Erdoğan 'Göndermeyeceğiz' demişti: AKP'lilerin yanıtı dikkat çekti (23 Mayıs 2022)

Sosyal Demokrasi Vakfı Başkanı (SODEV) ve AKSOY Araştırma Şirketi'nin kurucusu Ertan Aksoy; gündemdeki son gelişmeleri, verilere dayalı analizlerle, siyasilerin gündem belirleyen açıklamalarını ve bu açıklamaların toplum üzerindeki etkilerini Cumhuriyet için değerlendiriyor. İşte Ertan Aksoy'un yeni değerlendirmesi...

cumhuriyet.com.tr

Tarih boyunca yaşanan göç hareketleri incelendiğinde, göçün sıklıkla yüksek refaha sahip olan coğrafyalara yapıldığını görmekteyiz. (Uluslararası hukuk ve Birleşmiş Milletler’in tanımına göre ülkemizdeki Suriyelilerin statüsü sığınmacı olsa da ülkemizde “göçmen” kavramı genel kabul gördüğünden bu yazıda göçmen olarak anılacaktır.) İnsanlık, tarih boyunca son derece anlaşılır bir şekilde limitli ömrünü daha fazla refah içinde geçirme güdüsüyle hareket etti. İster Erzincan’dan İstanbul’a, ister Kahramanmaraş’tan Londra’ya göç etmiş bir bireyi alın, ikisinin de ortak noktasının daha fazla refaha erişim olduğunu görürsünüz. Bu nedenle, 20. yüzyılda göçün ve göçme isteğinin en yoğun olduğu coğrafya, refah devleti inşa etme konusunda açık ara diğer ülkelerin önünde olan bazı Avrupa ülkeleri oldu. Bu ülkelerin aldıkları göçmenler kendi refah ve yaşam standartlarını yükseltirken, aynı zamanda yaşadıkları ülkelerin ekonomilerine de anlamlı katkılar sağladılar.

Yukarıda sözünü ettiğimiz bu süreç, birebir Türkiye için de geçerlidir. 20. yüzyılın ortalarından sonra Türkiye’nin Avrupa kentlerine gönderdiği göçmenler, ilk zamanlarda göç ettiği ülkenin yurttaşları tarafından yapılmak istenmeyen işlerde istihdam edilerek çalışma hayatına başladılar. O dönemler, emeği ile kazandıklarından artırdıklarını sadece Türkiye’de değerlendirebiliyorlardı. Zamanla entegrasyonun artmasıyla birlikte ve ikinci kuşaklar yetiştikçe, büyüyen tasarruflarının yaşadıkları ülkeler ile Türkiye arasında ticaret hacminin gelişimine katkı sağladığını söyleyebiliriz.

Göçün olduğu her yerde olduğu gibi, Avrupa’da da göçmenler için yaşam kolay olmadı. Bir yanda entegrasyon, diğer yanda ise çok kez göçmen karşıtları tarafından ayrıma maruz kalma sorunu yaşadılar. Bu sorunları yaşarken onlara destek olan iki unsur vardı. İlki sosyal devlet, ikincisi sosyal demokrat partiler. Özellikle Almanya, Fransa gibi ülkelerde sosyal demokrat ideoloji kurumsal ideolojidir. İktidarlar değişse de ülkelerin yönetim anlayışının köklerinde sosyal demokrasinin evrensel ilkeleri yaşamaya devam eder. Esnerler ama özünü kaybetmezler. Bu nedenle diğer coğrafyalardan farklı olarak devlet, buralarda göçmenlerin yanındadır. Fakat göçmenden yana asıl çaba sosyal demokrat partilerden gelmiştir. Üstelik sosyal demokrat partilerin tamamı göçmenle dayanışmanın, göçmenlerin entegrasyonu için çaba harcamanın, onları dışlama kolaycılığı yerine haklarını aramanın net oy kaybettirdiğini bile bile bu politikaları tercih etmekte ısrar etmiştir. Bunun sonucu olarak her evrede de göçmenle dayanışmanın siyasal bedelini de ödemişlerdir. Willy Brant “sosyal demokrasi, ilkelerinde bağnaz, yöntemlerinde esnek olmalıdır” der. Sosyal demokrat partilerin göçmenler ile dayanışması “ilkelerinde bağnazlık” temelindedir. Doğrudur.

Türkiye tarihinde de farklı zaman dilimlerinde düzensiz göçmen alımı olmuştur. Bu alımların yapıldığı dönemlerde siyaseten tartışma konusu da olmuştur. Elbette ülkeye olumsuz etkileri olduğu gibi olumlu katkılar sağladığı bir gerçektir. Ne var ki, Türkiye’ye yönelik hiçbir göç hareketi ne bugünkü tartışmaları ne de bugünkü etkileri yaratmıştır.

Hemen dibimizde meydana gelen Suriye’deki iç savaşın ardından Türkiye’nin, canını kurtarmak için sınıra dayanan göçmenlere kapısını açması insanidir ve de dönemin koşulları göz önüne alındığında gereklidir. Alım doğrudur. Alım süreci ise birçok yanlışı içinde barındırmaktadır. Neredeyse ve özellikle plansız yürütülmüştür. Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve sosyolojik olarak taşıyabileceğinin üzerinde alım yapılmıştır. O tarihlerde, Suriye’nin iç meselesine dair AKP iktidarı Avrupa ile birlikte ahkam kesmiş fakat yaratılan sonucun maliyeti Türkiye’nin ve göçmek zorunda kalan göçmenlerin sırtına yüklenmiştir.

