İKD Başkanı Umut Kuruç, günümüz kadın mücadelesi ve siyasi ortamını yorumladı: 'Önce toplumsal kurtuluş'

AKP iktidarıyla birlikte artan kadına şiddet ve cinayetler, İstanbul Sözleşmesi’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından iptali ile birlikte daha da arttı. İlerici Kadınlar Derneği Başkanı Umut Kuruç, “Kadınların kurtuluşunun toplumsal bir kurtuluş ile olacağını” söyledi.

Zülal Kalkandelen

3 Haziran 1975’te Beria Onger başkanlığında kurulan İlerici Kadınlar Derneği (İKD), Türkiye’de kadın hareketinin tarihinde en büyük örgütlerden biriydi. Faaliyetleri 1979’da, dönemin Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından durdurulduğunda, 15 bine yakın üyesi ile 33 şube ve 35 temsilcilikte örgütlenmiş, yayın organı Kadınların Sesi gazetesi 30 bin baskıya ulaşmış, ülke çapında bir kadın örgütüydü. 1980 askeri darbesi ile kapatılan ilk kadın derneği oldu.

Ancak mücadeleci kadınlar yılmadı. Bu etkili örgüt, aynı isimle altı yıl önce yeniden yaşama geçirildi. İKD’nin Genel Başkanı Umut Kuruç’la 24-25 Eylül’de İstanbul’da toplanacak İlerici Kadınlar Konferansı öncesinde kadın hareketini, feminizmi, laikliği ve günümüzdeki siyasi ortamı konuştuk. 

Umut Kuruç

1975’te kurulan İlerici Kadınlar Derneği’nin yarattığı birikimi ve deneyimi ileriye taşımak için 2016’da tekrar yola çıktınız. Türk Kadınlar Birliği’nden sonra ikinci büyük örgüt olan derneğin yeniden canlandırılmasının ardındaki düşünceyi sizden dinlemek isterim.

Biraz daha geriye giderek bir iki noktaya değinmek istiyorum. 1923 Devrimi, bu topraklardaki en önemli ileri sıçrayış. Bunu öncelikle not etmek gerekiyor. Bir kapitalist ulus devlet olarak kuruluyor cumhuriyet. 1789 Devrimi’nden sonraki sürece benzer bir şekilde, bu tip devrimler, kaçınılmaz olarak, iktidarı almış olan sınıfın niteliği nedeniyle karşı devrim süreçleriyle karşılanıyor. 1789’da da benzer süreçler yaşandı ama tabii 1923 kendine özgü bir devrimci süreç. Türkiye’de de aslında 1940’ların ikinci yarısı, sonlarından itibaren bir karşı devrim süreciyle karşılaşıyoruz, 1950’ler zaten tamamen öyle. 1961 Anayasası’nı bir devrimci hamle olarak okumak gerekir. 1970’lerden itibaren 12 Mart ve en büyük karşı devrim süreci de 24 Ocak Kararları ile başlayan, 12 Eylül darbesi ile pratik olarak bir ezme ve yerleşme operasyonu ile sürdü. Böyle bir karşı devrim süreci içinde yaşıyoruz.

İKD’nin 1975’te kuruluşu, dünyada ve özellikle Avrupa’da ikinci dalga feminizmin hareketlenmeye başladığı bir süreç ama dernek bir feminist örgüt olarak kurulmuyor; biz İKD’yi, sınıf mücadelesinin kadınlar arasında yaygınlaşması, kadınların toplumsal kurtuluş mücadelesine katılmasının kanallarının açılması olarak okuyoruz. Bu karşı devrim süreçleri içinde, burjuvazinin çeşitli ideolojik formlarının karşısında devrimci bir sürecin inşasında kadınların aktif olarak yer alması ve bu örgütlülük içerisinde güçlenmesi için kuruluyor. Çünkü tarihe baktığımızda bütün karşı devrim süreçleri de, devrim süreçleri de kadınlar olmadan olmuyor. Bütün karşı devrim süreçlerinde, işçi sınıfı ve emekçiler içinde en olumsuz etkilenen toplumsal kesimler kadınlar ve bu devrimci çıkışlarda ilerici hareketlerde de en etkili olanların, en önde yer alanların kadınlar. 1789’da biliyorsunuz Versay’a ekmek talebiyle yoksul kesimin kadınları yürüyor. Mart 1917’de yine Petrograd’daki kadın işçiler, ev kadınları, yoksul kadınlar ekmek ve barış talebiyle yürüyorlar ve bütün bunlar kadınların ön saflarda yer aldığı ileri sıçramalar. Karşı devrim süreçleri de bu nedenle kadınları hedef alıyor. Kadınları bir cendereye sıkıştırdığında toplumu teslim alması çok daha kolay oluyor. Bu yüzden 1980’le başlayan karşı devrim süreci ve AKP de için de böyle oldu.

