"Milli Eğitim Bakanlığı, bağışlarla yürüyen bir bakanlık haline geldi"
Eğitim politikalarından sorumlu CHP Genel Başkan Yardımcısı Lale Karabıyık, bütçeden eğitime ayrılan payı eleştirerek, “Maalesef Milli Eğitim Bakanlığı, bağışlarla yürüyen, ihtiyaçları karşılamaya yönelen bir bakanlık haline geldi. Bağış varsa derslik yapılıyor. Bağış varsa tablet alınıyor. Bağış varsa meslek içi eğitim yapılıyor” dedi.
ANKACHP Bursa Milletvekili Lale Karabıyık, partisinin genel merkezinde bugün düzenlediği basın toplantısında, Milli Eğitim Bakanlığı bütçesini ve eğitim politikalarını eleştirdi. Karabıyık, şöyle konuştu:
“Bildiğimiz gibi bütçe maratonunun içerisindeyiz. Daha henüz Meclis’e gelmedi. Komisyon’da görüşülüyor ve bu maratonun ilk haftasında da Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesi komisyonda görüşüldü. Biz de birtakım sorunları ve yanlış uygulamaları dile getirdik. Ayrıca Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 19 yıllık iktidarı boyunca Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinin ve içerisindeki eğitim yatırımlarının nereden nereye geldiğini grafiklerle, tablolarla gösterdik. Yani öyle ‘Aslan payı Milli Eğitim Bakanlığı’nın’ demekle olmuyor. Biz, birtakım gerçekleri, bu grafiklerle göz önüne serdik. Bir itiraz da zaten gelmedi. Şimdi öncelikle yetersiz olan Milli Eğitim Bakanlığı bütçesine değinmek isterim. Bir ülkede eğer eğitime yeterli bütçeyi ayırmazsanız birtakım sorunlar ortaya çıkıyor ve eğitime verdiğiniz önemin temel göstergelerinden bir tanesi de ayırdığınız bütçe. Bunu da unutmamak gerekiyor. Bu arada öğrenci başına yaptığı harcama, eğitim bütçesinin merkezi bütçe içerisindeki oranı, eğitim bütçesinin milli gelir içerisindeki payı gibi veriler, gerçekten eğitimi nasıl şekillendirmek istiyorsanız, hedeflerinize nasıl ulaşmak istiyorsanız, bunlar adına son derece önemli.
“EĞİTİME MİLLİ GELİR İÇERİSİNDEN AYRILAN PAY SADECE YÜZDE 3,47”
26 milyon öğrenci eğitim görüyor ülkemizde. Yani 83 milyon da bir nüfusun olduğunu varsayarsanız yaklaşık yüzde 31’i öğrenci olarak düşünün. Milli gelir içerisinden eğitime ayrılan pay ise sadece yüzde 3,47. ‘Peki diğer ülkelerde nasıl, dünyada bu durum nasıl’ derseniz; dünyada minimum yüzde 4,2 ile yüzde 8 arasında değişiyor. Yani sonuçta, yetersiz olduğunu görmekteyiz. Diğer taraftan Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesinin yetersiz olması, bir takım sorumluluklarını yerine getirememesi anlamında Milli Eğitim Bakanlığı sorumluluklarını yerine getirmeyince, bu defa vatandaşların eğitim için yapası gereken harcama miktarında mecburen artış oluyor. Yoksulluk ortamında, gelinen noktada bazı vatandaşlar bunu yapabiliyor. Bazı vatandaş, gayret etse de buna imkanı olmuyor. Aslında zaten eğitim bir haktır ve parasız eğitim, devletin temel görevidir ama böyle bir ortamda vatandaşın bir kısmı, bu harcamaları üstlenip bir kısmı da bunu yapamaz durumunda olunca eğitime erişim sorunu ortaya çıkıyor ve eğitime erişimdeki eşitsizlikler katlanarak artıyor. Yani fırsat eşitsizliği dediğimiz noktada bir derinleşme meydana geliyor. Tabii durum böyle olunca, ortaya son derece farklı problemler de ortaya çıkıyor. Mesela en son, fırsat eşitsizliğinin ya da eğitime erişimdeki farkların, uç farkların etkisini biz LGS ve YKS sınavlarının sonuçlarında da gözlemledik. Uçurum farklar vardı. Yani daha iyi eğitim alabilen, maddi imkanı daha iyi olan öğrenci ve aileler için baktığınızda sonuçlar farklıydı ve genel olarak baktığınızda, eğitime erişimi yetersiz olan öğrencilerin ise sonuçlarında büyük farkları, üzücü olarak gördük.
