluyor, bir ülke çöküyor, bir dünya en başa, toz bulutuna dönüyor.”

Metnin şehrin yıkıntılarının pek çok alanda sarsılan ülkemizin ve yeniden savaşa boğulan dünyanın yıkıntılarına işaret ettiği anlarına ilişkin neler söylersiniz?

Bitmek bilmez bir yıkım ve inşa sarmalı içinde kendini geliştirmeye çalışan ve sorularının cevaplarını bu kaotik döngüde arayan insanlığın başının belada olduğu iki temel kavram var. Mülkiyet ve mahremiyet.

Bizim olduğunu sandığımız ama bizim olmayan, kurduğumuzu sandığımız ama aslında yıktığımız, korumaya çalışırken zarar verdiğimiz hayatın çıkmazları mülkiyet ve mahremiyet tabularının eseri.

Ahlaktan, hukuka, inançtan geleneklere temel değerleri bu kavramlardan yola çıkarak belirlediğimiz zaman, denediğimiz tüm yollar aynı çıkmazda tıkanıyor. Dünyanın savaşlarla, açlıkla, adaletsizlikle, eşitsizlikle verdiği savaşta bin yıllardır tökezlemesinin temelinde bu kavramları sorgulamaya yanaşmaması var

Başkalarının Tanrısı da evini terk edip sokakta yaşan farklı nedenlerle de olsa ortak ve yeni bir mülkiyet ve mahremiyet arayışına girmeye çalışan kahramanların sorgulamaları üzerinden ilerliyor. O yüzden yıkılan bir mahallede başlıyor, yıkılan bir sistemin içinden geçiyor ve yıkılan hayallere, bizim son yıllarda vardığımız aynı yere ulaşıyor.

SOYUTLAMANIN SINIRLARI

- Bir süre sonra Köpek Ahmet ve Ölü Komiser karakterleriyle de bütünlenen romanın çok önde olmamakla birlikte fantastik yönüne ilişkin neler söylemek istersiniz?

Soyutlamanın sınırlarını genişlettiğinizde fantastiğin içinde daha uzun ve geniş bir yol alabiliyorsunuz. Soyutlamaları da gerçeklikten yola çıkarak yaptığınız için aslında fantastik ögeler bir takım gerçeklerin aynası oluyor.

Her ne kadar dili ve kurgusu daha önceki romanlardan biraz farklı olsa da masalsı ögeler açısından diğerleriyle paralellik gösteren bu romanda da Ölü Komiser’in, Köpek Ahmet’in ve Kırların Hatçe’nin dünyasından geçen yan hikayeler ana hikayeyi besleyen aynalamalar.

- “Aşağıdan ya da yukarıdan, fark etmez. Önemli olan insanın kendisinden başkasına bakmayı bilmesi. O zaman biz de bir başkası olduğumuzu anlarız. İnsanın en büyük meselesi kendisini anlamlandırmasıdır.” (...)

“Hepimiz sistem dışına çıkarsak hayatta kalamayız sanıyoruz. Sistemin içiyle dışı arasındaki fark hakkında zerre kadar bilgimiz yok. Ama heyula gibi bir korkumuz var. Biz, hepimiz, iyi kötü bir tanrıya inanıyoruz. O tanrının bizim değil, başkalarının tanrısı olabileceği fikrini her yıkımda, her felakette, her yüzleşmede hızlıca zihnimizden kovuyoruz.”

Anlam arayışı, inanç ve korku arasında kendiyle ve Tanrı’ya nasıl bir sorgulaması olduğunu açmanızı rica ederek bitirelim söyleşimizi.

Kendi yarattığı ve adını tanrı koyduğu bir iktidardan ölesiye korkan insanın, uygarlığını yanlış temeller üzerine inşası sırasında düştüğü tuzakları düşünmeye başladığınızda, insanlığın bir birey gibi işinin ehli bir psikoloğun karşısına geçmesi gerektiğini hemen görebiliriz.

Zihinsel olarak kendi sorumluluklarını hayali yaratıcılara havale eden ve kendisini ödül ve ceza yöntemiyle hizaya sokmaya çalışan hastalıklı bir uygarlığı neden ve nasıl kurduğumuzu dürüstçe sorgulamalı, bunu korumak için neden inat ettiğimizle yüzleşmeli ve bunu yapmadan daha iyi bir dünya hayal etmenin mümkün olmadığını da kabul etmeliyiz. Yoksa kendimizle asla yenişemediğimiz kanlı savaşımız hiç bitmeyecek.