Karşı devrime direnirken bu yaklaşıma iki türlü tepki gelebiliyor. Mücadele güçlerini kadınlar ve erkekler olarak ikiye ayırmalı mı, diğeri de kadınları “ilerici”, “gerici” diye ayırmalı mı diyerek itirazlar yükselebiliyor. Sizin bu görüşlere yanıtınız ne?

Toplumsal mücadelelerde kadın ve erkek gibi bir ayrım yapmayı biz doğru bulmuyoruz. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durum, düzenin bütün unsurları tarafından yolu döşenerek gelinmiş bir nokta. AKP, son gölü atmış olan bir ajan diyelim. Gericilik meselesinde ise, gericiliğin bu toplumda nasıl ideolojik bir hegemonya haline geldiğine baktığımızda liberalizmin çok büyük etkisi ortaya çıkıyor. Özellikle 1990’lardan başlayarak laikliğe, cumhuriyetin değerlerine yönelik saldırıların önce liberal kesimlerden geldiğini görüyoruz. Antiemperyalizmin ya da yurtseverliğin milliyetçiliğe tekabül ettiğine, laikliğin aslında “merkezdeki bir grup elitin halkın değerlerine dönük basınç uygulayarak bunları yasaklaması” olduğuna dair söylemlerle karşılaşıyoruz. 

Feminizmin de tarihsel olarak sosyalist harekete içkin bir norm olmadığını görüyoruz. Kadın hareketlerinin güçlendiği döneme baktığımızda, sosyalist kadınlar, işçi kadınlar çıkıyor; bir de burjuva ve küçük burjuva kadınlar çıkıyor. Kadınların ilk örgütlenmesine sufrajetler dersek, bunlar sınıfsal olarak farklılar, sınıfsal konumlarından yola çıkarak, o sınıfın ayrıcalıklarını o sınıfın kadınları olarak edinmek istiyorlar. Topyekün bir emek, toplumsal eşitlik, toplumsal kurtuluş gibi bir gündemleri yok. Oysa sosyalist kadınların böyle bir gündemleri var ve sosyalist kadınlar, evet, ayrı bir örgütlenme sürdürüyorlar. Biz de İKD olarak kadın örgütlenmesini sürdürüyoruz ama biz erkekleri karşımıza alan bir yaklaşımda değiliz. Bizim düşmanımız erkekler değil. Böyle bir indirgeme sınıf mücadelesini, emekçilerin ve aydınlanma mücadelesini parçalayan, bunun üzerini örten bir süreç oluyor. Dolayısıyla biz hepimiz kadınız, aynı saftayız ya da bütün kadınları kapsayan bir kızkardeşlik yaklaşımını doğru bulmuyoruz. 

“LAİKLİK KARŞITLIĞI VE PİYASACILIK BİRBİRİNİ BESLEYEN SÜREÇLER”

Tam da bu noktada sormam isterim. Derneğin adında var olan “İlerici Kadın” ifadesinden yola çıkarak ilericiliği nasıl yorumluyorsunuz?

Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkan, laiklik, kamuculuk, halkçılık, antiemperyalizm ilkelerine sahip çıkan ve bunları daha ileriye taşımayı hedefleyen, herkesi rahatlıkla ilerici olarak değerlendirebiliriz. Cumhuriyetin değerlerini reddeden, laikliği sulandıran, laikliğin tasfiyesine teşne olan ve bunun değirmenine su taşıyan, piyasa tanrısına tapan, gerici normları bir tür halkın değerleri olarak dillendiren, Avrupa ülkelerinin ya da çeşitli emperyalist kuruluşların fonlarıyla beslenen, kendi sırça köşklerinde yaşayan ama halka da laikliğin ne kadar “ceberrut” bir şey olduğunu vaaz eden, “sivil toplumcu” tipolojiyi ilerici olarak değerlendirmek mümkün değil.