“GÖRÜNEN RAKAM ÜZERİNDEN BİR TASARRUF DA YAPILDI”
Adalet ve Kalkınma Partisi 2002 yılında iktidar olduğunda, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesinden eğitim yatırımlarına ayırdığı pay, yüzde 17 küsurlardaydı. Yani devraldığında, yüzde 17, kendi bütçesinden yüzde 17 küsurunu eğitim yatırımlarına ayırıyordu. Ancak bu, zaman içerisinde yüzde 3 buçuk seviyelerine kadar düştü. Geçen yıl, yüzde 4,35 olarak oluştu. Ancak şunu da unutmayalım; geçen sene Milli Eğitim Bakanlığı’na verilen bütçeden de o görünen rakam üzerinden bir tasarruf da yapıldı. Tek tasarrufa yönlendirilen bakanlık, Milli Eğitim Bakanlığı olmuştu. Yani bu bütçeden de hepsinin kullanılmadığını kabul edelim. Bu yıl ise eğitime ayrılan pay yüzde 8’e çıkartıldı ancak bu Covid ortamında gerçekten anlamlı bir artış değil ya da önceki dönemlerin eksiğini, kaybını telafi edecek ya da Milli Eğitim Bakanlığı’nın şu hedefleri gerçekleştireceğiz demesine baktığınızda, bu hedefleri gerçekleştirebilecek bir artış olmadığını çok net olarak size söyleyebilirim.
“MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI BAĞIŞLARLA YÜRÜYEN BİR BAKANLIK HALİNE GELDİ”
Ülkemizde bir taraftan derslik ihtiyacı hızla artıyor. Önceki dönemlerde yılda 11 bin derslik, en az yapılabilirken geçen yıl yapılamadığını ifade etmiştik. Bu Covid süreciyle ilgili değil, yeterli bütçe olmayışındandı. Bu yıl ise 5 bin 260 civarında bir derslik tamamlandı. Ama o da yeni başlanan değil önceden başlanmış ve tamamlanan dersliklerdi. Oysa şöyle düşünelim; derslik ihtiyacı zaten var. Sayıştay raporunda var. Sayıştay raporunu bir kenara bırakalım. Milli Eğitim Bakanlığı, kendisi yaptığı açıklamalarda bunu dile getirdi. Aynı öğretmen ihtiyacında olduğu gibi. Diğer taraftan okul öncesi eğitim zorunlu hale gelecekse yine bir derslik ihtiyacı var. Diğer taraftan halen birleştirilmiş sınıflarda eğitim gören yerlerimiz çok fazla. Bir de pandeminin koşulları var. ‘Sosyal mesafe’ diyoruz ama her nedense derslik işinde Milli Eğitim Bakanlığı sınıfta kaldı. Yapılanlar ise birtakım bağışlarla yapılmaya çalışılıyor ve hep ifade ettiğim gibi maalesef Milli Eğitim Bakanlığı, bağışlarla yürüyen, ihtiyaçları karşılamaya yönelen bir bakanlık haline geldi. Bağış varsa derslik yapılıyor. Bağış varsa tablet alınıyor. Bağış varsa meslek içi eğitim yapılıyor gibi bu örnekleri artırabilirim. Tablet demişken; bakın, eğitime erişemeyen öğrencilerimizin 2,4 milyon olduğunu biliyoruz. Bir önceki dönemde. Her ne kadar, şu kadar bu kadar tablet dağıtıldı dense de sadece 600 bin adet dağıtıldığını biliyoruz. Benim verdiğim soru önergesinde aldığım yanıtta zaten buydu. Yani Covid sürecinde sadece 600 bin tablet dağıtıldı. Bu da bağışlarla gelen bir 600 bin tabletti. CHP’li belediyelerimiz, çok daha fazla sayıda, her bölgemizde öğrencilerin ihtiyaçlarını karşıladılar. Bunu da belirtmek isterim. Yalnız şunu da ifade edeyim; 2,4 milyon öğrencinin erişimi yoktu. Oysa bu öğrencilerin erişimin sağlamak için alınacak olan tablet miktarı, Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinin sadece yüzde 1,5’ydi. Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi yeterli olarak verilse veya verilen bütçe kullandırılsa veya o kullanılan bütçe planlı harcanmış olsa, sadece yüzde 1,5’u yeterliydi. O yüzde 1,5 ile bu kadar öğrenci eğitimin dışında kalmayacak, eğitime erişimde sorun yaşamayacaklardı.