Gelişmiş Avrupa ülkeleri, gelişmekte olan ülkeler grubundaki Türkiye’nin hükümeti ile “en özet haliyle biz de biraz ekonomik katkı verelim göçmenler sizde kalsın” anlaşmaları imzalamıştır.Yani AKP’nin resmi olarak dile getirmiş olduğu gibi; “Bugün Avrupa ülkeleri hala huzur içinde yaşıyor olmalarını, Türkiye’nin 4 milyon sığınmacıyı kendi topraklarında misafir etmesine borçludur.” Avrupa’nın huzuru için, göçmenler kişi başı geliri 30 bin, 40 bin doları bulan gelişmiş Avrupa ülkeleri yerine bugünkü kişi başı geliri 8 bin dolar düzeyine gerilemiş Türkiye’de tutulmuştur. Yine özetle Avrupa ülkeleri ve Türkiye’nin müdahaleci siyasetlerinin maliyetini, kısıtlı imkanlarını bölüşmek zorunda kalan Türkiye halkları ile gelişmekte olan ülkede yaşamak zorunda tutulan, emeği sömürülen, genelde psikolojik zaman zaman da fiziki şiddete maruz kalan Suriye halkları ödemiştir, ödemektedir.

Türkiye toplumunun, göçün başladığı tarihten bu yana göçmenlere karşı beklenenin de üzerinde bir anlayış gösterdiğini düşünüyorum. Bu olumlu durum, bugünlerde yerini üzülerek ifade etmek isterim ki, tam tersi bir hale bırakmak üzeredir. Suriyeliler ilk göçtüğünde, çocukların, kadınların ve de aile büyüklerinin olduğu görüntüler toplumun büyük vicdanında geniş bir hoşgörü oluşturmuştu. Zamanla kişi başı gelirin 12 bin dolar düzeyinden 8 bin dolar düzeyine gerilemesi sonucu, dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de ilk olarak göçmenlerin göze batmasının zeminini hazırladı. Bunun üzerine Afgan göçmenlerin gelmesi (ki bu profil; genç, savaşçı, yalnız erkek) öfkeyi artırmış ve göçün plansızlığını deşifre etmiştir. Bir de üzerine, yakın geçmişte Suriyelilere kapılarını kapatan Avrupa’nın Ukrayna/Rusya savaşında Ukraynalı göçmenlere tereddütsüz kapılarını açtığını göstermesi göçmen konusundaki çifte standardı da tamamen gözler önüne sermiştir. Tüm bunlar ülkenin gündemine kısa sürede çıkmayacak şekilde göçmen konusunun yerleşmesine yol açtı.Kısa bir zaman içinde göçmen karşıtlığını hiç olmadığı kadar yükseltti. Bu konudaki duruma gelin aşağıdaki tablo üzerinden birlikte bakalım.

Milyonlarca Suriyelinin ucuz iş gücü olmasına, güvencesiz çalıştırılmasına ve kimsenin yapmak istemediği işleri yapmasına rağmen ekonomiye olumlu katkı sağladığını düşünenlerin oranı yüzde 9,6’da kalmaktadır.

Tablolardan da görüldüğü üzere, toplumun yüzde 88,1’i Suriyelilerin risk yarattığını düşünmektedir. Risk yarattığını düşünenlere ne tür riskler yaratabileceğini sorduğumuzda yüzde 34,6’sı kültürel risk, yüzde 16,2’si siyasi risk yüzde 49,3’ü ise ekonomik risk olarak tarif etmektedir. Yine görüldüğü üzere AKP ve MHP seçmeninin yanıtları diğer seçmen gruplarından anlamlı olarak ayrışmamaktadır.

Gelelim göçmenler konusundaki toplumun en büyük kararına. Kalmalılar mı gitmeliler mi sorusuna verilen yanıtlar, toplumun konuya bakışındaki en önemli nokta. Yanıtlarını birlikte inceleyelim.

Tablodan da görüldüğü üzere “Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı siz olsaydınız Suriyeli mültecilerle ilgili ne yapardınız” sorusuna toplumun yüzde 93,6’sı “Ben cumhurbaşkanı olsaydım Suriye’ye geri dönmelerini sağlardım” yanıtını vermektedir. Bu, göçün başladığından bu yana bulduğumuz en yüksek orandır.

Toplumun beklentisi böyleyken, AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın açıklamaları sıklıkla aksi yönde ilerliyor. Peki Suriyelilere dair “göndermeyeceğiz” yönündeki açıklamaların toplumdaki karşılığı ne? Gelin Erdoğan’ın son hafta yaptığı açıklamaya toplumun bakışı üzerinden konuyu ele alalım. Aşağıdaki açıklamanın videosunu deneklere izlettik. Ne derece katıldıklarını sorduk. Yanıtlar aşağıdaki gibi.

Erdoğan’ın yakın zamanda yaptığı tüm açıklamalar içinde en düşük oranlardan birini görüyoruz.

Konuya dair söylenecek çok şey var. Verili durum böyleyken, bize düşen büyük bir görev olduğuna inanıyorum. Bize düşen, yurdundan kopmak zorunda kalmış, geldiği yerde emeği sömürülen, güvencesiz çalıştırılan, ayrımcılığa maruz kalan, sıklıkla eşit olmadığı hatırlatılan, okullarda çocukları ekstra akran zorbalığına maruz kalan, ekonomik ve psikolojik şiddetin içinde var olma savaşı veren göçmenle değil, göçü yaratan siyaset ile kavga etmektir. Dünyaya soldan bakmanın, sosyal demokrasinin ilkelerini savunmanın ve hepsinden önemlisi insan olmanın gereği budur.