Mesela Tansu Çiller, Türkiye’nin ilk kadın Başbakanı oldu ama ilerici olarak görmek olanaksızdı.

Elbette. ETF Tekstil işçileri İstanbul’da direnişteler, patronları, haklarını gasp eden bir kadın. Burada kızkardeşlikten bahsedebilir miyiz? Bu kadına bir ilericilik atfedebilir miyiz? Ne yazık ki Türkiye solunda da, kendini ilerici olarak konumlandıran kesimde de çok dillendiriliyor, mesela çok fazla reklamı yapılan Finlandiya Başbakanı bir kadın, Sosyal Demokrat Parti’nin de Başkanı. Ama ülkesinin NATO’ya girmesini sağlamış olan hükümetin de başı. Şimdi buradan kendisine bir ilericilik atfedilebilir mi? Yani sadece Meral Akşener, Tansu Çiller veya patron kadın örneği değil, ilericilik algısının ne kadar çarpıtıldığını da görmek gerek.

Her şey öylesine çarpıtıldı ki bugün artık sadece Erdoğan karşıtı olmak da, muhalifliğin tek tanımı haline geldi ve içine her şey dolduruldu. 

Evet, işçi sınıfı ve emekçi kesimler içerisinde bu gerici hegemonyanın nüfuz ettiği toplumsal kesimler var ve bunların içinde kadınlar var, işçi, yoksul, türbanlı, bu basıncın altında kalıp saldırıya maruz kalmış kadınlar var. Biz sınıfsal baktığımız için, bunlar türban takıyor, bunlar gerici diyerek itemeyiz. Ama şöyle bir ikiyüzlülük de yapamayız; “Boş ver laikliği, esas olan senin sınıf mücadelen” de diyemeyiz. Çünkü sınıf mücadelesi, laiklik ve aydınlanma mücadelesinden bağımsız bir şey değil. Tam tersi, laiklik, işçi ve emekçi kesimlerin aklını açarak olan biteni idrak edip, değişim yaratmak üzere iradesini ortaya koymasını sağlayacağı bir norm. Laiklik, en fazla bu kesimlere, emekçilere ve kadınlara lazım. 

Dernek olarak 10 Ocak 2016’da kuruldunuz. O günden itibaren örgütlenmeniz hangi aşamada?

12 Eylül 1980 ile birlikte bir “örgüt canavarı” yaratıldı, örgütlenme kötülendi, bu yönde propaganda yapıldı. Buna liberal saldırı da eşlik etti. STK’lar, kimlikler vb. devreye girdi. Halkı siyasetin dışında bırakacak her türlü saldırı gerçekleşti.Bu ideolojik atmosferde örgütlenme tüm yapılar için zorlaştı. Ama Ankara, İstanbul, İzmir başta olmak üzere Antalya ve Gaziantep’te örgütlerimiz var. Anadolu’nun diğer yerlerinde, Zonguldak, Bursa, Tunceli, Mersin, Eskişehir gibi birçok yerde üyelerimiz var. Ancak oralarda şubelerimiz henüz kurulmuş değil. 

“TOPLUMSAL KURTULUŞ OLMADAN KADINLARIN KURTULUŞUNDAN BAHSEDİLEMEZ”

Feminizme yaklaşımınızı biraz daha açalım mı?

Kadın konusunda kafaların çok karışık olduğu bir dönemdeyiz. Kadınların mücadelesinin feminizme indirgendiği, erkek karşıtlığı üzerinden sürdürüldüğü bir süreç yaşanıyor.

Kadınların örgütlenmesinin siyasi ve ideolojik bir zemini olması gerekiyor. Biz feminist bir örgüt değiliz. Feminizmin düzen içi bir hareket olduğunu, erkek karşıtlığı üzerinden siyasi ve ideolojik mücadelenin verilemeyeceğini, kimlik mücadelesi olduğunu söylüyoruz. 1980’lerle başlayan sınıf mücadelesini parçalayan sürecin parçası bu. Sınıflar bitti, ideolojiler öldü artık kimlikler var denildi. Emekçiler ve kadınlar, işçi sınıfını bu şekilde cinsel, etnik kimliklere bölen, dini aidiyetleri öne çıkaran bir yaklaşımla buralara sıkıştırılmış durumda. Feminizmin de bu ilklimden beslenerek büyüdüğünü söylemek mümkün. 