“BU EĞİTİM SİSTEMİ İÇİN OTORUP AĞLAMAK GEREKİR”
Eğitime erişimdeki adaletsizliğin YKS ve LGS’ye giren öğrenciler arasındaki bir farkı da meydana getirdiğini de söylemiştik. Bir de şunu ifade etmek isterim; aslında Milli Eğitim Bakanlığı’na yeterli bütçe ayrılması, yani eğitimden tasarruf olmaz, eğitime yeterli bütçe ayrılırsa o zaman ekonomik olarak ve sosyal olarak da şunu sağlamış oluyorsunuz. Yoksulluğun aileden çocuğa geçmesinin de önüne geçiyorsunuz. Çünkü o çocuk iyi bir eğitim alacak, çünkü o çocuk hayata hazırlanacak ve iyi bir iş sahibi olacak. Ailesinin yoksulluğunu kendisi yaşamayacak. Aslında orta ve uzun vadede duruma bu şekilde bakıldığında bile eğitim bütçesinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ifade etmek gerekiyor. Diğer taraftan, öğrenciler orta öğretimde hazırlanıyorlar ve üniversite sınavlarına giriyorlar ve bakanlık bütçesinde sürekli şu cümleler geçti, ‘Türkiye’de eğitim sistemi bir harika, Türkiye’de eğitim sisteminin hiçbir sorunu yok, öğrenciler çok iyi yetişiyor’. Yani biz hayretler içerisinde bu ifadeler baktık. Ben çok örnek verebilirim. Eğitim sisteminin kötü olduğuna dair. Her neresinden baksanız elinizde kalıyor ya da mikrofonu herhangi bir vatandaşa, anne baba olan kişiye uzatın, size veryansın edecektir. Çükü o kadar çok sorun yaşadılar ki o kadar birikti ki; sınav problemleri, eğitim sorunları, erişemezlik, yani çok sayıda size sorun sayacaklardır. Ama ben bir tanesini dile getirmek istiyorum. Eğer eğitim bu kadar başarılıysa YKS’de, bir temel TYT dediğimiz bir temel yeterlilikler testi var. 40 matematik, 40 Türkçe, 10 fen, 10 sosyal bilgiler sorusu soruluyor. Bakın, 40 matematik sorusunda 1 tanesini bile doğru yanıtlayamayan öğrenci sayısı geçen yıl 900 küsur bindi. Bu yıl 1 milyonun üstünde. Sorarım size, temel matematik 40 tane sorunda 1 tane bile doğru yapamayan öğrenci sayısı 1 milyonun üzerinde ise bu eğitim sistemi için oturup ağlamak gerekir. Bundan mahcup olmak gerekir.
“ÖĞRETMEN KADROLU OLUR”
Öğretmenlerimizin sorunlarını da hepimiz biliyoruz. 700 bine aşkın öğretmenimizin atama yapılmadan beklediğini biliyoruz. Ataması yapılmıyor. Bu yıl sadece ataması yapılan öğretmen sayısı 7 bin 154. Ama emekli olanları da tabii bir taraftan saymak lazım. Yine tekrar etmek istiyorum ki okul öncesi eğitim zorunlu hale gelecek, işte bu kadar birleştirilmiş sınıf var. Bu kadar ders boş geçiyor ve bir sürü eksikler var. Bizim öğretmenlerimiz ataması yapılmadan bekliyorlar ve ziyan oluyorlar. Sınıflarına gidip derslerini anlatıp, öğrencileriyle bir araya geleceği günü bekliyorlar hevesle. Oysa biz Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinde buna değindiğimiz zaman bize diyorlar ki ‘Hiç boş geçen ders yok’. Ama biz öğrenciyle bir arada olduğumuzda, okulun ilk başladığı haftalarda 5-6 dersi boş geçenler, sonra ikiye inen olduğunu söylüyorlar. Ya da bunun gibi benzer örnekler. Şöyle bir açıklama getiriliyor, ‘Hiç boş dersimiz yok, ücretli öğretmenlerle boş dersleri tamamlıyoruz’. Ücretli öğretmenlerle boş dersleri tamamlamak sorunu çözmek midir? Bu kadar 700 bin atama bekleyen öğretmen varken şu anda 83 bin ücretli öğretmenle bu sorun çözülür mü? Niçin ücretli öğretmen? Öğretmenleri atayınız. Öğretmen ücretli olmaz. Öğretmen sözleşmeli olmaz. Öğretmen kadrolu olur. Bunu sürekli ifade ediyoruz. Ama ücretli öğretmenlerle ihtiyacı böyle belirli noktalarda karşılamayı çözüm olarak görüyorsa iktidar, o zaman bu eğitim sistemi gerçekten çökmüş demektir.
