Sao Roque fırını
Pedro V. ile Rua da Rosa caddelerinin kesişimindeki küçük yeşil kapılı kafeden içeri girdim. Yunan tapınaklarını andıran girişte, Akantus yapraklarının temsiliyle işlenmiş korint başlıklı altı tane mermer sütun Art Nouveau tarzındaki bronz kavisli tavana uzanıyor, mekânın vaat ettiği tüm sorumluluğu üstleniyordu.
Ayşenur Tanrıverdi / Portekiz (Lizbon)Duymayı beklediğim uğultu yoktu, içerisi sessizdi. Vitray camların ardından rengarenk düşen güneş ışığı tek başına oturan yaşlı solgun yüzlere yansıyordu. Bir fırın/pastane olan Sao Roque, iç mekânla oldukça örtüşen bir terimle “ekmek katedrali” (Catedral do Pao) olarak biliniyor. 1883’te yıkılan Palacio dos Salemas arazisinin faaliyette olan bir kısmını temsil ediyor. Duvarlarda mozaik sanatıyla resmedilmiş fırın işçilerinin tabloları yer alıyor.
Pastaların sergilendiği tezgâhın ön kısmı turuncu yeşil tonların hâkim olduğu, Lizbon’da hemen her binanın iç ve dış cephelerinde görebileceğiniz “azulejo” denilen minik seramiklerle bezeli. Ellerimi kadife dokulu mermer tezgâhın üzerinde gezdiriyorum. Bir espresso bir de tatlı sipariş ettim. Tatlıyı benden bir önceki müşterinin siparişini işaret ederek seçmiştim. Çıtır katmanlı milföy hamuruyla pişmiş, üzeri çikolata kaplı, içi kremalı bir tatlı. Güzel görünüyordu. Siparişi hazırlayan Maria varlığıma karşı kayıtsızdı. Onu genellikle neşeli görürdüm ama o gün bakışlarına bir durgunluk yerleşmiş. Kapıya en yakın masaya geçtim. Diğer müşteriler mermer kolonların arasına yakışıksız bir şekilde monte edilmiş televizyondan haberleri seyrediyor. Yüzlerinde Maria’daki kayıtsızlığın aynısı… Ekrandaki muhabir sanki dünyaya çarpacak bir göktaşından bahsetse bile bununla eğlenecek bir meraksızlıkla deviriyorlar gözlerini.
YAVAN GÖZÜKMEYE BAŞLADI
Tatlı hayatımda yediğim en bayat tatlıydı. Çıtır görünen hamuru kesmeye çalıştıkça bıçak içine gömülüyor, sapsarı bol yumurtalı -ki Portekizliler yumurtayı her şeyin içine katmayı çok sever- krema kenarlardan taşıyor, tabaktaki kâğıda iyice yapışıyordu. Benimle aynı siparişi veren adama göz ucuyla baktım. Tatlısını büyük bir iştahla yemiş, renkli ışığın altında ısınarak keyifle gazetesini okuyordu. Bense tatlının bayatlığı içinde boğulmuştum ve hayattan onun kadar zevk alamıyordum. Üstelik her girişimde güzelliğiyle büyülendiğim mekân gözüme yavan gelmeye başlamıştı. Sanki yüzlerce yıllık mermer kolonlara yumurta akı bulaşmıştı ve her şeyi saydam bir kir tabakası altında görmeye başlamıştım.
Tatlının hepsini yedim. Öyle ki bayat tatlıyı o an için ruh halime uygun buluyordum. Bazen kötü lezzetler insanın ayaklarının yere basmasını sağlıyor. Modern yaşam felsefesi her ne kadar hep mutlu ve değerli hissetmeyi dikte eden bir öğreti sunsa da hayat çoğu zaman bir panayır alanı değildir ve hiçbir şey aslında çok da neşeli bir perdeden el sallamaz. Maria siparişleri alır almaz ortadan kayboluyordu, ondan başka çalışan kimse yoktu. Arka taraftaki mutfakta sürekli düşüp kırılan eşyaların sesi yüksek tavanda yankılanıyordu. Herkes derin bir sessizlik içindeydi.
Haberlerde Noel pazarları gösteriliyor. Principe Real ve pek çok turistik bölgede panayırlar kurulmuş, hediyelik satan renkli tezgâhlar Lizbon’un her zamanki canlı ruhunu katmerleyen bir manzara sunuyor.
12 SAATTE 12 KURU ÜZÜM
Ekmek katedrali Sao Roque’tan ayrılırken yanıt alamayacağımı tahmin etsem de Maria’ya iyi günler dilemek için döndüm. Eliyle işaret etti, bana bir avuç kuru üzüm uzattı. Portekizliler yeni yıla girerken 12 ayı temsil eden 12 kuru üzümü her saat başı yemenin şans getireceğine inanıyor. Küçük yeşil kapıdan çıkarken üzümlerden birkaçını yiyorum, yeni yılla ilgili umutlarım hatırlamaya çalıştığım bir rüya gibi zihnimde canlanıyor.
aysenurtanriverdi@gmail.com