Her şeyin piyasa için düzenlendiği koşullarda, dinci gericiliğin, aşiretler gibi geri toplumsal formların, mafya örgütlerinin, bütün bunların piyasa için düzenlenmesine hizmet ettiği koşullarda, tek başına kadınların kurtuluşu mümkün olabilir mi? Bütün paradigmanın değişmesi lazım. Bu geri formların ortadan kalkması ve yurttaşlık üzerine yeni bir toplumsal yapının kurulması gerekiyor. O yurttaşlık olduğu zaman ancak bir eşitlik mücadelesi yerli yerine oturur. Oysa Türkiye’de yurttaşlık kavramı ortadan kalktı. 

Bu görüşe karşı şöyle diyenler oluyor. Kadınların her gün öldürüldüğü, tecavüze maruz kaldığı, şiddetin tavan yaptığı bir ülkede kadınların yaşama hakkı mücadelesini böyle bir ön koşula bağlamak, kadın hareketini gerileten bir yaklaşımdır diyenler var. 

Bu şiddet bir gerçek… Karşı devrim süreçlerinin öncelikle kadınları teslim almayı hedeflediğini belirttim. Kadınları teslim almak, aslında toplumun geri kalanını teslim almanın yoludur. Kadını hedef aldığı için kadını ideolojik hegemonya ile ikna ediyor, ikna edemediği noktada da şiddet uyguluyor. Biz elbette kadına yönelik şiddetle mücadele ediyoruz. Ama kadına yönelik şiddetle mücadele etmenin yolu, erkek soyutlamasıyla erkekleri hedef göstermekle olamaz. Kadına yönelik şiddet bir sonuç. Bu sonucu ortadan kaldırmanın yolu, bunun kaynağını ortadan kaldırmak. 

Bu noktada sözü toplumsal cinsiyet eşitliğine getirmek istiyorum. Geçenlerde Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu, televizyonda katıldığı bir programda, İstanbul Sözleşmesin’ne karşı olmalarının nedenini buna karşı olmalarıyla açıkladı. “Aile, bir erkek ile bir kadından oluşur, toplumsal cinsiyet eşitliği nedir?” diyerek bunu reddettiklerini söyledi. Bu noktadan kaynaklanan bir itirazla tarikatlara ödün verilerek sözleşmeden imza çekildi. Sizin toplumsal cinsiyet eşitliği kavramına yaklaşımınız nedir?

Kapitalizm eşitsizlikler üreten bir düzen. İkinci Dünya Savaşı sonrası, 70’lerin ortalarına kadar olan bir Altın Çağı denilen dönem var. Aslında bu bir sapma dönemi. Çünkü dünyada sosyalizmin bir güçlü olarak var olduğu bir dönem var. Bakın cumhuriyetin kuruluşu da bu döneme tekabül ediyor, bu çok önemlidir. Dünyada ilerici halk iktidarlarının kuruluşu da bu dönemde oluyor. Kapitalist ülkelerde işçi sınıfı ve emekçilerin çok büyük kazanımlar elde etmeleri de aynı dönemde. Dolayısıyla kadınların da çok büyük haklar elde ettikleri zamanlar bunlar. 

Fakat karşı devrim süreciyle beraber geriye düşüldüğünde, eşitsizliklerin çok büyük bir hızla arttığını görüyoruz. Sadece biyolojik bir farklılıktan söz etmiyoruz. Eşitsizlikler siyasette, toplumsal yaşamda en fazla ortaya çıkıyor. Bu eşitsizliklerin gelişmesi, üretilmesi, bizzat kapitalizmin kendi içinde barındırdığı bütün geri formları yeniden üretmesiyle oldu.Dinci gericiliğin vaaz ettiği şey ne? 1- Şükredeceksin, 2- İnsanlar eşit değildir zaten. Yoksullar yoksulluklarını, kadınlar da erkekle eşit olmadığını kabul edecekler. Kadın onlara göre anne, yeni emekçi kuşaklar doğuran, onları besleyen, bakan, gereksinimlerini gideren bir eleman. Bu sermayenin çok işine gelen bir şey. 