“AÇTIKLARI ÜNİVERSİTELERİN İÇİ BOŞ”
Yüksek öğretimde yaşanan sorunlara baktığımızda, bu dönem en çok dikkatimizi çeken haberlerden bir tanesi, taktir edersiniz ki kontenjanların boş kalmasıydı. 2006’dan bu yana çok farklı yerlerde, ülkenin her yerinde üniversiteler açılıyor. Biz isteriz tabii ki üniversite açılsın, üniversiteler olsun ama içi dolu olsun. ‘Bir dekan, bir mekan’ anlayışıyla olmasın. Akademik personeli yeterli ölçüde olsun. Derslikleri, laboratuvarları olsun. İyi bir eğitim versin ve istihdam konusunda da bu üniversitelerimizle bir noktayı aşalım. Ancak 2006’dan bu yana açılan üniversitelerin içi boş. Her yerde üniversite açacağız diye, açtıkları üniversitelerin içi boş. Belli kontenjanlara bakmadan, belli yerlere, belli bölümler açılıyor. Yani hangi bölümü açmak daha kolaysa, hemen açılıverecekse sadece bu gözle bakılıyor. Bir envanter yapılmıyor. Bize bütçede dediler ki ‘Siz üniversitelerin açılmasın karşı mısınız’. Niçin karşı olalım? Bu ülkede işsizlik var. Bu ülkede ekonomide sorunlar var. Her geçen gün mezun olan öğrenciler, iş bulamıyor ve iş bulamadıkça da üniversite eğitimi konusunda soru işaretleri yaşıyorlar. Biz diyoruz ki meslek envanteri yapılmalı. Hangi mesleğe ne kadar ihtiyaç var? Üniversite kontenjanları, buna göre verilmeli. Fakülteler buna göre açılmalı ama bir yığılma hasıl olduğu zaman işte görüyorsunuz oradan mezun olsa bile öğrenci ya işsiz ya da kendi alanında çalışmıyor. Farklı bir alanda yaşamını devam ettirmeye çalışıyor. Ama olması gereken bu değil. Bu yanlış. Yine son dönemler sıkça tabir ettiğimiz, ‘ev genci’ dediğimiz işsiz gençlerimiz oluştu. Şimdi kontenjanlar boş kaldı. 250 bin kontenjan boş kaldı haberleriyle başlandı ve yerleştirmeler hemen açıklanmadı, çünkü oradaki tablolar gerçekten üzücüydü. Şöyle bir açıklama gelebilir; ‘Aslında bu yıl kontenjanlar arttı da onun için kontenjan fazlası oldu’. Hayır, 15 bin kontenjan arttı ama 160 bin öğrenci de fazla sınava girmişti. Yani bunları bu açıklamıyor. O zaman oturup burada düşünmek, yeniden değerlendirmek ve eğitim sistemindeki, yüksek öğretimdeki yanlışları, çok net olarak görmek lazım.
“AKADEMİK ÖZGÜRLÜKLER DE 175 ÜLKE ARASINDA 170. SIRADAYIZ”
Üniversite eğitiminin yapıldığı mekanlara ve idarelerine geldiğimiz zaman, şunu hep söylüyoruz. Artık üniversitede akademik özgürlükler, her geçen gün biraz daha kötüye gidiyor. Akademik özgürlüklerde 175 ülke arasında maalesef 170. sıradayız. Bu da çok üzülecek, utanılacak bir durum. Bu sırada olan bir üniversite, akademik özgürlüğü olmayan bir üniversitenin olduğu ülkede bilim üretilmez. Bilim üretilmezse de bu ülkeler, dışa bağımlılığını devam ettirmek zorunda kalırlar.
Üniversitelerde akademisyenler huzursuz. Korkuyorlar. Neden korkuyorlar? Bakın, bir kere kendisini kabul etmeyen rektörlerin ya da üniversitelerin çoğunda bir cemaat yayılması olduğunu görüyoruz ve kendisine karşı olan ya da kendisinin kadrosunun verilmesini istemeyen birtakım rektörlerin, ne kadar çalışma yaparsa yapsın kadrosunu vermeyeceğini, onu atamayacağını düşünen çok sayıda akademisyenimiz var. Bu bir gerçek. Bu korku, çalışma tempolarına da yansıyor. Akademik başarılarına da yansıyor. Bir aidiyet duygusu vardı önceden üniversitelerde. Kendisini oraya ait hissetmiyor, dışlanmış hissediyor. Yani akademide çalışma barışının olmadığını şu anki gerçeklerle söyleyebilirim. Üniversitelerin performanslarını artırabilmeleri için bilimsel, yönetsel ve mali özerkliklerinin olması gerektiğini bir kez daha vurguluyorum ki üniversiteye ayrılan bütçe, liyakatle belirlenmiş atamalar, seçilmiş rektör ve yeterli sayıda kadro ve araştırmacıyla üniversiteler gerçekten başarıdan başarıya koşacaktır. Bu da ülke için son derece önemlidir.
Kaliteli yüksek öğretim, bizim CHP olarak öncelikli hedefimizdir. Buradan ben tekrar yinelemek istiyorum ki İkinci Yüzyıla Çağrı Beyanname’mizde de ifade ettiğimiz gibi, üniversitelerimizi her türlü düşüncenin özgürce tartışılabildiği, her türlü bilimsel çalışmanın özgürce yapılabileceği ortamlar haline biz getireceğiz.”