Sermaye ne yaptı 1970’lerin sonundan itibaren? Krize girdi ve bugüne kadar verdiğim tavizleri vermiyorum, geri alıyorum dedi. Çocuk bakımı, yaşlı bakımı, ev içi hizmetler, eğitim, sağlık… bunların hepsi özelleştirildi. Aile, kapitalizm ve gericiler için bu nedenle çok önemli. Ailede bu işler kimin üstüne yüklendi? Kadının üstüne yüklendi! Çünkü insanların piyasadan parayla satın alabileceği koşullar yok. Toplumsal eşitsizliği böyle okumak gerekiyor.  

İstanbul Sözleşmesi’ne LGBTİ’leri de kapsadığını söyleyerek karşı çıkılması da gericiliğin ve eşitsizliğin bir başka sonucu. Aile kurumu öylesine kutsallaştırılmış durumda ki, düzenin ana motoru haline getirilmiş.

İstanbul Sözleşmesi’nden imzanın çekilmesi, aslında laikliğin tasfiyesi ile ilgili bir şey. Türkiye’de laiklik tasfiye edildiği için İstanbul Sözleşmesi’nden bu kadar rahatlıkla imza çekilebiliyor. Laiklik anayasada yazıyor ama iktidar anayasayı tanımıyor. Laikliğin tasfiyesi hukuku tasfiye etti. Laikliğin olmadığı yerde hukuktan, kadının eşitliğinden bahsedebilir miyiz? Tarikatlar, Saadet Partisi’nin de içinde olduğu grup, neler yazıp çizdiler? 6284’ü, Medeni Kanun’u bile hedef aldılar. Bu gerici hamle bütün diğerlerinin de kapısını açmış oldu. 

Gericiliğin kadınlar üzerinde kurduğu baskı, son 20 yılda belirgin şekilde arttı. Bir yandan tarikatlar kamusal alanda belirleyici hale gelirken, siyasette de bu gruplar hakim oldu. Bu ortamda Aydınlanmanın meşalesini canlı tutmak ve o ateşi Anadolu’ya yaymak için bu ortamda sizce neler yapılabilir? Seçime giderken belirlediğiniz bir strateji var mı?

Kadınlar öncelikle örgütlenmeli. Karşımızdaki güç çok örgütlü bir güç. Topluma örgütlenmenin ne kadar tehlikeli olduğunu vaaz ediyorlar ama sermayenin kurumları, onu temsil eden siyasi erkin kurumları çok örgütlü. Mücadeleyi kompartımanlara bölmeden ancak örgütlü bir güçle mücadele edilebilir. 

Sizce kadınlar yeterince örgütlü mü?

Değil. Türkiye’de toplum örgütlü değil. İnsanlar gündelik kaygılar alanına sıkıştırılmış.  Gündelik kaygıları oluşturan nedenler neler onlara bakmak gerekiyor oysa. Evet, AKP ve onun temsil ettiği her şey gitmeli ama 2002’nin AKP’sine mi dönülmeli? Altılı mutabakatın toplumun önüne koyduğu şey, 2002 AKP’si. Bakıyorsunuz, gericilik var, tarikatlar ve cemaatler var, aşiretler var. CHP Genel Başkanı, aşiret ağalarını törenle üye yapıyor, rozet takıyor, bunu çok büyük bir şeymiş gibi veriyor. Aşiret dediğiniz ilkel kabile düzeni…

Var olan siyasi partilerin politikalarına eleştirileriniz neler?

Bir defa Meclis’tekilerden hiçbir beklentimiz olmadığını not edelim. Mutabakatın uzlaşma zemininde cumhuriyet yok, laiklik yok. Sivil toplum vs. var ama yurttaşlık yok, kul var. Sürekli kul hakkı telaffuz ediliyor. Tamamen özelleştirme çerçevesi var. 1961 Anayasası’na küfrediyorlar. Uzun bir süredir 1961 Anayasası’nı hedef tahtasına koydular. 1921 ruhunu çağırıyorlar. Bu ruhu AKP de çağırıyor, liberaller çağırıyor, altılı mutabakat çağırıyor, kendine sol, sosyalist, ilerici ,demokrat diyen birçok kesim de çağırıyor. 1921 metnine tam olarak bir anayasa diyemeyiz. O Kurtuluş Savaşı’nı kazanmak üzere yazılmış bir belge. 

İşçi sınıfı, 1961 Anayasası ile birlikte örgütlü olarak tarih sahnesine çıkıyor. Toplum bu anayasa ile örgütlenmeye başlıyor. Devlet Planlama Teşkilatı, ekonominin planlanması, üniversitenin, TRT’nin özerkliği hepsi 1961 Anayasası ile oluyor. Bu durumda 1961 Anayasası’nı hedef yapıyorsanız, laikliğin olmadığı, cumhuriyet ifadesinin yer almadığı, tarikatların ve cemaatlerin olduğu, adına sivil toplum denen ama toplumun örgütlü olarak siyasi süreçlere katılmasını ortadan kaldıracak her türlü düzenlemeyi savunuyorsunuz demektir. Dolayısıyla bizim bu mutabakatın özneleri ile ortaklaşabileceğimiz hiçbir şey yok.

“Özgürlükçü laiklik” kavramını kullanıyorlar. Oysa laiklik kavramın doğası gereği özgürlükçüdür. Ekledikleri  niteleme ile laiklik aslında otoriterdir demek istiyorlar. Ne ilginçtir ki özgürlükçü laiklik kavramını siyasette ilk kullananlardan biri Erdoğan. Aynısını kullanarak onun istediği yere gelmiş oldular. 

Liberallerin söylemleri var. Laiklik, için “merkezdeki bir grup ceberrut beyaz elitin halkın değerlerini baskı altına alması” diyorlardı. Liberalizm, AKP’nin ve gericiliğin önünü çok açtı, buna hizmet etti. Yetmez Ama Evetçiler, onun öncesi vs. Laikliğin kendisi zaten özgürlüğe tekabül eder. Akıl özgürleşmeden insanın özgürleşmesi mümkün mü? Toplum özgürleşmeden insanın özgürleşmesi mümkün mü? 

Ahmet Davutoğlu, özgürlükçü laikliği ilk ortaya koyanlardan biri. Kendisi aynı zamanda Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesinin en öndeki sıra neferi. IŞİD’lilere “bir avuç öfkeli çocuk” diyen birinden bahsediyoruz. Özgürlükçü laiklik diye bir şey olmaz. Bu tarikatlar, cemaatler sivil toplum kuruluşu demekti. Liberaller diyor ki, dini din alanına bırakalım, ne bunlar? Tarikatlar, cemaatler. 

Oysa gerçekte, biat kültürünün olduğu, müritlik-şeyhlik ilişkisinin olduğu bir yerde hiçbir özgürlükten söz edilemez. O nedenle bunun özgürlükçülük adına savunulması, tam bir aymazlık diyorum.

Piyasa tanrısı var, piyasaya özgürlük, satın alma özgürlüğü deniyor. Peki bunu yapamayanlara, bu özgürlüğü kullanamayanlara ne lazım? İşte o noktada dinci gericiliğin özgürlüğü giriyor devreye. Yoksullara da isyan etme denilerek öbür dünyadan bahsediliyor. Ne kadar birbirini besleyen şeyler değil mi… Her şey piyasalaşmış. Yurtlar özel, okullar özel, parası olmayan nereye gönderecek çocuğunu? Tarikat, cemaat yurtlarına, Kuran kurslarına. Diyanet de tüm bunları organize eden bir şeyhülislamlık olarak ortada duruyor. Sonuçta herkes birbirini boğazlıyor. 

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’in gezi eylemlerini ve özellikle kadınları hedef alan hakaretlerde bulunması nedeniyle dernek olarak suç duyurusunda bulundunuz. Cumhurbaşkanının kadınlara “sürtük” dediği bir ülkede duygularınızı öğrenebilir miyim?

Aslında bütün halka sürtük dedi, çürük de dedi. Haziran Direnişi sırasında da “çapulcu” diyordu. Berkin Elvan’ı ve annesini mitingde yuhalattı. Ne yazık ki bu tip ifadeler kullanmasına şaşırmıyorum. Çünkü vasatı yaşıyoruz bu ülkede.

Aslında vasatın da altı…

Elbette… Devletin kurumları, usulleri, devlet adamlığı nosyonu ortadan kalkmış durumda. Korkunç bir çürümenin içinde yaşıyoruz. Tepki duyuyoruz ama ben kendisinden bir devlet adamına yakışır üslupta konuşmasını beklemiyorum. Buna kadınlar başta olmak üzere tüm toplumun tapki göstermesi gerek. Twitter’da “ben de sürtüğüm” etiketiyle paylaşımlar yapılıyor. Bu ne kadar acı bir şey… Bu bir espri konusu olamaz. Bu üslup yeniden üretilmiş oluyor.

Şiddet meselesiyle ilgili bir örnek vermek istiyorum. Biliyorsunuz 1990’da Büyük Zonguldak Madenci Yürüyüşü olmuştu. Onunla ilgili bir belgesel izledim. Tavsiye ediyorum siz de izleyin Yüzbin Kişiydiler adlı bir belgesel. Zonguldaklı kadınları merkeze alan, direnişin ön saflarında olduklarını gösteren bir belgesel. Miting sırasında inanılmaz bir güç var, biliyorsunuz “Çankaya’nın şişmanı, işçinin düşmanı” sloganı atılıyordu. Bir röportajda sendikacı bir kadın şöyle diyor, yanında işçilerin eşlerinden biri var. İşçinin eşi o gücün içinde dönüyor ve diyor ki; “şimdi gelsin benimki sıkıysa dövsün beni” diyor. Kadın mücadelesi, sınıf mücadelesinin bileşenidir. Bu çok değerli bir örnek.

Son olarak iktidar değiştiğinde yeni hükümetten ilk talepleriniz neler olacağını sormak istiyorum. Herhalde ilk sırada İstanbul Sözleşmesi’nin yeniden yürürlüğe sokulması olabilir… Tüm sistemin değişmesi lazım elbette ama onun olması zaman alacağı için öncelikli talepleriniz var mı?

Bu tip sözleşmelerin sadece imzalanması yetmez, bunların uygulanması gerekir. Bir diğeri, kadınların çalışma yaşamına ve üretim sürecine güvenceli olarak insanca ücretlerle ve güvenceli koşullarda dahil edilmeleri gerekir. Bütün bakım hizmetleri, kamu hizmeti olarak verilmeli. Sadece kadın sayılarına göre değil, mesela bütün iş yerlerinde kadın ve erkek toplam çalışan sayısına göre ücretsiz kreşler açılmalı. Aynı şekilde mahallelerde de bu olmalı. Kapatılan bütün devlet hastaneleri açılmalı. 

Ücretsiz, nitelikli sağlık hizmeti verilmeli. Aşı bir tercih olamaz. Refik Saydam Hıfzıssıhha Aşı Enstitüsü’nün bir devlet kurumu olarak açılması ve aşı üretmesi gerekir. 

Tarikat ve cemaat yurtları ile Kuran kurslarının kapatılması gerekir. Tarikat ve cemaatlerin ekonomik varlıklarına el konulması gerekir. Çünkü bunlar ekonomik güç oldukları oranda siyasete de dahil oldular ve siyasetten, bürokrasiden çıkarılmaları gerekir. Kadına yönelik şiddet ve çocuk istismarları ile ilgili hukuki düzenlemelerin caydırıcı bir biçimde yapılması gerekir. Tarikat ve cemaatlerin toplumsal ilişkileri belirlemesi engellenmelidir ve bunun için belirli mekanizmalar kurulmalıdır. Eğitim birliğinin tekrar sağlanması gerekir. Nitelikli bilimsel, laik eğitim sisteminin yerleştirilmesi gerekir.

Aşiretler bir toplumsal değer olarak kutsanamaz. Tarımsal üretimin, sanayi üretiminin güçlendirilmesi gerekir. Sadece büyük kentlerde değil, Anadolu coğrafyasında da tarımın mutlaka devletin müdahalesiyle ciddi destekleyici bir üretim sürecine geçmesi gerekir. Toprak ağalığının ilişki mekanizmalarının dağıtılması gerekir. 

Doğanın tahribatını engelleyecek mekanizmaların derhal kurulması gerekir. Özelleştirilen kamu varlıklarının kamulaştırılması gerekir. 

Bütün sağlık çalışanlarının, eğitim emekçilerinin nitelikli çalışma koşullarına kavuşturulmaları gerekir. Dolayısıyla bir aydınlanma hamlesi gerekir. Kadınlar olarak bizim isteklerimiz bunlar.